Sofra

İsmail Kılıçarslan

VAN 20.05.2018 13:37:04 0
 Sofra
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Sofra
Şimdi bir sofrada olsam… Kudüs’ten Ramallah’a giderken gördüğüm tepe köylerden birinde bir düğün sofrasında. Köyün delikanlıları debke oynasalar öncesinde. “Kudüs bizimdir” diye bağırsalar coşkuyla. Pilav dökülse tepsilere… Biricik eşiyle evliliklerinin birinci yıldönümünü görüp göremeyeceği belli olmayan çiçeği burnunda damat Hasan bunu dert etmeyi çoktan unutmuş olsa. Ağır, acemi hareketlerle ben de oynasam onunla. Kadınların zılgıtlarını duysak… Gece ilerlese ve başımız dönse kekik kokusundan.


Şimdi bir sofrada olsam… Djenne Camii’nde öğle namazını kıldıktan hemen sonra, caminin köşesini döner dönmez beni buyur etseler o sofraya. Beyaz elbiseleri ve gök mavisi sarıklarıyla iki Berberi yere serdikleri bezin üzerine tazece sağılmış deve sütü ve dalından yeni koparılmış hurma koymuş olsalar. Susarak anlaşsak. Yüzlerindeki bin yıllık yorgunluğu susmalarından anlasam. Berberilerden biri odunlarla çattığı ateşin üzerine simsiyah bir çaydanlık yerleştirse… Su ve nane koysa çaydanlığın içine… Nanenin o nefis kokusu yayılıverse düşlerime. Elimden tutsalar ve bir dergâha götürseler beni… Önce dili damağa yapıştırıp ardından döne döne, çığıra çığıra Allah desek. Ve bilsek ki Allah, her şeye kâfidir. Ve bilsek ki Allah her derde şâfidir.

Şimdi bir sofrada olsam… Yüzü güneş yanığı iki Anadolu delikanlısı, sırtlarındaki çantadan iki konserve, biraz peynir ve bir nar çıkarsalar… “Anam Antalya’dan yollamış abi narı” dese biri. Tüfeklerini çatmış olsalar, düşmana kaş çatar gibi otursalar sofraya. “Burası Afrin’dir abisi” deseler. “Çakal gezen şu dağlarda gez oğlum” türküsünü kamete bağlasa diğeri. İkindiyi kılsak ufka doğru… Bir serinlik çıksa… Bir ince rüzgâr esse… Dese ki biri “bak bu bizim memleketin rüzgârı abisi. Serinletir ama rahatsız etmezse bil ki o bizim memleketin rüzgârıdır.”

Şimdi bir sofrada olsam… Kamerun’un bir Pigme köyünde, incecik akan ırmağın hemen yanında kurulmuş olsa sofra. Akşama kadar didinip tuttukları dört balığı sofradaki on kişiye taksim etseler ve yine de gülümsemelerindeki sahiciliği hiçbir yerde, hiçbir coğrafyada, hiçbir insanda bulamasam. Topluca bir şarkı söylemeye başlasalar. Bin yıldır hiç değiştirmedikleri, hiç değişmeyen bir şarkı olsa bu. Güneş yavaş yavaş batarken iç geçirsem. Sonra gülümseyip “iyice ikindi sonrası cami bahçesinde iç çeken ihtiyarlara benzedin, yaşlanıyorsun” desem ve bir kez daha iç geçirsem.

Şimdi bir sofrada olsam… Beş yıldızlı bir otelin iftar sofrasında... Kuş sütü de tamam olsa. Masaların örtüsü sakız gibi beyaz, tabaklar cam gibi ışıltılı. Ben “buyurun arkadaşlar, vakit girdi” dediğimde sokakta dünyayı sırtlayıp evine öylece ekmek götüren tüm mendil satıcıları, tüm çöp toplayıcıları, tüm sanayi çırakları iştahla doyursalar karınlarını. Kimse yüzlerindeki yağa, ellerindeki kire dönüp bakmasa. Garsonlar hizmette bir tek kusur etmeseler. İftar bittiğinde tek tek hepsine sarılsam... Tek tek helallik istesem onlardan… Onları ihmal ettiğimiz, unuttuğumuz, görmezden geldiğimiz her an için özür dilesem.

Şimdi bir sofrada olsam… Daha doğrusu kendime bir sofra beğensem... Çok çeşitli dillerde buyur eden insanlardan birini seçsem. Çöksem sofraya. Yanımda getirdiğim nevaleyi öylece katıversem ben de sofraya. Üç yudumda içsem akşam ezanını… Gözlerim dolu dolu, Efendimiz(sav)’e doğru dönüp ona selam versem. Ravza’nın bahçesinde orada öylece donsa zaman benim için. Tam selam verdiğim anda. Tam beni duyduğu anda... Tam selamıma mukabele ettiği anda… O’na selam vermekten, O’nun selamımı almasından daha kıymetli ne yaşayabilirim ki? Öyleyse dursun zaman.