SUUD’LA İKİNCİ BAHAR

Akif EMRE

VAN 7.05.2015 09:59:47 0
SUUD’LA İKİNCİ BAHAR
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Türkiye’ye adeta Batı değerlerini Müslüman dünyaya taşıyan, batı dışı modernliği temsil eden bir misyon yüklenmişti.11 Eylül sonrası ABD ‘necon’larının İslam dünyasını adam etme stratejisinin psikolojik ve siyasi baskısının alabildiğine arttığı dönemde, Batıyla uyumlu bir görünüm ve hatta ılımlı İslam denilebilen modern muhafazakarlığın temsilcisi olarak takdim edildi.
Yenişafak/ Akif EMRE
Türkiye’nin son on yılı aşkın sürede Ortadoğu’da izlediği politikalarda ilginç gelişmeler yaşandı. Ortadoğu açılımı olarak okunabilecek bu politika Türkiye’ye icbar edilen Osmanlı bakiyesi coğrafyayı yok sayan zihniyetin terki olarak özetlenebilirdi. İmparatorluk sonrası çizilen sınırlar tarafların paylaştığı ortak çizgiden çok tarafların arasına duvar ören, ayıran hudut işlevi gördü. Elbette Türkiye’yi geçmişine duvar örmeye icbar eden dünya sisteminin talepleri Ortadoğu’daki aşiretten devşirme devletler için de geçerliydi.
Ortadoğu’ya açılırken sanılanın aksine, Türkiye’nin entelektüel ve diplomatik birikiminin bu bölgeyi, yönetimleri daha da önemlisi bölgedeki küresel aktörlerin yaptırım gücünü okumada yeterli olmadığı ortaya çıktı. Bilhassa Suudi Arabistan’la olan ilişkiler Ortadoğu aynasında Türkiye’nin kendini görmesi, güç ve etkisini test etmesi açısından önemli bir gösterge. Zira Suud gerek ekokomik gücü gerek Amerika ile olan özel ilişkisi, temsil ettiği zihniyet ve jeopolitik, jeoekonomik denge açısından anahtar konumda. Suud, tüm bu bileşenlerden ayrı olarak Hicaz’a hükmetmesi dolasıyla jeokültürel etkisi gözönüne alındığında İslam aleminde farklı bir yere oturuyor.
Bu çerçevede, dünya petrol ticareti içinde temsil ettiği küresel rol nedeniyle siyasi ve stratejik anlamda üstlendiği bağımlılık ilişkisini bölgeye hatta İslam dünyasına yansıtma rolü ayrıca nazarı dikkate alınmadan değerlendirme yapılamaz.
Türkiye mevcut iktidar döneminde Suud’la adeta ritmik denilebilecek inişli çıkışlı üç farklı ilişki türü geliştirdi, Bu ritmik ilişki seyrinin özellikle birinci ve üçüncü dönemleri birbirinin takip eden hareketler gibi görünse de mahiyeti hayli farklı.
Birinci dönem yani iktidarın ilk açılım döneminde Türkiye’ye adeta Batı değerlerini Müslüman dünyaya taşıyan, batı dışı modernliği temsil eden bir misyon yüklenmişti. 11 Eylül sonrası ABD ‘necon’larının İslam dünyasını adam etme stratejisinin psikolojik ve siyasi baskısının alabildiğine arttığı dönemde, Batıyla uyumlu bir görünüm ve hatta ılımlı İslam denilebilen modern muhafazakarlığın temsilcisi olarak takdim edildi. Bir tür Batı nezdinde Müslüman ama laik ve demokrat, Batılı değerleri benimsemiş, strateji bağları olan ‘model ülke’ olarak “söylem üstünlüğü”ne sahip bir tonda yaklaştı. “Batılılar adam etmeye girişmeden Türkiye’yi örnek alın” türünden bir mesajdı. Hem faiz gibi ekonomik konularda küresel sisteme/kapitalizme uyumlu hemde kadının statüsünden, demokratik değerlerin benimsenmesine değin uzanan bir siyasal ve toplumsal model sunuyordu. Bu şekilde Ortadoğuya açılırken hem rol model olarak misyon üslenmiş hem de Ortadoğunun finansal desteğini, yatırım potansiyelini çekererek ekonomik açılım hedeflenmişti. Bu formülasyon aynı zamanda Türkiye’de neo liberal politikaların işlerlik kazandığı dönem itibariyle Batı tarafından destek gördü.
Daha sonraki dönem, a politik devrim süreci olan Arap Baharı ilişkilerin gerginleştiği döneme işaret eder. Suriye’de omuz omuza olmalarına karşın diğer bölgelerdeki toplumsal taleplere karşı iki tarafın verdiği cevap zıtlaşmayı getirdi. Ve bu ayrışma Mısır’da Sisi darbesiyle zirve yapacaktır.
Suriye ve Mısır özelinde yaşanan bu zıtlaşma ve ittifakın mahiyetinin ayrı bir analiz konusu olduğunu belirtip Suud’la yaşanmakta olan ikinci bahara göz atalım.
11 Eylül sonrasında, necon patentli Ortadoğu’da toplum mühendisliğinin rol modeli olarak görülen Türkiye, bir tür ders verir üslubu ile psikolojik üstünlüğü elinde tutuyordu. Yeni dönemde ikinci bahar yaşanıyor olsa da hem söylemi hem kurulan ittifakın zemini çok farklı dinamiklerden besleniyor.
Yeni dönemde yakınlaşmanın en büyük gerekçesi, kim ne derse desin, Yemen iç savaşı gibi görünse de asıl fail İran etkisidir. Özellikle İran’ın Batı ile uzlaşmayı seçerek nükleer anlaşmaya varması ve bölgede nüfuzunu reel olarak geliştirme niyeti göstermesi politik ayrışmaları bir kenara bırakıp S.Arabistan’ı Türkiye’ye yaklaştırmıştır. Bu süreçte Suud, Ankara’nın diplomatik ve stratejik desteğini de alarak yeni bir denge oluşturmak istemiştir.
İran’ın daha doğrusu Şii unsurların bölgede harekete geçirilmesi sonucunda Suud’un stratejik anlamda kendini tehdit altında hissetmesiyle Türkiye’yi yanına çekerek dengelemeyi düşündüğü muhakkak. Bu yakınlaşmanın Türkiye açısından; ekonomik anlamda sıkıntıların baş göstermeye başladığı dönemde önemli bir fırsat olarak görüldüğü de açıktır.
Ne varki yeni işbirliğini tetikleyen unsur, artık rol modelden ziyade Suud’un başı çektiği sekter mahiyet arzeden koalisyonu takviyeye yöneliktir. Stratejik kaygıları sekter savaşa dönüştürmekte hayli mahir olan Suud’un ilkesel kaygılardan uzak bu diplomatik girişiminin Ankara açısından uzun vadede riskler taşıdığı muhakkak. Her şeyden önce tercihler ne olursa olsun bölgesel denklemin çatışma eksenli bloklaşmaya girmeden çoklu ilişkilerin sürdürülmesi, geliştirilmesi gerekir. Yeni ittifakın tam da bu noktada Suud-İran uzlaşmazlığı yahut karşılıklı tehdit algısı temelli bir strateji üzerinden yükselmeye başladığının gizli saklı bir tarafı kalmamıştır. Karşılıklı olarak İran’ın ve Suud’un jeopolitik ve sekter hamleleri uzlaşmaya yer bırakmayacak bir gerilimi tırmandırıyor. Bu çatışmanın arkasında hangi güçlerin hangi küresel çıkarların olduğunu düşünmeye bile gerek yok.
Bu süreçte Türkiye’nin Suud ile ilişkilerini kutsayan bir dilin yaygınlaşması bile yeni ittifakın mahiyeti itibariyle birinci dönemden farklı olduğunu gösteriyor. Yeni ittifakın kısa vadeli muhtemel getirisi belki politik kazanım sağlayabilir ancak uzun vadede bu dil ve yaklaşımı esas alan ittifak önümüze bedeli ağır bir fatura kesebilir. Real politik gerekçeler bir tarafa zihnen ve ilkesel olarak sorgulanması gerekenleri sorgulamaktan kaçınmamak lazım. Bu görev de kalem oynatan, söz söyleyenlere düşüyor. İKTİBAS DERGİSİ