REFERANSLAR AÇISINDAN DEĞİŞİM VE YENİ TÜRKİYE

MURAT KİRİŞÇİ

VAN 1.09.2014 11:43:39 0
REFERANSLAR AÇISINDAN DEĞİŞİM VE YENİ TÜRKİYE
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Kurulduğundan beri adına eski dediğimiz Türkiye kendini dizayn eden Avrupa’yı müttefik olarak görüyordu ve Avrupa-merkezli siyaset güdüyordu. Keskin ve esnemeyen yapısı dolayısıyla eski Türkiye’nin kodları, yeniliği ve farklı siyaset tarzlarını hazmedemiyor, kabullenemiyordu. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya Hint alt kıtasından Sovyetlere kadar her bölgede dizayn ettiği noktaları kendisine uyumlu hale getiren Avrupa bu şekliyle dünyanın çok büyük bir bölümüne hükmediyordu. Dünya da ve Türkiye’de çok büyük değişiklikler oluyor ve artık “hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” bir hayata yelken açan toplumlar bir şekilde bu yaşanan değişim ve dönüşümde yer almaya başlıyorlar. Burada önemli olan konu bu değişimlerin; ne zaman başladığı, kimler tarafından başlatıldığı ve nasıl bir dönüşümü hedefliyor olduğudur.
Nitekim günümüzün en popüler değişim merkezinin Türkiye olduğu ve Türkiye’nin eliyle dünyanın çeşitli bölgelerinde değişimler başlatıldığı, ayrıca Türkiye’nin İslam dünyasının bu değişimde yaşadığı sorunlara el atan/attırılan lider konumu düşünülürse bu sorulara cevap aramanın Müslümanlar açısından ne denli önem arz ettiği ortaya çıkacaktır. Aslında bu önem, ürettiği küresel maliyet dolayısıyla giderek artan bir hayat tarzı değişimine endekslidir. Gereksiz sloganlar ve soyut başlıklarla tartışmalar bu önemi anlamaya engel olmakta, asıl soruna/suçluya bakışın önüne perde çekerek anlamsız gündemlerle ikincil suçluları/sorunları tartışmaya sebep olmaktadır. Dünyada büyük bir hâkimiyet savaşı var ve bu savaş yeni başlamadı.
Çok gerilere gitmeyelim desek bile hemen II. Dünya Savaşı’nın ardından yerküre, ABD Başkanlık seçimleriyle başlayan bir serüvenle paraya yeni bir rota belirlemek ve yeni bir küresel hegemonya üretmek için ciddi çatışmalara sahne oldu. Kuruşçev’li yıllarla başlayan “özgürleşme” hareketleri de özellikle bu dönemde görülmek istenmeyen ABD ile iyi ilişkilerin bir sonucu olarak yeni para politikasını destekleyen SSCB’yi işaret ediyordu; herkesin bildiğinin tersine. Soğuk savaş döneminde ve daha sonrasında gizli müttefiklerin karşıt bir başka güç olan Avrupa’yı kuşatma ve güçlenmesini önleme politikaları hâkimiyet savaşlarını bugüne getirdi ve bir Hristiyan mezhepler arası güç elde etme savaşı olan bu küresel mücadele bugün yeni bir rotada ilerliyor. Coğrafi keşiflerle güçlenen ve hâkimiyet alanlarını genişleten Avrupa, durmadan savaş etti, çarpıştı, kıtasını sürekli kana buladı.
Hatta o kadar ileri gitti ki dünya hâkimiyetini ele geçirmek için sanayii devriminin sonucu olarak ürettiği silahların kitlesel ölümlere yol açtığı iki büyük dünya savaşını başlattı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan yorgun, yıpranmış, zayıflamış ve tükenmiş olarak çıkmış olan Avrupa, kendi yaralarını sarmaya çalışırken yüzyıllardır elinde tuttuğu hâkimiyeti de yeni aktörlere/güçlere bıraktı. Yeni güçler ise Protestan-Ortodoks ittifakı ile Katolik dünyayı (Özellikle Avrupa) sıkıştırmaya, uzun yılladır sömürgecilikle elde edilen gücünü sıfırlamaya çalıştı. 90’lı yıllara kadar bu ittifak dünyayı ikiye bölerek yönetti ve bu tarih aralığında iki kutuplu kurgulanan dünya siyaseti sayesinde Avrupa’nın hüküm sahibi olduğu her yerden yavaş yavaş uzaklaşmasını sağladı. Avrupa ise hükümranlığı kaybetmemek ve devamlılığını getirebilmek için önce iki kutuplu dünyaya sonrasında ise neoliberal dönemin politikalarına direnmeye çalıştı. Bu arada hemen belirtelim ki en gerilimli dönem olarak ifade edilen Soğuk Savaş yılları birkaç küçük arıza hariç neredeyse barış içinde yani dünyada savaş olmadan geçti. I. Dünya Savaşı sonunda Avrupalılar tarafından çizilen haritaları değiştirerek kendine alan açan bu yeni güç, geldiğimiz bu son noktada hâkimiyeti Katolik dünyadan almaya başladı. 80’li yıllarda başlayan süreç bugün yeni bir küresel gücü/hegemonyayı/sermayeyi piyasaya sürdü. Yeni küresel güç, herkesin Ortadoğu merkezli sorunlara odaklandığı bir dönemde 2000’li yılların başında Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’yu da içine alacak şekilde Asya Pasifik bölgesine doğru yeni bir güç ekseni oluşturdu. Bu eksen içinde Afrika’nın Orta ve Güneyinden Doğu ve Güney Doğu Avrupa’ya, İran’dan Asya Pasifik bölgesine kadar çok geniş ve nüfusu çok büyük bir alanı içine alıyor. Ayrıca “Katolik” olan Güney Amerika’da da Brezilya merkezli bir dönüşüm (Protestanlaştırma) başlatarak çok daha geniş bir alanda hâkimiyet sürmeye başladı.

Dünyada tüm bu gelişmeler devam ederken Türkiye, adına “Yeni” dediği sürecin yeni bir aşamasına girdi ve bu süreçte görünen o ki devlet hem fikir hem bakış hem hayat tarzı hem de devlet mekanizmaları açısından önemli bir değişimi tamamlayarak “Eski” olanı kenara attı. Eskinin tükenmeye başlaması çok yakınlara dayanmaz. Özellikle 80 ihtilalini oluşturan sebepler ve ihtilalle beraber başlayan “özgürleşme” senaryoları sırasında “Yeni” olan ekip güçlenerek yukarılara çıkmaya başladı. Yani Türkiye sistemin sahipleri değişmeye/dönüşmeye ve yeni olan eksenle beraber çalışmaya karar verdi. Bu karar çeşitli zamanlarda kesintiye uğrasa da son olarak 2002 yılıyla gündeme gelen ekip bu dönüşümü sahiplendi ve sonunu getirmeyi başardı. Kurulduğundan beri adına eski dediğimiz Türkiye kendini dizayn eden Avrupa’yı müttefik olarak görüyordu ve Avrupa-merkezli siyaset güdüyordu. Keskin ve esnemeyen yapısı dolayısıyla eski Türkiye’nin kodları, yeniliği ve farklı siyaset tarzlarını hazmedemiyor, kabullenemiyordu. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya Hint alt kıtasından Sovyetlere kadar her bölgede dizayn ettiği noktaları kendisine uyumlu hale getiren Avrupa bu şekliyle dünyanın çok büyük bir bölümüne hükmediyordu. Yeni Türkiye yeni güçler/yeni eksen için ne kadar önemliyse Avrupa içinde aksi anlamda o kadar önemliydi ve Avrupa’nın kendi toprakları dışında hükümranlığını sınırlandıracak yegâne bölge Anadolu idi.

Çeşitli vesilelerle Avrupa’yı köşeye sıkıştıran güçler en son noktada istikrarsız bir Türkiye’nin işlerine yaramayacağını bildiği için siyasetten ekonomiye, eğitimden kültüre enerjiden ticarete her alanda güçlenen ve istikrarı yakalayan bir ülkeyi desteklediler. 12 Eylül ihtilalinden bu güne kadar Türkiye’de olan büyük olaylar işte bu iki eksenin çatışmasının eseridir. Bu anlamda bakıldığında Eski ile Yeni Türkiye arasındaki görüş/ideolojik ayrımın “değişim” kavramıyla belirginleştiği ortadadır.   Özellikle 30 Mart seçimleriyle meşruiyetini garantileyen yeni Türkiye yakın dönemde başlayan hareketlilikle eski sorunlarını bir bir çözmeye başladı. Ekonomisinden yönetimine askerinden yargısına her noktayı yenileyen Türkiye, yönetime katılamayan hatta kuruluşundan beri devlete küskün kitleleri devletle barıştırdı, toplumun tüm kesimlerine daha kucaklayıcı bir tarz belirledi ve kronikleşmiş Kıbrıs, Kürt sorunu ve 1915 Ermeni olayları gibi ayağına pranga olan problemleri de akıllı politikalar izleyerek çözme noktasına geldi.

Avrupa merkezli güçler, bugün itiraz edilen yeni Türkiye’nin, Tayyip Erdoğan’a nefret söylemleriyle özdeşleştirerek yıpratılmasına, ölü doğmasına ve yok olarak yine Avrupa müttefiki, ceket ilikleyen, zayıf, çaresiz halde kalmasına çalıştılar. Ancak dünyanın gidişatı buna müsait değildi ve Türkiye aradan sıyrılarak güçlendi ve Avrupa’yı korkutur hale geldi. Bu arada kamuoyunda sistematik olarak yeni Türkiye’ye ABD ve diğer büyük güçlerin karşı olduğu iddia edildi. Ancak gerçekte ABD’nin şahinleri ile Rusya’da küresel sermayeyi ülkelerine sokmaya çalışanlar dışında kalan diğer ABD ve Rusya, gelişen politikaları dolayısıyla Türkiye ile yakın müttefik olmayı devam ettirmektedir. Özellikle enerji konusunda Avrupa’nın gücünü hükümsüz hale getiren bu eksen, Avrupa’nın alternatif arayışlarının da yegâne adresinin Türkiye olmasından memnun oldular.

Bu noktada dikkate değer olan durum, yeni Türkiye’nin müttefiklerinin de yine seküler dünya temelinde yükselmesi ve hizmet edilen gayenin kendi köklerinden gelen inançlar yerine yeni dönemin ılımlı politikaları olmasıdır. Dolayısıyla Avrupa müttefikliğinden uzaklaşmak Türkiye’ye görece kazanımlar sağlamıştır ama sonuç itibarıyla gelinen nokta yeni müttefik ekibin diğerinden çok da farklı olmayışıdır. Özellikle Hristiyan dünyanın mezhepleri arasında oluşan hâkimiyet savaşında taraf olmaya gayret eden Türkiye’nin ürettiği politikalar da görece milli ve hatta dini olmakla beraber bu haliyle de çok iç açıcı değildir. I. Dünya Savaşı’ndan beri İslam Dünyası çeşitli siyasi ve sosyal anormalliklerle gitmekte ve bugün bu topraklarda yaşayan insanların iletişim teknolojilerinin gelişiminin de etkisiyle nefes alabileceklerinin ötesinde bir beklentiyle “özgür” dünyayı talep etmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da değişim isteyen halklar arasında bir karşılığı vardır. Model olmakla kalmayıp bu modeli bu topraklara taşıma konusunda da hevesli bir Türkiye, kendisinden mülhem olmayan bu güçle siyaseti dizayn etme, halkların diktatör olarak tanımladıkları liderlere itiraz etme gücünü kendisinde bulabilmektedir.

Ancak ihraç ettiği anlayış dini referanslarla anılıyor olsa da esasen hayatı Protestan “özgürlükçü” bir ahlak ile kalibre eden, “bırakınız yapsınlar” genişliğinde ve herhangi bir sabiti bulunmayan, ana teması paranın/gücün, sınırları aşarak rahat dolaşım sağladığı, düş ve hayal satan bir aldatmacadan başka bir şey değildir.   İslam’ın temellerinden yola çıkarak her iki eksene rağmen üçüncü bir eksenin var olduğu ve bu eksenin Hak olduğunu ifade edecek bir söyleme olan ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Kendi dinamiklerini gerçek anlamda hayata geçirecek, akılla hareket ederek başkalarının gazına gelmeyecek, kullanılmayacak, kendi referanslarını çok iyi bildiği gibi yaşadığı ülkenin, bölgenin ve dünyanın da gidişatını, güç eksenlerini, hainlerin oyunlarını anlayacak bir Müslüman öncü kadro oluşmadığı müddetçe, başta Müslümanlar olmak üzere dünyanın her yerinde yaşayan mazlumlar bu güç savaşının aktörlerinin tepişmesi altında ezilmeye devam edecektir.