Prof. Dr. Berdal Aral yazdı: Dağınık Müslüman toplumlardan İslam dünyasına...

ORTAK AİDİYET BİLİNCİ

VAN 1.10.2016 11:02:57 0
Prof. Dr. Berdal Aral yazdı: Dağınık Müslüman toplumlardan İslam dünyasına...
Tarih: 01.01.0001 00:00
Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Berdal Aral, ‘İslam dünyası’ olgusunu kaleme aldı.
PROF. DR. BERDAL ARAL
Hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında İslam dünyasının sosyal, kültürel ve siyasî bir gerçeklik olarak mevcut olmadığını inat ve ısrarla ileri sürenler, genelde Müslüman ülkeler arasında bütünleşme sağlanmasını şu ya da bu nedenle istemeyişleri nedeniyle böyle bir pozisyon alıyorlar. Bu görüş sahipleri bu hususta ana hatlarıyla iki varsayımı öne çıkarıyorlar: Birincisi, “bu devir”de dini esas alan bir birlikteliği savunmak anakronizmdir, hatta bir tür “gericilik” olarak bile görülebilir. Daha da ötesi, Müslüman ülkeleri ve toplumları bir çatı altında bir araya getirmeyi yararlı kılacak “ortak” unsurlar, onları birbirinden ayrıştıran unsurlarla kıyas edildiğinde bunların ancak “istisna” teşkil ettiği söylenebilir. İkincisi, Müslüman ülkelerin birbirinden çok farklı çıkar ve beklentileri olduğundan bunlar arasında bir bütünleşme olabileceğini düşünmek bir vehimden ibarettir. Üzülerek belirtelim ki bu hususta da birçok başka konuda olduğu gibi memleketimize özgü bir gariplikle karşı karşıyayız: Tartışma konusu olan meseleyi en az bilenler, çoğu zaman o konuda “hüküm cümlesi” niteliğinde en cesur ve keskin kanaatleri serdetme hak ve imtiyazını kendilerinde görebiliyor. Bu yazımızda bu çevrelere “cevap yetiştirmek” bize farz oluyor.

ORTAK AİDİYET BİLİNCİ
Birinci itiraz, “’İslam dünyası’ diye bir şey var mı ki?” sorusunda düğümleniyor.

El-cevap: Evet, “İslam dünyası” diye bir şey var. Elimizde bu dünyanın varlığına karine teşkil eden epey malzeme var: Bir kez “İslam dünyası”nı oluşturan insanların ortak bir dinî aidiyetleri vardır ki bu durum dünyada sayıları 1,7 milyar civarında olan İslam dinine mensup insanları birbirine yaklaştırmaktadır. Üstelik bu din sadece itikat, ahlâk ve ibadetten ibaret olmayıp aynı zamanda muâmelat (hukuk sistemi), ukubat (ceza hukuku) ve genel olarak dış dünyaya ilişkin bir dünya tasavvuru gibi hususları içermektedir. O nedenle Müslümanlık yalnızca “iman birliği”ni değil aynı zamanda bir “ortak aidiyet” bilincini tazammun etmektedir. “Müslüman olmak” bireyci, materyalist, laik ve vahşi kapitalizm karşısında Yaradan’ı ve O’nun vaz’ettiği değerler sistemini yani maneviyatı, kardeşliği, paylaşmayı, dayanışmayı, helâl kazancı, tevazuu, merhamet ve adaleti bayraklaştırmakla eştir. Müslüman olma bilinci aynı zamanda İslam medeniyetine sahip çıkma istencini de beraberinde getirir. Bu bilinç geçmişte Asr-ı Saadet devriyle başlayan, Raşit Halifeler dönemiyle devam eden ve ardından tarih sahnesine çıkan Emevi, Abbasi, Safevi, Osmanlı, Babürlüler gibi İslam devletlerinin ve Müslüman toplumların ortaya koyduğu düşünsel, kültürel ve sanatsal birikimi değerli bir “miras” olarak benimsemeyi içerir. Aynı bilinç Âlem-i İslam’ın bundan böyle de öncü bir medeniyet olarak yeniden hayatiyet kazanacağına ve bunun da insanlık adına eşsiz bir kazanç olacağına ilişkin ümit ve inancı içermektedir. Müslüman olma bilinci insanı çevresine ve kendisine yabancılaştıran bu “modern  dönem”de insanlık adına yeni bir atılım yapmak için büyük bir imkân olarak orta yerde durmaktadır. “İslam dinine mensubiyeti” şu ya da bu düzeyde benimseyen herkes aslında bu ortak havuza katkı sağlama iradesini ortaya koymaktadır.

GENÇ NÜFUS ÖNEMLİ BİR GÜÇ
Bunların yanı sıra bugün dünyada 50 civarında Müslüman-çoğunluklu devlet olduğu gerçeğini akılda tutmak gerekir. Üstelik büyük çoğunluğu Asya ve Afrika kıtalarında yer alan bu devletlerin sahip olduğu topraklar “coğrafi süreklilik” oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, İslam dünyasının ana nüvesini oluşturan Müslüman-çoğunluklu devletler söz gelimi Hristiyan-çoğunluklu devletler gibi coğrafî bir dağınıklık içinde değil komşuluk konumu içindedirler. Ortak dinî ve kültürel aidiyetleri dışında bu ülkelerin son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip oldukları, Hürmüz ve Malakka boğazları ile Süveyş Kanalı gibi birçok önemli su yoluna ev sahipliği yaptıklarını belirtmek gerekir. Öte yandan başta petrol ve doğalgaz olmak üzere birçok değerli yer altı kaynağı ve hammaddesi Müslüman coğrafyalarda bolca bulunmaktadır. Bu coğrafyalarda çoğunluğu oluşturan Müslüman halkların sahip olduğu güçlü aidiyet bilinci ve genç nüfus önemli bir güç unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bu aidiyet bilinci yaşadığı topraklarda “azınlık” olan ve İslam dünyasının üçte birini oluşturan Müslüman topluluklar için de önemli ölçüde geçerlidir. Son olarak, Müslüman ülkelerde “ortak kader” bilincine katkıda bulunan önemli bir tarihsel olgu ise İslam dünyasını teşkil eden halkların büyük çoğunluğunun 17. yüzyıldan itibaren Batılı sömürgeci devletlerin (Rusya dâhil) tasallut ve sömürüsü altına girmiş olmalarıdır. Bütün bu “bütünleştirici” unsurlar Müslüman ülkelerin 1969 yılında bir araya gelerek İslam Konferansı Teşkilatı’nı (bugünkü adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı) kurmalarıyla bilinçli bir dış politika hamlesine dönüşmüştür. Bütün bu nedenlerle “İslam dünyası” denen gerçekliği reddetmek mâkûl ve mantıklı bir tutum gibi görünmemektedir. 

Çeşitlenen ticaret ve derinleşen iktisadi bütünleşme Müslüman ülkelerdeki şeffaf yönetim anlaşını hakim kılabilecek bir süreci tetikleyecektir.  

Gelelim ikinci itiraza, yani Müslüman ülkeler arasında ciddî bir çıkar ayrışması olduğu tezine… Kuşkusuz Müslüman-çoğunluklu ülkelerin büyük bölümü uzun zamandır ciddî iktisadî-siyasî sorunlarla boğuşmakta; yoksulluk, yoksunluk ve istikrarsızlık anaforunda bocalamaktadır. Bu ülkelerin birçoğunun Amerikan, İngiliz ya da Fransız emperyalizminin, İsrail saldırganlığının ya da açık ve örtük Rus müdahalelerinin tasallutu altında olduğu da bir gerçektir. Daha da ötesi, Müslüman-çoğunluklu ülkelerin önemli bölümünde iktidarların özgür seçimlerle yönetime gelmediği de herkesin malûmudur. Şeffaf, hukuka saygılı ve hesap verebilir olmaktan ziyade kendi halkları üzerinde tahakküm kurmuş olan yönetimlerin ciddî bir meşruiyet açığı ile mâlûl olduklarından çoğu zaman “dış güçler”in taşeronluğuna soyundukları da bilinmektedir. Birçok Müslüman-çoğunluklu ülke yakın geçmişte ve bugün komşusu olan Müslüman-çoğunluklu ülkelerle kimi zaman savaşa girmek de dâhil ciddî siyasî sorunlar yaşamıştır/yaşamaktadır. Öte yandan eğitim, sağlık, altyapı, özgürlük, hukukun üstünlüğü, liyakat, kamu kurumlarında dürüstlük ve şeffaflık gibi unsurları içeren “insanî gelişmişlik standartları” açısından bakıldığında Müslüman-çoğunluklu ülkelerin diğer coğrafyalar ve medeniyet sahalarına kıyasla oldukça “olumsuz” bir performans sergiledikleri görülmektedir.

Müslüman olma bilinci insanı kendisine yabancılaştıran bu ‘modern dönem’de insanlık adına yeni bir atılım yapmak için büyük bir imkan.

Lâkin bu tabloya bakarak “İslam dünyası”nın bir gerçekliğe işaret etmediğini ve Müslüman ülkelerin asla bir araya gelemeyeceğini ileri sürmek çok acul bir çıkarım olacaktır. Neden? Birincisi, Müslüman ülkelerin bu denli dağınık, sorunlu ve etkin yönetimden uzak oluşları onların 1969 yılında üyeler arasında kapsamlı işbirliğini öngören İslam Konferansı Teşkilatı’nı kurmalarına engel teşkil etmemiştir. Müslüman toplumların ülkeleri arasında daha fazla bütünleşme görmek istemeleri karşısında despotik yönetimlerin dahi “çekimser ya da reddiyeci” bir tutum almaları kolay değildir. Ayrıca Müslüman ülkeler arasında ticarî ilişkiler hâlâ istenen seviyede olmamakla birlikte son yıllarda istikrarlı bir şekilde artmaktadır. İkincisi, Müslüman ülkelerin genellikle yoksul ve güçsüz olması bunlar arasında iktisadî ve siyasî bütünleşmenin gereksizliğine değil tam tersine “gerekliliğine” işaret etmektedir. Biliyoruz ki dünyadaki bölge-içi ya da kimi zaman bölgelerarası bütünleşme süreçleri hem üye ülkelerde iktisadî kalkınmaya önemli katkı sağlamakta hem de üyeler arasında ticaret ve teknoloji-dışı alanlarda artan işbirliğini teşvik etmektedir. Zaten içinde bulunduğumuz bu “genişleyen ve derinleşen küreselleşme” evresinde ortak aidiyetleri ve jeopolitik/jeoekonomik bağlamları bu denli örtüşen Müslüman ülkelerin emperyalist güçlerle imzaladıkları ikili anlaşmalar çerçevesinde “bağımlılık” ilişkisini devam ettirmeleri onları geri kalmışlığa ve atalete mahkûm edecek, toplumsal ve siyasî tepkilere davetiye çıkaracaktır.  Nitekim 2010’dan sonra patlak veren Arap devrimlerini bu “eşitsiz ilişki”ye bir tepki olarak da okumak mümkündür. Üçüncüsü, Müslüman çoğunluklu ülkelerin bazıları arasında savaş ve/veya düşmanlıkların olması bu ülkelerin de içinde olduğu İslam dünyasının bütününü içeren bir bütünleşme hareketinin gereksizliğine değil aksine gerekliliğine işaret etmektedir. Nitekim 20. yüzyılda insanlığa iki dünya savaşı “armağan eden” Almanya-Fransa düşmanlığı önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (1951) ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu (1957) gibi iki uluslar-üstü örgütün kurulmasıyla yerini zamanla barışa ve dostluğa terk etmiştir. Kuşkusuz Müslüman-çoğunluklu ülkelerin ve halkların onları birleştiren kimlik ve aidiyete duydukları güven ve oluşturulacak birlikten doğacak refah ve güç sinerjisine verecekleri destek, Avrupalı devletlerin ve toplumların Avrupa Birliği eksenli bütünleşmeye duydukları güven ve verdikleri desteğin kat be kat üzerindedir.

ŞEFFAF YÖNETİM ANLAYIŞI
Artan ve çeşitlenen ticaret, derinleşen iktisadî bütünleşme ve halklar arasında artan sosyal seyyaliyet zamanla Müslüman ülkelerde etkin ve daha şeffaf bir yönetim anlayışını hâkim kılabilecek bir süreci de tetikleyebilecektir. Bunun yanı sıra bu bütünleşme süreci ümmet-eksenli diplomatik yaklaşımları öne çıkarırken Müslüman ülkelerin komşularına ilişkin ulus-devlet eksenli “dışlayıcı” ve “gerginliği tetikleyici” söylemlerin büyüsüne kapılmalarını da giderek anlamsız ve gereksiz kılacaktır. Sözünü ettiğimiz bu sürecin konumuz açısından en az iki önemli sonucu olacaktır: Birincisi, birbirine daha fazla güven duyan Müslüman ülkelerin kendilerini edilgen kılan ve kaynaklarının sömürüsüne yol açan emperyal güçlerle “bağımlılık” ilişkisini sona erdirme olasılıkları güçlenecektir; ikincisi, sürekli muhayyel düşman/lar üreterek onlarla savaş ve mücadeleye –gerçekte genelde yel değirmenlerine karşı savaşa- zarar vereceği bahanesiyle kendi halklarının yönetime katılımını engelleyen iktidar sahiplerinin Müslüman ülkeler arasında hayata geçirilecek bu bütünleşme sürecinde, yönetilenlerin özgürlük arayışlarına sekte vurmaları hiç olmadığı kadar zorlaşacaktır.

Prof. Dr. Berdal Aral yazdı: Dağınık Müslüman toplumlardan İslam dünyasına...