RESUL VE NEBİ ARASINDA FARK VAR MI?

Müslümanlar arasında sürekli tartışılan konulardan biri de, resûl ve nebî’nin ayrı anlamlarda olduğu konusudur. Bu bağlamda çeşitli görüşler ortaya konmuştur fakat ortaya atılan iddiâlar “Kur’ân bütünlüğü”nden bakıldı?

VAN 20.10.2016 11:16:31 0
RESUL VE NEBİ ARASINDA FARK VAR MI?
Tarih: 01.01.0001 00:00
Hârûn Görmüş
“Kitapta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).
Müslümanlar arasında sürekli tartışılan konulardan biri de, resûl ve nebî’nin ayrı anlamlarda olduğu konusudur. Bu bağlamda çeşitli görüşler ortaya konmuştur fakat ortaya atılan iddiâlar “Kur’ân bütünlüğü”nden bakıldığında tutarlı değildir. Resûl ve nebî arasında fark olduğunu söyleyenlerin delilleri, “Kur’ân bütünlüğüne” uygun değildir. Bir-kaç âyetten yola çıkarak öyle bir farkın olduğu sonucuna varıyorlar. Fakat bunu “sünnetten kopuk” olarak inceledikleri için mecbûren yanlış sonuçlara varıyorlar. Çünkü bir iddiâ, bir tez; Kur’ân’ın tüm âyetlerine uysa, fakat “sâdece birine uymasa ve aykırı olsa” bile, o iddiâ ve tez yine de yanlış olur. Çünkü Kur’ân bir organizma gibidir ve onun, değil bir âyetini, bir kelimesini bile bütünlüğünden ayıramazsınız. Ayırdığınızda mecbûren yanlış sonuçlara varırsınız.
Resûl ile nebîyi ayırdığınızda, îmânın şartlarından olan “peygamberlere îman”, “resûle mi yoksa nebîye mi îmandır?” sorusu gündeme gelir. Birine yapılıp da diğerine yapılmayan bir îmandan mı bahsedeceğiz?. Bakara 177. âyette, îman edilecekler arasında peygamberler de vardır ve bu peygamberler, “nebî” olarak ifâde edilir. Fakat bu, resûle de îman etmek anlamındadır. Zâten Nîsâ 136. âyette de, “resûle îman”dan bahsediliyor. Bu âyetler şu şekildedir:
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere (ve en nebîyyine) îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).
“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine (resûl) indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini (ve resûli-hî) ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).
Arka-arkaya gelen âyetlerde hem nebî, hem de resûl kelimelerinin kullanıldığını da görürüz:
“Ey îman edenler, seslerinizi Peygamberin (en nebîyyi) sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. Şüphesiz, Allah’ın Resûlü’nün (resûli allâhi) yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kâlplerini takvâ için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır” (Hucûrat 2-3).
Görüldüğü gibi; aynı konuda bir uyarı ve öneri yapılırken, arka-arkaya gelen yâni konu bütünlüğündeki iki ayetten ilkinde “nebî”, ikincisinde ise “resûl” kelimesi kullanılıyor.
Mustafa İslamoğlu, resûl ile nebî arasında fark olduğunu ve bu farkın dil açısından da desteklendiğini söyleyerek; “ve” bağlacı iki şeyi birbirinden kesin olarak ayırır” der. Fakat Tevbe Sûresi’nde: “(Bu,) Müşriklerden kendileriyle antlaşma imzâladıklarınıza Allah’tan ve Resûlü’nden (ve resûli-hi) kesin bir uyarıdır” (Tevbe 1) denir. Şimdi “ve” bağlacının iki şeyi birbirinden kesin olarak ayırdığını kabûl ettiğimizde, bu âyette Allah ve Resûlü’nün kesin olarak birbirinden ayrıldığını görmemiz ve “Allah’tan bir ihtar, Resûlü’nden de ayrı bir ihtar” verildiğini mi anlayacağız?. Buradaki ihtar tabî ki de tek bir ihtardır. Demek ki “ve” bağlacı Kur’ân’ın bütünlüğünde “kesin ayrım” anlamında işlemiyor. Zâten dediğimiz gibi; sorun, “Kur’ân bütünlüğüne uymama” sorunudur.
Mustafa İslamoğlu: “Nebî ‘haberin kaynağına nispetle’ verilen, resûl ise, ‘haberin hedefine nispetle’ verilen isimdir. Haberin kaynağından haberi almaya nübüvvet, alınan haberi ulaştırmaya risâlet denir. Kelamcılar; ‘her resûl nebîdir, her nebî resûl değildir’ derler. Nebî haberi sâdece kendisi için de alabilir” der. Bu konuda Hz. Meryem, Hz. Mûsâ’nın annesi ve arı örnekleri verilir. İyi de onlar peygamber değil ki!. Allah onlara “peygamber” olarak mı seslenmiş?. Onlara peygamber olarak mı söylüyor?. Vahiy almak için bir “şuur” gerekmez mi ve arıda insandaki gibi bir şuur var mıdır?. Olmadığına göre, demek ki orada bahsedilen vahiy, “içe doğma” anlamında, “ilham” diyebileceğimiz türden bir vahiydir. Cebrâil, arıya, Peygamberimize geldiği gibi gelmemiştir herhâlde. Buradan, vahyin derecelerinin olduğunu anlıyoruz. Hattâ bâzı vahiyler bâtıldır. Bilindiği gibi şeytan da dostlarına vahyeder: (En-am 121). Şimdi, vahyediliyor diye şeytanın dostlarını da mı nebî olarak kabûl edeceğiz?. Dolayısı ile onlar nebî ve resûl değildirler. Allah’ın yardımına mahzar olmuşlar ve ilham alarak içlerine bir “doğuş” olmuştur. Meryem’e, Mûsâ’nın annesine, arıya vs. vahyedilirken onlara ne deniyor ki?. Nebî mi resûl mü?. İkisi de değil. Kişinin kendisine hitâben söyleniyor. Onlar nebî olmadıkları gibi resûl de değildirler.
Abdulaziz Bayındır da: “Nebî haber alandır. Allah’tan vahiy alan kişiye nebî denir. O alınan vahyi insanlara tebliği etme işine ve tebliğciye de resûl denir. Vahiy alanların hepsi hem nebî hem de resûldür. Peygamberimiz her zaman nebîdir, ama her zaman resûl değildir” diyerek aynı yanlışa düşer. Resûl ve nebîyi ayırmakla yanlışa düşüyorlar. Hâlbuki, “resûl-nebî Muhammed” ile, “insan Muhammed”i ayırsalardı doğru yapmış olurlardı. Çünkü Hz. Muhammed, her zaman hem nebî hem de resûl değildir, ama her zaman insandır. Çünkü Peygamberimiz her zaman tebliğ (resûl) yapmadığı gibi, her zaman vahiy de almaz (nebî). Fakat meselâ her zaman nefes alır, çünkü insandır. Aslında bu ayrım çok önemli değildir. Çünkü Peygamberimiz, ondan 1.400 yıl sonra yaşayan benim için de Peygamberdir ve hem resûl, hem de nebîdir. Ben o’na, hem resûl, hem de nebî olarak itaat ederim. O ayrım belki sâdece hayatta olduğu zaman bir anlam ifâde edebilir. Fakat bunun yerine; o’nun hem resûl-nebî yönü, hem de insan yönü vardır denmesi gerekir. Hatâları da zâten insan yönü de olduğu içindir. “Hatâsızlığını resûllüğü, hatâsını da nebîliği gösterir” dendiğinde, insanlığını ne gösterecek o zaman?.
Peygamberimiz vahiy alırken nebî, vahyi tebliğ ederken resûl imiş. Ee, ne olmuş?. Şimdi, absürd bir laf olarak; “Peygamberimiz her zaman nebîdir ama her zaman resûl değildir, Allah’ın âyetlerini tebliği ettiği anda resûl olur” diyorlar. Vahyi sâdece “söz” olarak alanlar ve “sözde” bırakanların düşüncesidir bu. Hâlbuki Peygamberin bir örnekliği vardır ve bu örnekliği hayâtı boyunca göstermiştir. O hâlde, vahyi söylemesi risâlet olduğu gibi, onu pratiğe dökmesi de resûllüktür. Vahyin kesintisiz olarak sürekli gelmemiş olması, onun sürekli resûl olmasına engel değildir. Bu resûllük gelip-gelip giden bir şey midir ki?. Bir resûl olunuyor, bir olunmuyor. Böyle bir sonuç çıkıyor ortaya çünkü. Resûllüğün sürekli olmadığı açığa çıkıyor. Nebîlik için de aynı durum olur.
Kur’ân’da “sâdece resûl” olarak zikredilen peygamberler vardır: Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb. Şimdi bu üç peygamber nebî değil mi?. Sâdece resûl ise yâni sadece tebliğ yapıyor iseler, bu peygamberler neyin tebliğini yapmışlardır?. Allah’tan vahy almamışlar mı?. Aldılarsa, o halde nebîdirler aynı-zamanda. Görüldüğü gibi nebî ile resûlü ayırdığınızda bir-çok çelişkiler ortaya çıkar ve insanlar Kur’ân’da bir çelişki olduğunu düşünerek ondan şüphe etmeye başlayabilirler maazallah.
Tabi bir de, Kur’ân’da adları zikredildiği hâlde ne nebî ne de resûl olarak anılmayan isimler de vardır. Bunlar; Âdem, Zülkifl, Üzeyir, Lukman, Zülkarneyn ve “bir kul” (Hızır) dur. O hâlde bunlara da ayrı bir isim mi vereceğiz?.
Allah, peygamberlerin hem resûl hem de nebî olduğunu söylüyor ve bunu edebî yönden farklı kelimelerle ifâde ediyor. Olay budur. Çünkü Kur’ân’ın edebî bir yönü de vardır ve edebî dilde bir kişiye yada şeye “farklı” ama “aynı anlamda” hitâp edilebilir. “Ak” ve “beyaz” aynı şeydir.
Kur’ân’da Peygamberimize hitâp edilirken farklı-farklı: “Muhammed, Ahmed, Şâhid, Beşir, Nezir, Musaddık (tasdik eden), Abdullah, Kerîm, Rahmet (âlemlere rahmet), Akıb (kendisinden sonra peygamber gelmeyen) vs. isimlerle de seslenilir. Şimdi bu hitâpları da ayırıp, onların da farklı bir anlamda olduğunu mu araştırıp inceleyeceğiz?. Niye araştırmayalım ki?. Bunlar “yerine göre” farklı kelimelerle kullanılan hitâplardır. Nebî ve resûl de öyledir. Hiç ayırmaya gerek yok. Çünkü ayırma yâni parçalanma bir başlandı mı, sonu bir türlü gelmez. Tabi bir-süre sonra ayrılan şey o olmaktan çıkar. Artık parçalanan şeyin “örnekliği” de olmayacağından, o şey târihe gömülüp gider.
Eğer bu isimleri de ayıracaksak, o zaman Allah’ın isimlerini de ayıralım ve -hâşâ- 99 tâne ilah oluşturalım. İnanın, “aşırı yorum”a tâbi tutulduktan sonra ayrılabilir ve farklı anlamlar yüklenebîlir her isme. Bilindiği gibi tasavvufta, Allah başka anlamda, “Hak” ise başka anlamdadır. Peygamberimizin hakîkatine (ne demekse) “Hak” derler.
Nebî ve resûlü ayırdığımızda, Peygamberimizin nebî olarak söyledikleri-yaptıkları nedir?. “İnsan olarak yaptıklarıdır” diyorlar. Onun nebîliği, insanlığı demekse, o’na îman etmek farz olduğundan (Bakara 177), insan olarak yaptıkları da farz ve bağlayıcı olur. Hâlbuki sâdece vahyin pratiğinde (sünnet) yaptıkları bağlayıcıdır. İslâm târihi boyunca Peygamberlerin hadislerini de vahiy kabûl edenler ve uyduruk olup-olmadığına bakmadan mutlak anlamda bu sözlere îman edenler haklı çıkar o zaman.
“Kitap verilmeyenlere nebî, verilenlere resûl denir” sözü de yanlıştır. Çünkü kendisine vahyedilmeyen peygamber yoktur. Kitap demek, vahiy demektir zîra:
“(Îsâ) Dedi ki: Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı” (Meryem 30).
Âyetlerde, verilen kitaplar hem nebîye hem de resûle atfedilir. Çünkü ikisi aynı şeydir. Resûl ve nebî, birbirinin neden-sonucudur.
“Kitabı alırken nebî, tebliğ yaparken resûl” olduğunu söylemenin ne anlamı var?. Bu ayrıntı bize ne kazandırır?. İşin tebliğ yönü resûllüktür ki, tüm peygamberler de resûldür. Tebliğle mükellef olduklarından dolayı resûllük süreklidir. Çünkü kendilerine saklamamışlardır gelen vahyi. Resûllük, nebîliğin bir mecbûri uzantısı ve devâmıdır. Arada bir ayrım yoktur. Dolayısı ile tüm nebîler resûl, tüm resûller de nebîdir. Resûllük yapmayan nebî mi vardır ki?. Böyle düşünenler vardır ve sâdece tek bir kişi için gelen vahiyler olduğunu söylerler. İyi de o zaman ona niye resûl ve nebî densin ki?. Hz. Meryem’e vahyedildiği gibi olur. Haber ve haberci ne ise, nebî ve resûl de odur. Resûl olup da nebî olmamak olur mu?. Neyin haberciliğini yapacak ki?. Kendisine gelen haberin haberciliğini yapmak ayrı şeyler değildir. Haber olmadan haberci, haberci olmadan da haber olmaz. Fakat şöyle diyorlar: “Şimdi de biz resûlüz, çünkü haberi söyleyerek yâni yayarak resûllük yapmış oluyoruz, hâlbuki biz nebî değiliz”. İşte bu yanlıştır. Çünkü sâdece nebîlik değil, resûllük de hitâm bulmuştur. Biz nebî-resûlün misyonunu devâm ettiren müslümanlarız sâdece. Bu misyonu devâm ettirmekle yükümlü olan tâbileriz. Çünkü artık yeni vahiy gelmeyecek, yeni bir kitap inmeyecektir. Ahzâb 40. âyetteki “Allah’ın resûlü ve nebîlerin sonuncusudur” ifâdesi, “nebîlerin sonuncusudur ama resûllerin sonuncusu değildir” demek anlamına gelmez. Ayrı-ayrı; “O Allah’ın resûlüdür ve de nebîlerin de sonuncusudur” anlamındadır. Yâni o’nun resûllüğünden bahsedilir ve nebîlerin sonuncusu olduğu söylenir. Denmek istenir ki; “o, nebîlerin sonuncusu olan bir resûldür”.
Meryem 51’de resûl ve nebî ayrımı yapılmıyor: “Kitapta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).
Tüm resûller “nebî-resûl” olduğu gibi, “resûl-nebî”dirler de. Resûl olmak için nebî, nebî olmak için resûl olmak şarttır.
Peygamber şeklindeki ortak bir isimlendirme, yâni “peygamber” isimlendirmesi yerinde bir isimlendirmedir. Fakat bu, meâlde değil de tefsirde böyle olmalıdır. Çünkü “meâlin hakkı” verilmelidir. Allah “edebî olarak” nasıl resûl ve nebî olarak ayırmışsa, biz de meâlde o şekilde yaparsak edebî olana uymuş oluruz.
Resûl sâdece vahyin duyurucu değildir. Toplumu ilgilendiren işler de yaparlar. Kendilerinden farklı görüşleri-uygulamaları da dinlerler:
“Mü’minler, ancak Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir; onunla toplumsal bir iş görüşmek için bir-araya geldiklerinde, onun iznini almadıkça aslâ ayrılmazlar. Şüphesiz senden (farklı bir görüş geliştirmek için) izin alanlar (da), Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir. İşte bu yüzden, onlar senden bâzı işleri için izin isterlerse onlardan uygun gördüklerine bu izni ver; Allah’tan da onlar için mağfiret dile: Şüphe yok ki Allah, rahmeti bol bir bağışlayıcıdır” (Nûr 62).
Şeytanın etkisi hem resûl, hem de nebîler içindir. Bu konuda bir ayrım yapılmaz. Allah, şeytanın etkisini hem resûl için, hem de nebî için giderir ve aralarında ayırım yapmaz:
“Biz senden önce hiç-bir resûl ve nebî (min resûlin ve lâ nebîyyin) göndermiş olmayalım ki, o bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veyâ sapma unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını giderir, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Hac 52).
“Resûle itaatsizlik yapılamaz, yâni karşı gelinemeyecek olan, Peygamberin resûl yönüdür” diyorlar. Fakat bu, “o zaman nebîye itaatsizlik yapılabilir” anlamına gelir ki resûl-nebî ayırımı yapanlar böyle diyorlar. “Sahabe de, Peygamberimizin nebî yönüne îtirâz etmiştir” diyorlar. Hâlbuki, sahabeler, Peygamberimizin “insan” yönüne îtirâz etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın resûlü-nebîsi; bu Allah’tan mı, senden mi”?. Yâni, “senin resûl-nebî yönün tarafından mı, yoksa insan yönün tarafından mı?”. “Eğer insan yönün tarafından ise bir îtirâzımız olacak. Fakat resûl ve nebî yönün tarafındansa bir îtirazda bulunamayız. Çünkü Kur’ân bunu yasaklar. “Bu Allah’tan mı yoksa senden mi?” sorusu, “bu resûlden mi yoksa nebîden mi ?” sorusu değildir.
Ahzâb Sûresi 59. âyet, tesettür ile ilgili bir âyettir:
“Ey nebî!; eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).
Bu da vahyi bildirmektir. Tesettürü emrini bildiren âyet “nebî” diyor. Demek ki vahyi bildiren-emreden taraf, Peygamberimizin sâdece resûl yönü değil, nebî yönüdür de. Şimdi, âyette resûl olarak değil de, nebî olarak geldi diye bu emre uyulmasa da olur mu?. Bu tarz âyetleri göz-ardı edebilir miyiz?.
“Nebî Peygamberin şahsını ilgilendiren konularda olur” diyorlar. İyi de resûl olarak söyledikleri onun şahsını ilgilendirmiyor mu?. Zaten hem nebî hem de resûl olarak söyledikleri ve yaptıklarıdır bizi ilgilendiren. Nebî olarak yaptıkları, Peygamberin hem kendi şahsını, hem de toplumu ilgilendirir. Sâdece kendi şahsını ilgilendiren taraf, Peygamberin “insan olarak” yaptıklarıdır. Peygamberimiz nebî olduğu için mecbûren resûl de oluyor; resûl olduğu için mecbûren nebî de oluyor.
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).
Bu âyete göre; resûl sâdece tebliğ işine bakıyorsa, o’nun örnekliği hangi tarafıdır?. İşte o’nun  örnekliği de nebî tarafıdır.
Zeki Bayraktar: “İtaat edilmesi istenirken resûl kelimesini kullanılır” diyor. İyi de o zaman, kendisine Allah tarafından kitap-vahiy verilen birine (nebî) itaat edilmemesi durumu olacak. Bu olabilir mi?. Gerçi Kur’ân’da resûl ve nebîden başka “ulûl emr”e de itaat vardır.
Peygamber; “bana itaat edin” derken itaat edilecek olan kimdir. Yazının başında verdiğimiz âyetlerde hem nebîye hem de resûl îman ediliyor. Îman edilene doğal olarak itaat da edilir tabî ki. “Bu nedenle “bana” derken hem resûl hem de nebî kastedilir. Çünkü “bana” kelimesini ifâde eden kişi Hz. Muhammed’tir ve o hem resûl hem de nebîdir.  Sağduyuya uygun olan yorum budur. Hiç zorlamaya gerek yok. Aşırı yorumlamaya bir başladığınızda, “ak”ı “kara” yapmakta zorlanmazsınız. O zaman da resûle itaatsizlik yapmasanız da nebî itaatsizlik yapabilirsiniz.
Peygamberimizin hem nebî hem de resûl yönleri şu âyette çok açık bir şekilde gösterilir:
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (nebî) olan elçiye (resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).
Ümmi nebî, “kafası başka kitaplar tarafından karışmamış” demektir ki itaat edilmesi gereken zâten odur. Bu anlamda, kafası Kur’ân’dan başka kitaplarla karışmamış olan birine yâni “ümmi olana” itaat edilebilir.
Resûl ve nebînin aynı şey olması “Kur’ân ve amel” birlikteliği oluşturur. Ayrıldığında ise bilgi bilince dönüp de hayâta yansıyamaz. Kur’ân’ın âyetleri modernizme uygun değildir ve hattâ aykırıdır. “Modern telâkki”ye göre düşünmeye alışmış olanlar, modernizmin de zorlamasıyla aşırı yoruma uygun bir zihnî yapıya sâhip olduklarından, vahyi yâni âyetleri aşırı bir şekilde didikleyip incelemeye yâni parçalamaya meyyaldirler. Aşırı yoruma tâbi tutulduğunda resûl-nebî ayrımı yada birleştirilmesi ve diğer formların hepsi için doğru gibi gözüken yorumlar yapılabilir. Çünkü bir şeyi fazla kurcaladığınızda o şey “o” olmaktan çıkar ve artık nasıl görmek isterseniz o şekle girer. Artık onu o şekilde kabûl etmeye başlarsınız. Parçalamanın zirvesi olan kuantum teorisine göre, bir şeyi nasıl görmek isterseniz o şekilde görürsünüz. Parçalamanın rûhunda vardır bu. İşte modernizm de, insanların kendisine uygun şekilde bir görüşünün olmasını istediği için parçalamaya çok önem verir ve her şeyi parçalar durur.
Resûle isyân edemeyiz ama nebîye isyân edebilir miyiz?. Kur’ân’ın bir rûhu vardır ve idrâk edilmesi gereken odur. Yoksa kelimelerin kökü, inciği-boncuğu değildir idrâk edilmesi gereken. Kur’ân, bir “dilbilgisi kitabı” değildir, etimolojinin nesnesi de değildir. Zâten Peygamberimiz ve sahabe de bu tarz bir çalışma yapmamışlardır.
Peygamberimizin bir resûl-nebî yönü yâni peygamber yönü vardır, bir de insan yönü vardır. Yâni, kul ve peygamberdir o. Kur’ân’da; “Ben de sizin gibi bir insanım, bana sâdece vahyediliyor” der  sık-sık. Sahabenin îtiraz ettiği yön, Peygamberin resûl ve nebî yönü değil, insan yönüdür. “Senden mi Allah’tan mı” diye soruyorlardı.
Tebliğ olan yerde resûl kullanılıyor. Çünkü resûllük, haber verme yâni “tebliğcilik” olduğu için, ona uygun olan resûl kelimesi kullanılıyor. Nebîliğinin resûllüğünü yapıyor.
Resûl ve nebî, iki farklı otoriteyi ifâde etmez. İkisi aynı kişidir. Fakat Peygamberimizin bir de “insan” yönü vardır. Yerken, içerken, uyurken, gezerken, hacetini yaparken vs. Peygamberimiz insandır. Peygamberliğin önce de sonra da insandır. Peygamberliğin geldiği 40 yaşından sonra insanlığını kaybetmemiştir. Artık “insan peygamber” olmuştur. Yâni “insan nebî-resûl” olmuştur. Nebîliği, “insan olarak yaptıkları” ise, insan olarak yaptıklarının tamamı, nebî olarak yaptıkları mıdır?. Öyleyse, Peygamberimiz hacetini yaparken nedir?. Nebî mi, insan mı?.
Resûl-nebî ayrımı, modernist bir yorumdur. Resûl teoriyi, nebî ise pratiği yansıtır. İkisinin birlikteliğidir hayâtın tam ortasında İslâm’ı hâkim kılan. İşte modernizm ve ona uygun ve meftun olan modern Kur’ân araştırmacıları, Kur’ân’ın hayâta dönük yüzünü sevmedikleri, dönmesini düşünmedikleri ve istemedikleri için ve zâten bunun muhabbetini bile yapmadıklarından, “nebîye itaat”i kaldırmak istiyorlar. Böylece Kur’ân’da nebînin geçtiği âyetlere itaat etmek de ortadan kalkacaktır. Sonuçta da Kur’ân’ın-İslâm’ın hayatta görünür olması önlenmiş oluyor. Netîcede tevhid zarar görüp ve fitne ortalığı sarıyor ve zulüm ayyuka çıkarak Dünyâ, mazlûmiyetlerin zirvede yaşandığı bir yer âline geliyor. Günümüzün sorunu budur.
Kavramlar Kur’ân’ın canını çıkararak değil, hayatın tam ortasında hâkim olduğunda tam olarak idrâk edilebilir. Aksi-hâlde, dört duvar arasına hapsedilmiş olan Kur’ân’dan gerçek bir idrâk çıkmaz. Bu çalışmaların, Kur’ân okunmuş olacağı için bir yararı olur ancak. Fakat bu tarz bahsedilen konu hakkında kıymetsiz çalışmalar olmaktan kurtulamaz.
Modernizm, Kur’ân’ın hayâta dönük âyetlerinden çok rahatsızdır. Çünkü o âyetler “sistem”i yıkacak olan âyetlerdir. Bu âyetler Kur’ân’da durduğu için kaldırılamayacağına göre, “yeni âyetler” lâzım. Fakat o âyetleri kim söyleyecek?. İşte resûlü nebîden ayıranlar söyleyecektir. Tabi modernizme uygun olduğu için onların söyledikleri gündem edilip kabûl edilecektir.
Resûl, vahyin teorik ve sözlü-yazılı yönünü ifâde ederken, nebîlik, bunun hayâta dönük yüzünü gösterir. İkisi birlikte maddeyi ve mânâyı, aklı ve kâlbi birleştirir. Yâni yaşamı-hayâtı gösterir. Sünnet budur. Vahiy sâdece bir söz değildir. O hayatta yaşanması gereken de bir şeydir. Zamânımızda ve İslâm târihi boyunca zaman-zaman İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak gayretleri yapılmıştır. Resûl ve nebî kavramını ayırma çalışması da böyle bir çalışmadır.
Nebî ve resûlü ayırmak ve kesin olarak ayrı anlama geldiğini söylemek, “âyet ve sünneti ayırmak” olarak gözüküyor. Bu bir “proje” olabilir. Resûl ve nebîyi ayırmak, Peygamberi bir ara-kablosuna indirgemektir. Nebînin blôke edilip sâdece resûlün kalması. İslâm tecezzi kabûl etmez.
Allah’ın bir vahiy alan elçileri, bir de vahiy almayan elçileri yoktur. Ha nebî ha resûl, aynı şeydir. Farklı kelimelerin kullanılması, Kur’ân’ın edebî yönü nedeniyledir.
Nebî ile resûlün aynı olduğunun delîli, Peygamberimiz vefât ettiğinde hem nebînin hem de resûlün vefât etmiş olmasıdır.
Evet; hayattan koparılmış ve bir pazıl, bir bulmaca hâline getirilip parçalanmış olan Kur’ân’a göre nebî ve resûl ayrıdır, zâten ayrı olmayan bir şey de yoktur. Fakat hayatta hâkim hâldeki İslâm’a göre nebî ve resûl aynıdır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.