SAĞ SİYASİ DÜŞÜNCENİN ANLAŞILMASI ÜZERİNE BİR DENEME

ENES GÜNASLAN

VAN 24.07.2017 09:54:34 0
SAĞ SİYASİ DÜŞÜNCENİN ANLAŞILMASI ÜZERİNE BİR DENEME
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Merkez sağın şeceresi içerisinde baktığımız zaman 50’ler 60’larda  DP ve AP sağın bütün kanatlarını temsil eden kompleks yapılardı. Sağın bütün renkleri bu kompleks altında barınabiliyordu. 60’lı yılların sonuna doğru milliyetçi, ülkücü ve Milli görüşçü yapıların ayrılmasıyla bu blog dağıldı. Sonra 80’lerin sonunda Anavatan ve Özal’le birlikte yeni bir deneyim yaşandı. ANAP yeni sağı temsil eden politik bir formasyondu. Yeni sağın bütün uç akımlarını ehlileştirip merkeze çekme fonksiyonu icra ediyordu. Avrupa’da da durum üç aşağı beş yukarı bu şekilde tecrübe edilmişti. 
Bu makalede, Türkiye’nin Müslüman deneyimlerinin sekülerlikle ilişkisini tartışırken, modernleşme sürecinde Müslüman zihni ve pratikleri “sağ siyaset-merkez sağ ve özelde Milli Görüş ve Ak Parti deneyimi” üzerinden konumlandırmaya çalışacağımızı ifade edelim. Öncelikle sekülerliğin etkilerinin Türkiye’ye modernleşme süreci içerisinde ve bir takım pratikler üzerinden girdiğine şahitlik ettiğimizi anımsayarak başlayalım. Sekülerlik kavramını duyan ortalama bir okuyucu veya dinleyici, ilk başta kavrama karşı bir yabancılık hissi duyabilir ve kendi yaşamındaki tekabüliyetine dair de bir konumlandırma sorunu yaşıyor olabilir ve bu bağlamda sekülerliği entelektüel bir argüman olarak değerlendirebilir. Kavram Türkiye’nin modernleşme tarihinde merkez-çevre geriliminde merkezin çevre üzerindeki tahakküm taleplerinde anahtar bir kavram olmasıyla da dikkat çekici boyutlar taşıyor. Sekülerleşme merkezin çevreyi dönüştürme taleplerinin temel kavramsal enstrümanı olarak değerlendirilebilir. Sekülerlik kavramına dair kavramsal bir çerçeve çizdikten sonra, Türkiye Müslümanlığına dair deneyimleri ve yaklaşımları seküler içerimler açısından tartışmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi Avrupa tarihinde, Rönesans ve Reformasyon süreçleri, kilise ve ruhbanların otoritesinden giderek bir irtifa kaybı oluşturmuştu. Rönesans bir süreç olarak öte dünyacılık ve ruhaniliğe karşı bir eleştiriyi ihtiva etmekteydi.  Martin Luther’le özdeşleşen Reformasyon süreci de, aslı itibarıyla hem dünyevi imtiyazları hem de dini referansları sorgulayan bir hüviyet taşıyordu. Peki bu süreçler nasıl okunmalıdır?
Bu bağlamda İngilizce’de “secular” kelimesi, bu dünyanın işleri ile ilgili olup, spritüel ya da kutsalla ilişkili olmayan, dini ve dini inançlarla ilgili olmayan gibi anlamlara gelmektedir. Benzer şekilde seküler sıfatı, dinin sosyal ve kültürel bazı yönlerinin daralması bağlamında anlam bulur. Bu durumda sekülerleşme, dini aktivite, gruplar ya da fikirlerin toplumun diğer karakteristiklerinden ayrılmasını ifade eder. Sekülerleşme bağlamında dinin zayıflaması ve otorite kaybı, bir boyutuyla modern dünyanın doğuş trendi ile ilintilidir.
“The Secular City” (Seküler Şehir)  isimli meşhur eserinde Harvey Cox’a göre İnsan, dünyayı kendi kuracak, Tanrı’ya müdahale ettirmeyecek; fakat Tanrı’yı kendi mekanında (Kilise) ziyaret edecek ve sevecektir. Buraya kadar Batı tarihi içerisinde sekülerliğin oturduğu zemini kısaca netleştirmeye çalıştık. Şimdi kavramın Türkiye’de nasıl anlamlandırıldığı üzerinde durmaya çalışalım.
Türkiye’de Sekülerizmle olan ilişkinin temel karakteristiğini belirleyen şey, Osmanlı’nın yenilgi koşulları içinde bulunmasıydı. Dolayısıyla Batı modernleşmesi ile Müslümanların ilişkisi, doğal seyri içinde bir etkileşim olmamıştı. Bu malumatla birlikte konuyu farklı boyutlarıyla değerlendirmeye devam edelim.
Öncelikle “Türkiye Müslümanlığı” kavramıyla neyi kastettiğimizi kısaca belirtmeliyiz. Biz bu kavramla, Türkiye sınırları içerisinde var olan ve gerçekleşmiş bulunan İslam’a dair tüm deneyimleri kastediyoruz. Bu deneyimlerin Aziz İslam ile irtibatının sahih olup olmaması, tartışmanın dışındadır. Kavram, kendisini Türkiye sınırları içinde Müslüman olarak niteleyen insan unsurunun İslam’ı siyasal ve toplumsal düzeyde nasıl deneyimlediklerini -yani gerçekleşmiş bulunan yaşanmışlıkları- ihtiva etmektedir.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğine doğru gittiğimiz şu zaman diliminde, iki önemli sosyolojik realiteye dikkat çekmeliyiz. Birincisi, daha önce çevrede bulunan, yerel ve merkezi iktidar süreçlerinden dışlanan bir grup iktidara geldi ve bununla bağlantılı olarak daha önce çevrede bulunan kitle, yükselen sınıflar içinde yer almaya başladı. İkincisi de, bu yükselen sınıfların maddi refah düzeyleri eskisine göre artmış oldu. Bu durum yeni yaşam biçimlerini de beraberinde getirmiş oldu.
2000’li yıllarda Türk Sağının ideolojik oluşumunu ve Ak Partinin yorumlanması meselesini olabildiğince Türkiye’nin siyasal düşünce tarihinin geniş bağlamı içerisinde ele almamız gerekmektedir. Özellikle de aktüaliteye takılı kalmadan. Ak Parti (Ak Kadrolar) Türkiye’de, “merkez sağ” olarak nitelendirilen yapıyla, İslamcı akımın türevsel orta yolunu temsil etme kabiliyeti taşıyordu. Ak Parti bu anlamda nasıl bir entegrasyonu temsil ediyor, merkez sağın içerisinde nasıl bir dönüşüme tekabül ediyor? Ak Parti deneyiminde Türk sağının hangi temel ideolojik motiflerini, hangi devamlılıkları ya da kopuşları görüyoruz? Türkiye Müslümanlığı üzerinden mi bir Ak Parti okuması yapalım, yoksa Ak Parti üzerinden bir Türkiye Müslümanlığı okuması mı yapalım?
İlk olarak şuradan gidelim. Biliyorsunuz bir Anglosakson sınıflandırma şeması vardır. Bir merkez vardır bir de uçlar vardır. Böyle konumlandırıyor siyasal bilimler. Fransız Kurucu Meclisi’nin ilk toplantısındaki oturma düzeninden beri sağ kavramı kraliyet yanlılığından dolayı gericilikle (muhafazakârlıkla), sol kavramı da radikallik (devrim) ve eşitlikle ilişkilendirilmiştir. Türkiye’ye bu şemadan yaklaşacak olursak DP ile başlayan AP ve ANAP çizgisiyle devam eden bir merkez sağdan bahsedilir ve bir de sağa bakınca bir ucu ülkücü damar MHP, bir başka ucu da Milli Görüş geleneği oluşturur. Bu geçersiz bir şema değildir. Ak Parti’nin en temel özelliği bu merkez sağ gelenekle Milli Görüş geleneğinin çok güçlü ve organik bir bileşimini gerçekleştirmiş olmasıdır.  Böyle özgün tarihsel bir konumu var.
Merkez sağın demokrasiyi temsil etme iddiası öncelikle dayandığı geniş kitle nedeniyledir. Bunu açıklayan önemli bir teori merkez-çevre ilişkisidir. Edward Shils’e göre, merkezi değer ve inançlar toplumun merkezi kurumlarının tepe noktalarında bulunan elitler tarafından oluşturulur ve yayılır. Çevre ise merkezin oluşturduğu değerlerle ortak kültüre bağlanır. Merkez çevre ilişkisini Türk siyasetine uyarlayan Şerif Mardin’e göre; merkez çevre arasındaki çatışma bir yüzyıldan fazla süredir devam eden modernleşme süreci içerisinde Türk siyasetinin altında yatan en önemli toplumsal çatışmadır.
Merkez sağın şeceresi içerisinde baktığımız zaman 50’ler 60’larda  DP ve AP sağın bütün kanatlarını temsil eden kompleks yapılardı. Sağın bütün renkleri bu kompleks altında barınabiliyordu. 60’lı yılların sonuna doğru milliyetçi, ülkücü ve Milli görüşçü yapıların ayrılmasıyla bu blog dağıldı. Sonra 80’lerin sonunda Anavatan ve Özal’le birlikte yeni bir deneyim yaşandı. ANAP yeni sağı temsil eden politik bir formasyondu. Yeni sağın bütün uç akımlarını ehlileştirip merkeze çekme fonksiyonu icra ediyordu. Avrupa’da da durum üç aşağı beş yukarı bu şekilde tecrübe edilmişti. Avrupa’daki Hristiyan demokrat partiler faşist ve Neonazi denen akımları kibarlaştırıyorlardı. Burada Ehlileştirme ve Meşrulaştırma arasında bir diyalektik söz konusuydu. Yeni sağ dediğimiz bu çığırı anlayamazsak Ak kadroların çıkışını da doğru anlayamayız. Merkez sağın hikayesi kısaca bu.
90’lı yıllar ise tabiri caizse merkez sağın formatının kaydığı, adeta şanzımanının dağıldığı bir kriz dönemiydi. Ak Parti’nin kurulması ve 15 yıllık iktidar deneyimi ile sağ açısından bu kriz aşıldı. Milli görüşün kendi tarihi ve dönüşümü içerisinde Ak Partinin nasıl bir hasıla olduğunu da değerlendirmemiz gerekmektedir. Milli görüş ilk kurulduğunda milliyetçi ve muhafazakar renkler ağırlıktaydı. Milliyetçi muhafazakar ideolojinin evreni içerisinde yer alıyordu. 80’lerde Ortadoğu’da yükselen radikal İslamcılık trendinin yükselmesinin de etkisiyle bu etkiden kısmi olarak Milli görüş de etkilendi. Sistem karşıtlığı, kapitalizm eleştirisi, devlet geleneğinin (otoritenin) sorgulanması temalı, sol esinli sol damgalı bir etki söylemi geliştirildi. Özellikle Adil Düzen programıyla kent yoksulları/yoksulluğuyla yeni bir bağ kuruldu. Alt sınıflara yükseliş vadeden antikapitalist söylemle birlikte yeni bir sol popülist damar açıldı. Politik strateji olarak da ikili bir yaklaşım ortaya çıktı. İlkinde mevcut sisteme alternatif bir sistem kurarak onunla sisteme meydan okuma denemeleri vardı. İstanbul’da Sultanbeyli ve biraz da Başakşehir deneyimi bunun örneği kabul edilebilir. Kısmi de olsa İslami hayat tarzının gerçekleştiği bir getto denemesi olarak tarihlere geçti diyebiliriz. Diğer bir yaklaşım ise sistemin kendi işleyişi içerisinde bir mücadele anlayışı geliştirmekti. Bu kararsızlıklar ve ikili iktidar stratejisinin kendi içinde de tıkanması nedeniyle, işleyen süreç sonunda da 28 Şubat süreci yaşandı. Ak Partiyi doğuran dönüşüm bu deneyimin muhasebesi üzerine oldu. Sisteme nüfuz etmenin temel yolu olarak Adil Düzenin antikapitalist yaklaşımına karşı adeta ultra kapitalizm dönemine geçildi. Klasik Adil Düzen’in çok naif bir çerçevesi vardı. Bir çeşit zenginden alıp fukaraya verme gibi Robin hood romantizmini anımsatıyordu.
Artık daha realist, sermaye birikimi stratejisindeki maharetle sistemi fethetmek düşüncesi daha cazip hale gelmişti. Üstelik artık bunun dayandığı sınıfsal bir taban da oluşmuştu. Sadece siyasilerin/karizmatik liderlerin aldığı bir kararla başlamadı bu süreç. Adına Anadolu Sermayesi/Yeşil Sermaye de denen yeni bir sınıf oluşmuştu ve bu sınıfın talepleri vardı. Sözünü ettiğimiz merkez sağın yaşadığı krizle milli görüşün bu dönüşümü mükemmel bir şekilde buluşmuş oldu ve bu muhasebenin neticesinde sahneye Ak Parti çıktı. Bu süreç itibari ile milli görüşün de dönüşmüş haliyle İslamcı gelenek merkeze taşınmış oldu.
Peki Ak Parti ideolojik olarak büyük sağ gelenek içerisinde hangi devamlılıklara tekabül ediyor? Bunu merkez sağ açısından bayrak haline gelen bazı kavramlar üzerinden açmaya çalışalım.
“Milli İrade” Kavramı: Büyük sağ geleneğin ve son demde Ak Parti’nin temel meşruiyet kavramıdır. Hayatı dar ağacıyla sonlandırılan merkez sağın ilk büyük sembol ismi kabul edebileceğimiz merhum Başbakan Adnan Menderes 1950 seçim sonuçları için “Atatürk devrimlerinin en son halkasıdır, tekamülüdür.” demişti. Çünkü Menderes’e göre milli iradenin gerçek tecellisi bu şekilde sağlanmıştı. Aslında bu merkez sağın kendini açıklama şeklidir. Sağın büyük siyasi başarısının arkasında bu vardır. Yani insanlara “sen meşruiyetin kaynağısın” diyen buradaki gücü görmek gerekir. Bu milli iradeciliğin bir de otoriteryenizm boyutu vardır. Yani siyasi erke sahip olan çoğunluğu temsil eden irade tek bir erktir. Bölünmez ve sorgulanamaz. Bir de milli iradeci söylemin anlayışı içerisinde “milli” kavramına dikkatleri çekmemiz gerekebilir. Çünkü milli irade çoğunluğu temsil etme iddiasından ziyade milleti (bütünü) temsil etme iddiasına dayanır. Bu sayısal bir meşruiyetin ötesinde nitel bir meşruiyete tekabül eder.
Milli iradecilik, milletin hasletlerini ve kimliğini temsil edenin her şeyi yapabileceği algısını da içerir. Bunu sorgulamak da milli iradeyi sorgulamak anlamına gelir. Burada siyasi hasımların kriminalize edilmesi ve şeytanlaştırılmasında milli iradecilik size imkan verebilir. Siyasi hasımlar hasım olarak görülmenin dışında, aslında toplumun organik bünyesine ait olmayan unsurlar olarak görülürler. Gayrimeşrudurlar. Siyasi hasımlar/alternatifi olanlar hasım değil düşmandır. Çünkü hasımlık sürdürülebilir bir rekabettir. Düşman ise ortadan kaldırılması düşünülendir. Bu önemli bir farktır. Milli iradeciliğin böyle bir boyutu da var.
Bu şeytanlaştırma boyutuna değinelim biraz. Bu çerçevede sağın uzun tarihi üzerinde düşündüğümüzde antikomünizm algısına da değinmemiz gerekmektedir. Artık zamanımızda kendisiyle uğraşılması ve mücadele edilmesi gereken komünistler bulunmadığı gibi, soğuk savaş döneminde olduğu gibi öyle heyula gibi dolaşan bir şeytan da yok ortada. Ama yine de antikomünizm bir zihniyet kalıbı olarak yaşıyor. Düşmanlaştırma pratiğinde antikomünizm refleksi elverişli bir malzemeye sahiptir. Komünizm tehlikesi ya da tehdidi olarak tahayyül edilen şey aslında modernizmle cebelleşmedir. Kontrolsüz modernleşmeyle birlikte düşünülür. Milli bünyeye uydurulmayan, kontrol edilemeyen modernizm sonunda komünizme zemin hazırlar, fikri vardır. Yerli ve milli olan her şeyin önemsizleşmesi, nicel olanın nitel olana baskın çıkması, hedonizm, hazcılık, sadece işlevsel ve pratik olana değer verilmesi, değersizleşme vs. akla gelir.
Millileştirilmemiş bir modernizm müthiş bir değer erozyonuyla birlikte bizi komünizme götürür endişesi vardır. Aynı endişe İslami düşüncenin yaygınlaşması hususunda da varlığını hissettirmektedir. Kontrol altında tutulamayan, ehlileştirilmemiş ve millileştirilmemiş bir İslam bizi DEAŞ örnekliğine, TALİBAN örnekliğine götürür gibi bir endişe mevcuttur. Özellikle de 15 Temmuz sonrası Müslüman Türkiye sosyolojisinin kahir ekseriyeti bu kanaattedir. Hali hazırdaki sistem karşısında açık bir teklif olarak duran ve son derece muazzam bir potansiyel olarak var olan aziz İslam karşısında sistem açısından bu endişe yersiz de değildir. Müslümanların nitelikli ve tutarlı gayretleri bu endişenin yönünü değiştirecektir şüphesiz. Ama muhafazakar toplum modeli inşasında sistem açısından herhangi bir endişe kaynağı göze çarpmamaktadır. Çünkü muhafazakarlık pekala alternatif bir modernleşme tasarısıdır.  Modernizmin İslami geleneğin içine nüfuz ederek tedrici olarak ilerlemesi halidir. İslamcı sağın modernleşme tasarımının buraya oturduğunu söyleyebiliriz. Bu tasarımın bir kanadı Ziya Gökalp düşüncesine dayanmaktadır. Ama aslında Türk sağının tüm unsurları için daha belirleyici olan referans isim Prof.Dr. Mümtaz Turhan’dır. Bu açıdan “Garblılaşmanın Neresindeyiz?” kitabı önemlidir. Orada serbest kültür deneyimleri ve mecburi kültür deneyimlerinden bahseder. Sağlıklı bir modernleşme devlet ve toplumun barışmasıyla meydana gelebilir, der. Somut gündelik hayata pratik faydalar getirerek, insanları modernizmin somut nimetleri ile tanıştırarak moderneleşebilirsiniz, der. Zorla şapka taktırarak ya da millete zorla senfoni dinleterek bu iş olmaz. Demirel örnekliği bu hususta başarılı bir icracı olması anlamında dikkate değerdir. Demirel örnekliği modernizm konusunda özellikle refahı talep etmekle eşdeğer bir olgudur. Yani Dekartla, Rasyonalizmle, baleyle, senfoni ve klasik müzik dinle(t)mekle falan insanları heyecanlandıramazsınız. Bunlarla modernizm olmaz. Para, kredi, Avm, teşvik, yol, banka, traktör vs. bunlarla olur. Bu merkez sağın genel stratejisidir. Bu yönüyle merkez sağ, ülkücüler ve İslamcılarla da aynı karede durmaz. Der ki, siz bu milli kültürü koruma, modernizmin zararları, dinsizleşme, değersizleşme, şu, bu vs. siz bunlarla kavga etmeyi bırakın. Memleket zenginleşirse bunlar zaten hallolacak şeyler. Bu kavgalara gerek kalmaz şeklinde pragmatik bir modernleşme algısı vardır. Bu tasavvur açısından yakın ve orta tarihimizdeki “Batılılaşma” ideali de aslında tamamen kaybolmuş da değildir. Batı dediğimiz yer neresiydi? Cumhuriyet ve Tanzimat kuşağı için Fransa ve İngiltere’ydi. Bu yeni tasavvur için Batı Amerika’dır. İdeal olan Amerikan modernleşmesidir. Öyle çok işin kültüründe veya ideolojisinde olmayan, ekonomiye bakan, pratik, yani ne yapılabiliyorsa o olan, yani illa tam teşekküllü rasyonalizmi, aydınlanması falan olmayan, Latin edebiyatı ile vs. tamamlanması gerekmeyen rahat bir modernleşme. Bu söylemin çok büyük bir gücü var. Çünkü insanlara refah vadediyorsunuz. Yani insanlara “ben sizi değiştirmekle meşgul değilim, ben size hizmet üretiyorum” söylemi gerçekten de çok güçlü bir söylemdir. Kalkınmayı, gelişmeyi başlı başına bir değer olarak görmek. Tabi bunlar sadece öncesinde dediğimiz gibi idari bir farklılıkla çok alakalı değil. Sadece liderlerin şahsi karizmalarıyla ve yetkileriyle aldığı kararlarla alakalı değil. Kapitalistleşme iştahı ve kapitalizmin bütün yaşam alanlarına nüfuz etmesi, her şeyin performans ve verimlilik mantığına tabi hale gelmesi vs. Bunda en büyük etken neoliberal bir çağda yaşıyor olmaktır.
Bu tespit, sadece Ak Partiyi anlama adına değil, son 15-20 yılın Türkiye’sini, kapitalistleşme sürecindeki bu yeni vitesi anlamak için önem arz etmektedir.
Türk siyasal düşünce tarihinin sahip olduğu bazı kemikleşmiş algılar vardır. Sağ ve sol tanımlarında bu algılar belirleyicidir. Mesela 80’li yıllarda dönemin medyasında özellikle sağın takip ettiği ve şeyh’ul muharririn olarak kabul edilen yazarlardan Ahmet Kabaklı tarihi referansı olan bir tanımlama yapar. Der ki, sol Timur’dur. Sağ ise Beyazıd’dır. Sol; yıkma, karşı çıkma, nifak çıkarma imajını temsil eder. Sağ ise, yapıcı olanı ve kurucu imajı temsil eder. Yani sağ, ben oluruna bakıyorum, ben yapıyorum, demektir. Eser vermektir. İnsanlar bu siyasal söylemin gücünden dolayı fütursuzca inşa edilen birçok garabet yapıya da “eser” diyebilmektedir. Bu maddi medeniyet patlaması adına inşa edilen her yapıya “eser” adını vermek müessirlerin rütbe-i aklını da ortaya koymuş oluyor. Yalnız burada bir hakkın teslim edilmesi adına bir parantez açmamız gerekiyor. Milletin gerçekçi ihtiyaçları karşısında üretilen gayret ve hizmetlerin de takdire şayan boyutları olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. En azından maddi medeniyet anlamında Türkiye’nin yaşadığı acı tecrübeler karşısında, insanımızı merkeze alarak atılan birçok adımın da olduğunu zikretmemiz gerekiyor.
Lakin sonuç itibari ile kapitalist üretimle toplumsal ilişki sistemini hayatın her alanına taşıyan bir mevcuttan bahsediyoruz. Artık tek özgürleştirici ilişki “piyasa”dır. Piyasa ilişkisidir. Piyasanın önündeki bütün engelleri kaldırma en temel hedefler arasındadır. 1. Meclisin ünlü muhalif muhafazakar figürlerinden biri olan mebus Hüseyin Avni Ulaş’ın bir sözünde ifade ettiği gibi, iktisat amillerini rencide etmemek gerekir. Muhafazakar demokrasi telkinlerini bu boyutlarıyla da hesaplamamız gerekmektedir. Öyle veya böyle toplum yeni trend ideolojik içeriklerle, yaşam modelleriyle ve yeni siyasal söylemlerle yeniden kurgulanıyor. Millet dediğimiz özneyi de yeniden biçimlendirmeye yönelik bir kültür politikası benimseniyor. Ortada olan aslında çok kararlı bir toplum mühendisliği.
Bahsi geçen mevzuların bütün problemli boyutlarını global süreçlerin neticesi olarak değerlendirebilirdik ama bu meselenin üzerimizdeki sorumluluğundan kaçtığımız anlamına gelir. Zaten bu anlattıklarımız global süreçlerle de örtüşüyor ve örtüştüğü için de mümkün oluyor. Buna rağmen bu yazdıklarımızın büyük çoğunluğunun kendi iç dinamiklerimizle açıklanabileceğini unutmamamız gerekiyor. Bizim siyasal düşünce tarihimizi iyi bir tenkid sürecinden Müslümanca bir bakışla geçirmemiz gerekiyor, diyerek noktamızı koyalım.
 
 
Kaynakça:
Menderes Çınar, “Merkezsiz Siyaset Siyasetsiz Merkez”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Dönemler ve Zihniyetler, Ed. Murat Gültekingil, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.497.
Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.
Murat Belge, “Mustafa Kemal ve Kemalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-2, Kemalizm, Ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
Harvard”ın teoloji profesörlerinden Harvey Cox, The Secular City başlıklı kitabı /http://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/sekuler-kent-saatli-bomba-28564
MERT, Nuray (2007), Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar, İstanbul.
Türkiye’de Merkez Sağ İdeolojisini Siyasi Hareket Üzerinden Temellendirme Denemesi, Baki Erken, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:14, Sayı:2, Haziran 2016.
Mustafa Tekin, Batı’da Sekülerlik ve Türkiye Müslümanlığının Seküler İçerimleri, İnsan & Toplum, 2 (4), 181-204.
Türk Sağının Üç Hali, Tanıl Bora, İletişim Yayınları.
Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Altınordu Yayınları.
Temellerin Duruşması 1, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları.
Birinci Meclis’in ünlü muhalifi Hüseyin Avni Ulaş http://www.dunyabulteni.net/haber/120627/huseyin-avni-ulas-kimdir

iktibas dergisi