SON DURAK

El-cezire/ Selva Tor

VAN 29.07.2016 11:37:31 0
SON DURAK
Tarih: 01.01.0001 00:00
Türkiye, Batı finansal kapital merkezlerden gelebilecek bu olası finansal saldırılara karşı hazırlıklı olmalı. Özellikle Türkiye için silahlı bir kalkışma tehdidi bertaraf edilmiş olsa da, yeni durumun ülke risk primlerini artırması, olası finansal saldırılara uygun zemin oluşturduğu dikkatten kaçmamalı.

Örgütü kendi amaçları uğruna devşiren güçlerin kimler olduğunu keşfetmek ise artık hiç zor değil. ABD’den gelen üst üste tedirgin ve çelişkili açıklamalar, Beyaz Saray Sözcüsü’nün “Darbe soruşturmasına gereken katkıyı göstermeyi” teklif eden tuhaf yaklaşımı, eski CIA başkan yardımcısı Graham Fuller’in bu devşirme terör örgüt liderini aklama gayreti ile yazdığı makale, adreslerden birinin Washington olduğuna yönelik şüpheleri artırdı.
Ama en önemlisi finans dünyasının önemli çoğunluğuna yön veren Batılı finans kapital merkezlerdeki yatırımcı algısının bilinçli bir kampanya ile manipüle edildiği gerçeğidir. Buna en çarpıcı örnek, darbe sonrası açılan piyasalarda günün ilk saatlerine damgasını vuran Washington Post haberiydi. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin yaptığı bir konuşmaya atıfta bulunarak Türkiye’nin NATO üyeliğinin tehlikeye girdiğini ima eden haber, hızla etkisini bono piyasalarındaki Türk tahvillerinde gösterdi. Darbe sonrasındaki ilk işlem günü yüzde 9,31 olan 10 yıllık Türk tahvil faizleri, Washington Post’un haberi sonrası iki saat içinde yaklaşık 20 puan birden yükselerek yüzde 9,5’a sıçradı. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nden yalanlama gelse de, Türk tahvillerindeki faizlerinin yükseliş trendi engellenemedi.
Diğer yandan darbe girişiminin Türk lirasına olan etkisine ilk tepkiyi veren Asya piyasalarının oldukça toleranslı yaklaşımları TL’nin dolar karşısında aşırı değer kaybına engel oldu. Başarısız darbe girişiminin ilk saatlerinde ATM’lerden çekilen nakdin sınırlı kalması, büyük bir irade ve itidal gösteren Türklerin bankalara veya döviz piyasalarına hücum etmemesi, uzun ve acı 48 saatten sonra para ve sermaye piyasalarında beklenenden çok daha sakin bir piyasa günün geçmesine ve manipülatif boyutta yerel döviz piyasalarında bir alım oluşmamasına neden oldu. Bu genel olarak TL’nin dolar karşısında yüzde 5’lik ilk şok kaybının ardından yüzde 2-2,5 oranındaki bir kayıpla bu ağır travmayı önemli ölçüde atlatmasıyla sonuçlandı. Yine de, BIST 100 endeksindeki yüzde 8’e yaklaşan kayıp ve gösterge faizin yüzde 8,9 düzeyine çıkması ve ilk şok etki sonrasında yaşanan gelişmeler, bize Türkiye’nin zorlu bir savaşın içinde olduğunun farketmemiz için yeterli veriyi sağlıyor.
Ekonomik ve finansal saldırı olasılığı
Bu zorlu savaşın ilk etabı olan askeri yöntemlerle girişilen darbe görünümlü iç savaş tezgâhı, sosyal ve siyasal direnç ile bozuldu. Ancak Türkiye 18 Temmuz’dan itibaren asimetrik güvenlik tehdidinin tehdit olmaktan çıkıp bir gerçeğe dönüşmesiyle uzun bir dönemi ekonomik ve finansal alanda çatışmalar ile geçirebilir.
Türkiye, Batı finansal kapital merkezlerden gelebilecek bu olası finansal saldırılara karşı hazırlıklı olmalı. Özellikle Türkiye için silahlı bir kalkışma tehdidi bertaraf edilmiş olsa da, yeni durumun ülke risk primlerini artırması, olası finansal saldırılara uygun zemin oluşturduğu dikkatten kaçmamalı.
Ayrıca Türkiye’nin sırtındaki ağır finansman kamburu, ülke risk primlerini olumsuz yönde etkileyen gelişmeler karşısında elinin daha da zayıflamasına neden oluyor.
Peki, Türkiye bu ağır koşullar altında kendisine yönelebilecek olan parasal güç denemelerine karşı ne kadar mukavemet edebilir? Elindeki diplomatik, askeri ve siyasi kozları belirli bir disiplin içinde nasıl yönetmelidir? Bu sorular ancak devletin mali, diplomasi, siyasi ve askeri uzmanlarının çok yönlü senaryolar eşliğinde ortak aklı çalıştırmasıyla cevaplanabilir. Birbirinden bağımsız, kopuk ve hedefe kilitlenmeyen çabalar sonuç vermeyecektir.
Burada mukavemet derecesini belirleyen faktörler var. Bunların en önemlileri Merkez Bankası’nın net döviz rezervleri ve tabii cari açığın finansman yöntemleridir. Her iki parametre de olağan koşullarda Türkiye’nin en hassas alanını oluşturuyor.
Böylesine olağanüstü koşullarda olası finansal saldırılara direnmek için daha etkin ve ülke ekonomisinin bağımsızlığına katkı yaratacak yöntemler aranmalıdır. Bu yöntemleri tespit etmenin en önemli yolu ise, olası saldırıların niteliğini bilmekten geçer.
Finansal zorlayıcı güç araçları
Finansal zorlayıcı güç araçları olarak tanımlayabileceğimiz saldırı yöntemleri üç temel özellik gösterir. Birincisi ve diğerlerine göre nispeten daha düşük etkili olan araç, kur manipülasyonudur. Bir devletin yaptırım uygulamak istediği bir diğer devletin ulusal parasının değerine ve istikrarına etki etmek amacı ile düzenlediği müdahaleler kur manipülasyonu (KM) kapsamına girer. Yakın tarihimizdeki 2001 Mali Krizi’ne neden olan döviz piyasalarındaki deprem bu türden saldırılara verilebilecek örneklerden biridir. KM, parasal gücün en basit ve en yaygın şekilde kullanılan enstrümanıdır. Ilımlı bir uyarıdan ulusal rejimlerin istikrarsızlaştırılmasına kadar değişen ağırlıklarda kullanılabilinir.
KM, kullanmayı bilen devletler için devletlerarası ilişkilerin güç dengesine de biçim vermiştir. Örneğin ABD, 19.yy’dan itibaren finansal araçları güvenlik stratejilerinin en başat ögelerinden biri olarak görmüş ve bu araçları kullanmıştır. 1911-1968 arası KM olaylarını inceleyen Cornell Üniversitesi’nden ekonomi politik uzmanı Prof. Jonathan Kirshner, 23 KM olgusunun 13’ünün ABD tarafından gerçekleştirildiğini tespit etmiştir.
Bir diğer saldırı aracı ise parasal bağımlılığın istismar edilmesidir. Bu, iki eksende gerçekleşebilir. Birincisi, hedef ülke açısından avantajı bir parasal pozisyonun (teşvik veya imtiyaz gibi) yarattığı olumlu katkıyı ortadan kaldırmaktır. İkincisi ve daha yıkıcı olan ise, hedef ülkenin ekonomik hayatını devam ettirebilmesi için gerekli olan fiziki likiditenin kısıtlanmasıdır. Fiziki likidite kısıtlanması, ulusal parasal egemenliğinden vazgeçmiş örneğin Yunanistan gibi ülkelerin iç piyasada dolaşıma sunulan paranın arz imtiyazına sahip olmadığı durumların yanında, dış borçlanma ihtiyacı olan Türkiye gibi ülkelerin bağımlılığının karşı karşıya olduğu riskler olarak da tanımlanabilir.
Fiziki likidite kısıtının Türkiye’yi ilgilendiren boyutu ve göstergesi ise devletlerin borçlanma kabiliyetidir ve bunun düzeyini ülke risk kategorisinde aldıkları seviye belirler. Bu seviyenin göstergesi olarak kullanılan Kredi Risk Sigortası priminin aldığı değer (CDS Primi) ile Standard & Poors (S&P), Moody’s, Fitch gibi kuruluşların derecelendirmeleri ilgili ülkenin borçlanma kabiliyetini belirler. Yani kredi risk derecelendirme kuruluşlarının vermiş olduğu karneler, uluslararası tahvil piyasalarından bu ülkelerin edinebilecekleri finansman imkânının miktar, maliyet ve vade yapısını belirlemesi nedeni ile önemlidir.
Kredi derecelendirme kuruluşlarının amacı ne?
Ancak ender de olsa, siyasi baskı ve yönlendirmeleri ile bu tür kurumsal yapılar parasal güç sahibi devletlerin hedefindeki ekonomiler ile ilgili spekülatif değerlendirmeler yapabilirler. Bu değerlendirmeler her ne kadar gerçeği yansıtmasa da piyasada bir karşılık bulur. Doğrudan piyasaya müdahale etmek yerine, derecelendirme kuruluşlarına baskı uygulanması piyasa yapısından ileri gelir. Zira özellikle Türkiye’nin de borçlandığı uluslararası tahvil borsalarının en önemli oyuncuları olan emeklilik fonları, yatırım kararlarında iki derecelendirme kuruluşunun verdiği karneye göre hareket eder.
S&P’nin 15 Temmuz sonrası siyasi saiklerle Türkiye’nin notunu yatırım yapılabilir seviye olan BB+’dan BB-’ye düşürmesi, Türkiye’ye parasal güç sahiplerinin yaptığı bir uyarı hamlesidir.
Eğer Türkiye’nin bu kritik eşikte alacağı kararlar, çatıştığı diğer tarafları memnun etmez ise, Moody’s ve Fitch gibi kurumların birinden gelebilecek olası bir not düşümü, Türkiye’nin bu yıl içinde özel ve kamu sektörü borç geri ödemeleri ile cari açığın finansmanı için ihtiyaç duyacağı 200 milyar dolar finansman imkânını sıkıntıya sokabilir. Buna ilaveten, JP Morgan adlı yatırım bankasının da hatırlattığı üzere, yatırımcıların Türk devlet ve şirket tahvillerinden yaklaşık 10 milyar dolar tutarında satış yapabilir.
Finansal saldırı araçları arasında en yıkıcı olan ise sistemik yıkım ve kriz yaratımı yöntemidir. Bu, daha önce defalarca bu türden saldırılara muhatap olan Türkiye’nin de hayli aşina olduğu bir yöntemdir. Bir ülkenin krize sürüklenmesini temin etmek için finansal saldırı araçlarını devreye sokmak yetmez, aynı zamanda ilgili ülkenin ulusal güvenlik duvarının sistemik olarak zayıflamasını sağlayıcı tedbirlerin alınması yönünde uluslararası kurumlardan baskı da uygulanır. Örneğin Kore 1997’de Asya Krizi’nin mali sıkıntılarını gidermek için IMF borçlanmasına mecbur kaldığında, krizin olası etkilerini minimize etmek için değil ama Kore’yi finansal liberalizasyon akımına bağımlı kılmak için bir dizi reform önerilmiştir. Gerekçesi şüpheli olan bu reformlar hâlâ tartışılıyor.
Ulusal güvenlik tehditleri yükseldiğinde, ekonominin itici gücü olması beklenen bankacılık sektörünün yabancı sermayenin ağırlık hissesine sahip olması finansal güvenlik ölçeğine göre bir tehdit oluşturur.
Dolayısı ile bu her üç saldırı aracının değişik zamanlarda ve değişik ölçeklerde muhatabı olmuş olan Türkiye, 15 Temmuz’da göstermiş olduğu direnişi ekonomik ve finansal boyutta da devam ettirmek zorunda kalabilir.
Görünen o ki, Türk ekonomisinin en önemli ihracat pazarı olan Avrupa ile Türk mali yapısının en başat finans kaynağı olan Batılı finans kapital merkezlerinin Türkiye’nin iç ve dış siyasi tercihleri üzerindeki ağırlığı, Türkiye’nin uluslararası siyaset alanında kapsamak istediği rol ile çelişiyor. O nedenle de Türkiye dünyada değişen paradigmal dönüşümün Türkiye’nin payına düşen etki alanı içinde dramatik ve radikal kararlar alma eşiğinde duruyor.
2008 Küresel Mali Krizi’nden itibaren geçen sekiz yıl içinde yükselen Çin’in parasal güç tesisi arayışı ile paralel seyreden Türkiye’nin bölgesinde orta büyüklükte bir güç olma ve özerklik arayışının körüklediği NATO ittifak içi gerginlik, 15 Temmuz’da Türklerin yaşadığı acı deneyimle bir kez daha su yüzüne çıktı. O nedenle 15 Temmuz, Washington ve birçok Batılı merkezde uydurulmuş suçlarla itibarı zedelenmeye çalışılan Türkiye’nin yalnızlaştırılması çabası olarak algılanıyor.
Belki de 15 Temmuz, Batı ile Batı dışında kalan dünyanın çatışması olduğu için Türklerin gösterdiği direniş Batı’dan ziyade sadece Batı dışı dünyada tezahüratla karşılandı. O nedenle 15 Temmuz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle sadece “Devletin içindeki virüslerden kurtulması” anlamına gelmiyor, aynı zamanda Türkiye’nin bu devasa paradigmal depremde hangi safta yer alacağına karar vereceği kritik bir dönemin kapılarının aralanmasına da neden oluyor.
Bir tarafta güven kaybı yaşadığı NATO ittifakı şemsiyesi altındaki ABD hegemonyal gücü, diğer tarafta kadim tarihin tozlu raflarından silkinerek yeniden doğmak isteyen Batı dışı dünyanın yeni ekonomik alanı Avrasya coğrafyası. Bir tarafta ABD dolarının ve ticari hegemonyasının TTIP (Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması) gibi egemenlik alanlarını gasp eden radikal sömürgeci bir ekonomik alan, diğer tarafta ise istikrarlı ve altına endekslenmiş parasal sistemi ile spekülatif finansal sistemin yaşamayacağı yeni yüzyıl ticareti sahası olasılığı.
Batı ekspresi son durağa doğru hızla yaklaşıyor. Türkiye ya bu trenden inecek ve yeni bir dünyanın olası tüm risklerini göğüslemeye karar verecek veya bir daha inemeyebileceği bu trenin sürüklendiği geleceğe ve onun kendisine biçtiği her türlü role rıza gösterecek.
Karar, bu radikal seçimin meydana getireceği depreme razı olan Türk milletinin olacak.