SEYAHATTEN SADIRLARA VE SATIRLARA

MUSTAFA BOZACI

VAN 31.08.2014 10:29:02 0
SEYAHATTEN SADIRLARA VE SATIRLARA
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Bu yıl üç Mustafa olarak düştük yola. İlk ikisi ‘Bozacı ve şıracı/Atav’ olarak malumunuz. Üçüncümüz yine bir Mustafa oldu. İyi ki de öyle oldu. Biz kendisinden memnun kaldık, yol refikliğinde umarız o da bizden memnun kalmıştır. Her yıl tekrarlamayı mutadımız haline getirdiğimiz seyahat planlamamızı bu yıl Ramazan ve bayram dolayısı ile ve de dergimizin ağustosun 17 ‘sinde planlanan buluşma organizasyonu sebebiyle biraz ertelemeli olarak Rabbimize çok şükür ki bu yıl da tamamlamak nasip oldu. Bu yıl üç Mustafa olarak düştük yola. İlk ikisi ‘Bozacı ve şıracı/Atav’ olarak malumunuz. Üçüncümüz yine bir Mustafa oldu. İyi ki de öyle oldu. Biz kendisinden memnun kaldık, yol refikliğinde umarız o da bizden memnun kalmıştır. Üç Mustafa 10 ağustosta çıktık yola… Yolda belirlenen, seçilen güzergahta selam saldık sağa sola… Aldığımız karşılıklara binaen ve zamanı hesap ederek verdik mola… Gördük anladık, test ettik ki hala bir ümit/umut var bu topraklarda! (Sağa sola selam, test etme ve bu topraklar ibareleri; ne olur sağa sola çekilmeden, algı ve anlayışımız test edilmeden, öteki berki şeklinde toprak bağımlı olarak algılanmasın!) Seyahat edin; inanın sıhhat buluyorsunuz! Bu birincil ve yakın faydası; diğerleri anlatmakla bitmez! Anlatmaya kelimeler, satırlar kifayet etmez. Yaşamak lazım! Her adımı ders, her mekanı ibret, her kişisi bir alem! Birbiri ile irtibatlı irtibatsız, ilgili ilgisiz! Midelerimiz kadar, gönlümüzün zihinlerimizin doluyor oluşu-boş yer daha çok olmasına rağmen- her şeye değer! İnsanlar, kardeşlerimiz kapılarını açtıkları, vakitlerini ayırdıkları kadar, kalplerini, gönüllerini de açıyor, imkanlarını da paylaşıyorlar olabildiğince cömert olarak. Bu ne büyük kârdır, haslettir; hesaba kayda kuyda sığmaz büyüklükte… Ne büyük umuttur; geleceğimize miras bırakılması, paylaşılarak, karşılıklı tekrarlanarak çoğaltılması, berkitilmesi gereken… Haberli habersiz; rahatsız etmeyi, edilmeyi de göze alarak! Öncen rezerve edilmeden, belki çat kapı denilebilecek evsafta ve fakat hesapsız, kurgusuz, ama kaygulu, amaçlı, bir temeli/arka planı olan… Aynı zamanda ziyaret edenin çaldığı her kapıyı aynıyla karşılamayı göze aldığı, bundan memnuniyet duyacağını açık çek olarak sunduğu bir mütekabiliyeti var bunun… Düşünün biz üç kişi sayısız kapıyı/kalbi yokladık; güzel karşılıklar gördük. Bu demektir ki kapılarımız/kalplerimiz sair kardeşlerimize/yolculara olduğu kadar önemle ve öncelikle bu dostlarımıza, gece gündüz, yaz kış, her hal ve şartta açıktır. Hem de sonuna ve son nefesimize kadar.

Zaten bu ilişkiler karşılıklı ve karşılıksız sürdürüldüğünde inşaalllah, Rabbimizin bereketine açık ve anlamlı olacaktır. Bunu çoluk çocuğumuzla, belki zamansız denilebilecek –protokole kapalı olarak- bir tarzda, belki karşılıklı sıkıntıya da katlanarak, ama fedakarane, samimiyetle gerçekleştirebildiğimizde bir farklı zemin önümüze açılmış olacaktır. İlişkiler, irtibatlar, teorik ve biraz sanal/yapay – mesaj, telefon ile özel gün ve gecelerde, teberrüken ve yasak savma kabilinden- olmaktan bu sayede kurtulabilecektir. Eskiden imkanlarımız daha azdı ama karşılıklı ziyaretler daha sık, dostluklar daha sıkıydı. İmkanlarımız arttıkça, iddialarımız mı azalıyor? Yoksa samimiyetimiz mi? Örneğin; düşünün, bir ağustos sıcağında, bir günlük bir görüşme için yurdun bilmem neresinden kalkıp belirlenen yere gelebilme fedakarlığı, her şey sayılamasa bile az bir şey midir? Az bir fedakarlık mıdır? Üç beş köfte için yapılabilecek bir şey midir bu? Elbette bir derdi dert edinmenin, aynı havayı solumanın, bir aidiyetin, bir endişe sahibi olunmasının karşılığı olsa gerek bu! Bu daha büyük fedakarlıklara aday, hazır ve nazır olunduğunun bir emaresi olarak da okunabilir! Bu hassasiyeti yitirmemek, diri tutmak gerek! Bu yolda herkes elinden gelenin en iyisini yapmakla ve bu irtibatları olabildiğince genişletmek için çaba göstermekle yükümlüdür! Alanı ve algıları daraltmadan, aramıza kardeşlik, diğerkamlık, empati, hoşgörü tohumları ekerek! Birbirimizi ekmeden, eksiltmeden, küsmeden küstürmeden ve kucaklayarak. Anlamaya ve dinlemeye hazır olarak. Toleranslı davranarak, kapıları açık tutarak.

Eleştiriye ve eleştirilmeye açık olarak. Neticede birbirimizi de razı etmek meselenin bir boyutu olsa da asıl mesele Rabbimizi razı edebilmektir. İlahi rızaya giden yol elbette birlik ve beraberlikten, dirlik ve dirilikten geçmektedir; bu yadsınamaz! Ama bu konuda olabildiğince tahammüllü ve kuşatıcı olmalıyız! Elbette bu, taviz taviz üstüne, ilkeler görmezden gelinecek anlamına gelmez! Lakin kendimizi hesap görücü, hakkın yegane mümessili olma noktasında görmemeliyiz! Elbette doğrularımızı doğrularla beraber, dosdoğru olarak, doğruluğu salık vererek sahiplenecek; doğrularımızla doğrulmaya, doğrultmaya da beraberce, gücümüz nisbetince çabalayacağız. Dışarıda öyle bir oluş ve akış var ki bunu bulunduğumuz gettolarımızdan, dar mekanlarımızdan ne görebilmek, ne de idrak edebilmek mümkün! Denilebilir ki ‘biz kendi alanlarımızdan sorumluyuz’; eyvallah, öyledir de, ‘çevre-merkez’, sınırlar ve mekanlar, davamızın büyüklüğüne binaen sahip olmamız gereken büyük mefkure gereği, gücümüzün boyutlarını daraltmadan, kişilerden olaylara, olaylardan olgulara geniş bir projeksiyona sahip olmamız gerekiyor. Vüs’atimizce! İmkanlarımızca! İddiamızın rengine göre! Niteliğimizin elverdiği niceliklere yönelik! Gittiğimiz her yer, gördüğümüz her kişi başka bir alem! Bir yerden bunların tümüne aynı ton ve dozda bir şeyler sunmak pek mümkün ve akıllıca gözükmüyor! Elbette genel geçer, zamana ve mekana, kişilere göre değişmeyen teklifler olacaktır, olmalıdır. ama kalbe/gönüle değmeyen salt teorik endeksli, soyut söylemler ne yazıktır ki, kuşatıcı olamıyor! Değiştirmiyor, dönüşümü engellemeye yetmiyor! Farkındalığı fark ettirmek, sözü görünür kılmak, niteliği hissettirmek gerekiyor.

Bunun için de farklı bir seferberlik gerekiyor! Reorganizasyon gerekiyor! ‘Hırsız-ev sahibi’ hikayesindeki diyalektiği unutmadan! Zaman geçiyor; henüz geç değil ve hepimizin yapabileceği bir şeyler mutlaka var! Bakınız; gittik gördük, tanıştık tartıştık, hemhal olduk dertleştik, konuştuk dinledik; teati ettik paylaştık! Konuşmadığımız hemen hiçbir şey kalmadı desem yeridir. En uçlarda, en uçuk konuları da işittik, irdeledik! Bildiğimiz ulaşabildiğimiz doğruları paylaştık, hatırlattık. Uyardık, uyarıldık! Anladık ki; salt kelam ve kalem boyutunda bırakılan hiçbir şey, bir anlık bir karşılıklı diyalog kadar etkili ve iz bırakıcı olamıyor! Uzaktan, özellikle sanal alemde, kelime ve sözlerin kurşun, ok ve kılıç gibi kullanıldığı atışmaların, söz ve ses patlamalarının/deşarjlarının, ‘gözünün içine bakma sıcaklığına erişmeden’, ‘karşınızdakinin kalp atışını ve nefesini hissetmeden’ herhangi bir getirisi yok, götürdüklerinin, silip süpürdüklerinin yanında! Hal dilini okumadan olmaz! Jest ve mimikleri okumak, kayıtsızca ve uçarı olarak yazılmış harf dizgelerini okumakla kıyas dahi edilemez! Özellikle son zamanlarda aşırı politize olmanın getirdiği depolitizasyonu, apolitizasyonu görmek gerek! Hemen herkes ucu ak p’ ye dayanmayan bir cümle kuramamamızdan muzdarip! Ama gel gör ki bundan vareste kalabilmek için çok gayret gösterilemediği de bir vakıa! Alim cahil ayırımı dahi kalamadı bu konuda! Zaten alimlerimiz/aydınlarımız(!) de sürece eklemlendi gitti ne yazık ki! Kalanları da biz mahkum ediyoruz, ellerimizle, sözlerimizle! At izinin it izine karıştığı bir hengame bu! Kafalar karışık; karmakarışık hem de!

‘Sözü dinleme, en güzeline uyma’ hassasiyeti hak getire! Sunacak bir tezleri yokmuş gibi hareket etmesi ne acı Müslümanım diyenlerin! Herhangi bir şeyin alternatifi, karşıtı, antitezi haline indirgenmesinden daha vahim bir olgu var mı İslam’ın? ‘Medeniyet projen ne’ sorusunu soranların aynı İlahi projenin konusu kılındığımızı unutmaları kadar utanılacak bir zül var mı? Bedenlerin esaretinden zihinlerin esaretine evrildik; ağlayanımız yok! Kavramlarımızı yitirdik; farkında olanımız yok! İmkanlarımız artarken iddialarımızı yitirdik; kaygusunda olan kalmadı! İlaç, reçete ellerimizde de; bilenimiz, duyanımız, görenimiz, idrak edenimiz nerede? Küresel oyunları doğru okuyamadan oyalanıp duruyoruz! Mehdi Mesih beklemekten(!) daha aciz, daha aşağılık pozisyonlara düşmüş kalmışız; zira kimden itsimdat edeceğimizi dahi bilmiyoruz, üstelik güya günde kaç kere Fatihayı okuyup duruyorken! Bizi ellerimizle bu duruma itenlerden medet umuyoruz! Ateşi yakıp tutuşturanlardan, ateşe körük taşıyıp benzin dökeceklerini bile göre aldandıkça aldanıyor, aşağılara düştükçe düşüyor, aşağılanıyoruz! Firavun düzenine öykünen İsrailoğulları gibiyiz; Bilal-i Habeşi örnekliğimiz dururken! Hz. Peygamberin sahih sünneti ve yöntemi ortada iken, onu havada/ortada bırakıp te’vile, işi kitabına uydurmaya can atıyoruz! O mefsedetten can devşirmeye çabalıyoruz! Şimdi birileri kalkıp yine ‘mazoşizm’, belaya davetiye, açılan alanları yadsıma olarak okumalar yapacaklar ki işte bu, eyvah ki eyvah, ört ki ölem noktasıdır! Neyse, bir kişi/kişilik varsa umut da var. Konuşup dinleyebilenlerimiz kaldıysa bir çanlılık alametidir bu. Eleştirip eleştiriye kulak verenlerimiz kaldıysa ne mutlu! Konuşup yazacak şey çok da kalpten kalbe giden yolu yol edinmek, izini takip etmek, arifane, sözün künhünü okuyabilmek ve dahası yaşamak gerek!