MÜSLÜMAN OLMAK

Ercümend ÖZKAN İnanmak ve Yaşamak/327

VAN 24.05.2016 11:12:53 0
MÜSLÜMAN OLMAK
Tarih: 01.01.0001 00:00
 İslâm denildiğinde Rabbine teslim olma anlaşılır. Rabb’ine teslim olanda ise güvenirlik en başta gelen sıfat olarak çıkar karşımıza… Allah’ın kullarına merhametle bakmak, dürüst olmak, yalan söylememek, herkesin iyiliğini istemek, muhtaçlara yardım etmek, komşu hakkına, kul hakkına ve Rabbimizin üzerimizdeki hakkına riayet etmek,… Böyle olmayı ‘revizyonistlik’ sanmak ise ahmaklıktır. Müslüman olmak ise ahmaklık değil bilakis insan olmak demektir. Kullara değil Allah’a kul olmak demektir ki insan için en yüce mertebe Allah’a kul olmaktır. Yolu da Kitab ve Sünnette gösterilmiş ve uygulanmıştır.
 Herkese hitap etmekle beraber özellikle de yeni yetişen gençlere, üzerine basa basa ‘Müslüman Olma’ya dikkat etmelerini öneriyoruz.

Gerçi önlerinde tevarüs edegeldikleri bir yakın örnek bulamamanın, kültüre mirasçı olarak konamamanın verdiği sıkıntıların yanında bugüne kadar önlerine düşenlerin İslâm’dan habersizlikleri onların da arızalarının çok olmasına, gelişmelerinde kendilerini büyük çapta etkilemesine sebep olduğunu biliyoruz. Yıllarca aldatıldıklarını, İslâm diyenlerin de İslâm’ı bilmeme ve yaşamına geçirmemeleri sonucu kendilerinin böylesine çarpık doğmalarına ve gelişmelerine sebep olduğunu da biliyoruz. Velhasıl ne denli olumsuz şartlar içinden geçerek günümüze gelindiğinin de farkındayız. Zira bir kısmını yaşayanlardan duyarak ve görerek öğrendiğimiz gibi, bir kısmını da yarım asırlık yaşamımızın içinde bir cüz olarak geçtiği yılların anısı olarak hatırlıyoruz.

Evet biliyoruz geçirdiğimiz güçlükleri, yoklukları, yoksullukları, örneksizlikleri, daha ileri giderek kötü örnekleri gördük, tanıdık, el’an da tanımaktayız. Eskiyen, çürüyen sakızlarını çıkarıp mütemadiyen çiğneyip duranların yanıldıklarını, İslâm’ı da bilmediklerini, bilmek de istemediklerini, bu hallerine de bakmadan topluma, Allah’ın kullarına İslâm’da önderlik etmeye soyunduklarını görüyoruz. Asırlardan beri bir ‘Vahim Durumu’ korumayı, dinlerini korumak sana gelmiş ve hiçbir yeni şey öğrenmeye, eski hiçliklerini elden geçirmeye yanaşmayanları görüyoruz.

Hemen hepiniz tanıyorsunuz bunları… Düşünmekten, akletmekten uzak, görüp, yaşayıp durdukları hayatın gerçeğinden uzak yaşamlarını insanlara örnek olarak sunanları, kendi ‘hizib’lerini ‘Fırka-ı Naciye’ sananları, hayat kendilerini tasfiye ettiği halde hâlâ kendilerini yeni sananları, biraz bir şeyler öğrenince ahkam kesip anasının kendisini böyle işler için doğurduğunu sananları görüyorsunuz.

Kendilerine ‘ağabey’ denilmişliğinin altından çıkmayı bir türlü beceremeyenleri, nefsini yenemeyip süregelen hayatını sürdürenleri, bu halleriyle hiçbir şey olmadıkları halde ayağı yerden kesik yaşayanları, laf söz dinlemeyen ve hepsini kendilerinin bildiğini sananları, hakkı-hukuku bilmeyenleri, sözlerine dikkat etmeyenleri, bir yerde şöyle, bir başka yerde böyle diyenleri, istikrarın ne olduğunun farkında olmayanları, olayların rüzgarında uçuşup her gün yer değiştirenleri, bir hakikati öğrendiğinde ona sahip olmayı beceremeyen ve üzerlerine gidildiğinde tekrar eski biçimine dönüverenleri, bir türlü skolastiğin etkisinden, eskilerin hikayelerinden kendilerini kurtaramayanları, velhasıl Allah’tan çok kullarının levminden korkanları tanıdınız, tanıyorsunuz. İslâm, derinlere dalsanız da basitçe ifade edilebilecek anlamıyla Allah’a teslim olma anlamındadır.

O’nun Birliğini kabule teslim olmakla başlayıp nehiylerinden sakınılması gereken, emirlerinin de yerine getirilmesi gereken bir din olduğunu biliyoruz. Ki O din Allah’ın kullarının rahatça anlayabileceği, kavrayabileceği ve elbette yaşamlarına geçirip yaşayabileceği bir düzendir.

Bu şekilde indirilmiştir: İnsanlar anlasınlar ve yaşasınlar için… Ki yaşadıkları hayat fıtrat (yaradılışlarına uygun geçsin ve sona ermeyecek gerçek hayat için de verimli yatırım olsun aynı anda… İslâm’ın korunmasına özen gösterdiği kavramlar üzerinde ciddiyetle durulması ve gereğince amil olunması gereken kavramlardır.

Allah Kitab’ını indirmekle kalmamış, ondaki hayat tarzını pratize eden bir de elçi göndermiştir. Resulullah Muhammed (s.a.) bu elçidir. Onun kişiliğine baktığımızda insanlar için seçilmiş bir örnek kişi ile karşılaşmaktayız. Bu örnek kişilik, kişiliğini Kur’an’ı ahlak edinmekle kazanmıştır. Zira daha önce ‘şaşırmış’lardandı.

Bu halde bulunup ‘Doğru Yol’a iletilenlerin ilki oldu. Daha sonra da Allah ‘kalbine imanı (kendine gelenin gerçek olduğundan emin olmayı) yerleştirdi’. Resulullah’ın kişiliğini oluşturan en temeldeki unsur Muvahhid (Allah’ı bir’leyen, hiçbir şeyi, hiçbir şeyinde O’na ortak koşmayan)liktir.

Zaten kendileri Tevhid Dini’nin son elçisi, son Vahiy alanıdır. Aldığı vahyi kendi hayatına uyarlamakla işe başlayan ve Allah’ın diğer kullarına (insanlara) bunu açıklayan (Tebliğ) yine O’dur. Bu açıklamayı vahyi bizzat davranış haline geçirerek yaptığı gibi, konuşarak da yapmış, gördüğü vahye uygun davranışlara (Ma’ruf) sükut ederek de gerçekleştirmiştir. İslâm’ın ne olduğunu insanlar, gününde Kur’an’dan ve O’nun uygulamalarından öğrenmişlerdir.

Bizlere kadar gelen bilgiler de o gün bugün değişmeyip indiği gibi O’nun tarafından korunan Kur’an ile, Resulünün sünneti dediğimiz Kur’anî esaslara dayalı hayat tarzıdır. Bu ikincilerindeki zabt güçlüğü ve çelişkili haberlerin sağlaması ise değişmeyen Kıstas Kur’an ile mümkündür. Nitekim kendileri Kur’an’dan anladıkları anlamına gelen kendi sözlerinin yazılmasını, zabt edilmesini pek sık rastladığımız şekilde men etmiştir.

Buna gerekçe olarak da ‘Sizden evvelki kavimlerin helaki de bu yüzden olmuştur: Onlar Allah’ın elçilerine gönderdiği vahiylerle, peygamberlerin sözlerini hep yazmışlar ve bu zamanla birbirine karışarak Vahiy seçilmez olmuş ve indirilenler zayi olmuştur’ buyurmuşlardır. Hadis okuyanların hemen bilecekleri gibi de bunların toplanması kendilerinin vefatından çok sonraları olmuştur.


Bize kadar intikal eden haberlerin sahih olanları ile Kur’an’ı birlikte okuduğumuzda görüyoruz ki İslâm eksik kalmadan tanımlanabilen bir din olarak karşımızda belirmektedir. İslâm’ın anlaşılmasında gösterdikleri (cehd) ile bizlere yardımcı olan muhtelif zamanlarda yaşamış müctehidler için de Rabbimizden razılık diliyoruz. İslâm denildiğinde Rabbine teslim olma anlaşılır. Rabb’ine teslim olanda ise güvenirlik en başta gelen sıfat olarak çıkar karşımıza… İhsan (iyilik) adeta İslâm’la eş anlamlı gibidir.

Ma’ruf ile emretmekten kasıt insanlar arasında iyi bilinen, takdirle karşılanan güzel (iyi) örf (yapıla gelen, adetleşmiş tavırlar)ü yaşatmak, yaygınlaştırmak, kişi ve toplum olarak benimsenmesine çalışmak demektir. Münkerden nehy etmek ise Ma’rufun tamamen tersi, kötü, kerih bilinen şeylerden uzaklaştırmaktır. Elbette Allah’ın Kur’an’da kaçınılmasını buyurduğu hususların tümü Münkerdir. Yapılmasını emrettiği şeyler de Ma’ruf’tur.

Ayet Emr-i Bi’l Ma’ruf, Nehy-i Ani’l-Mün-ker’ olarak geçmektedir. Bildiğimiz gibi İslâm Adem (a.s.)’den bu yana Allah’ın elçileri vasıtasıyla tekid edegeldiği bir din olduğuna göre, yeni bir peygamberin gönderildiği toplumda çok öncelerden gönderilmiş peygamber veya peygamberlerin getirdiklerinden yerleşip kalanlar bulunduğu gibi, kimi de aslından saptırılarak, değiştirilerek süregelmiş yine birçok şey bulunabilmektedir.

Nitekim ‘Yağmuru kim yağdırıyor’ sorusuna müşriklerin verdiği cevabın ‘Allah’ olması onlarda da Allah inancının bulunduğunu fakat edindikleri veliler (putlar)’in birinci dereceye çıkarılması sonucu Allah’ın ikinci ve belki sonuncu dereceye kaldığını görüyoruz. Onlar da kendilerini müşrik saymıyorlar, veli edindikleri putlarına yaranmaya çalışarak Allah’ı razı edeceklerini umuyorlardı. Kendileri dürüst olmasalar da dürüstlüğünden ötürü Muhammed bin Abdullah’a ‘Emin’ diyorlar ve bu haliyle onu beğeniyorlardı. Emanet onların nezdinde de bir ‘Ma’ruf’ idi. Resulullah vahiy almadan emin bir insan olduğu gibi peygamberliğinden itibaren de emanetini (eminliğini) korudu.

Dürüstlüğünü Mekke döneminde (Mekke müşrik toplumunun tebeası iken) koruduğu gibi Medine’de bir ayrı toplum (Ümmet) oluşturduğunda da korudu. İhsan sıfatını da korudu. Nitekim Mekke’de, Medine’ye hicret eden arkadaşlarının mallarına el koyan müşriklerin yaptıklarını gözleriyle gördüğü halde, ben de onlara karşı onların elimdeki mallarını alıp götürerek cevap vereyim demedi ve Ali (r.a)’ye bırakarak sahiplerine verilmesini tenbih edip öyle gitti Medine’ye… Haydi diyelim Mekke’de henüz Kıtal ayeti nazil olmamıştı. Medine’de oldu.

Orada da kendilerini rahat bırakmayan, sefer üzerine sefer düzenleyerek Müslümanları yok etmek isteyen Mekkelilerin kıtlık geçirdikleri haberini aldıkları zaman hemen bir Kervan teşkil ederek onca deveyi buğday yükletip hem de parasız olarak Mekke’ye gönderdi, ki Mekkeliler aç kalmasınlar. Bu olay görünüşüne bakıldığında ‘Düşmanını beslemek, düşmanına yardım etmek gibi görünmektedir. Peygamberimiz bu hareketi herhalde düşmanını güçlendirmek ona düşman olarak yardım etmek için yapmış olamazdı, öyle de değildi.

O Allah’ın elçisi olarak biliyordu ki, ‘İhsan-İyilik insanları, onu yapanlara yaklaştırıcı bir Ma’ruftur. Bu sebeple Resulullah (s.a.) bir necip harekette bulunmuştur. Belki sahabesi arasında buna bozulanlar olmuştur amma o sahabesini değil Allah’ı razı etmeyi hep önde tuttuğundan bunu yapmıştır. Bu hareketinin yanlış olduğuna dair de herhangi bir düzeltme olmamış, Allah katında tasvib görmüştür. Genellikle bugünün Müslümanları Resulullah (s.a.)’ı örnek alacakları yerde kendi hevalarını hüküm mercii kabul ederek akıllarına ne gelirse onu yapmaya yelteniyor ve yapıyorlar.

Bu halleri Allah’tan korkmazlığın pek açık bir nişanesidir. Müslüman her işinde Allah’ın Kitabına ve Onun uygulayıcısı Resulullah’ın sünnetine bakmalıdır. O bize güzel bir örnek olarak gösterilmiş değil midir? Neden onun yaptığı gibi Allah’ı razı etmenin yolunu Kur’an’da aramıyor da karşısında olduğumuzu söyleyip durduklarımızın yaptıkları gibi ‘hevamız’a uyarak hareket ediyoruz. Bu yolun sonu da cehenneme çıkmıyor mu? Bir münker Allah adına da işlense onun münkerliği değişir mi? Niyetin iyiliği ameli de mutlaka iyi yapar mı? Bu mümkün müdür? Asla… Allah rızası için içki içilemeyeceği gibi Allah rızası için zina da yapılamaz, başkalarının malları da alınamaz. Kimsenin malı kimseye rızası olmadan mübah olmaz.

Böyle sananlar hevalarını din edinenlerdir. Hevalarını din edinmek ise cahillerin ana vasıflarındandır. Hem Müslüman olduğunu söyleyip durmak hem de cahillerin vasıflarını üzerinde bulundurmak kadar gariblik, acaiblik olabilir mi? Hemen her işlerinde hevalarına göre hareket eden ‘İslâmcı’ gençlere, orta yaşlılara rastlıyoruz. Hepsini Allah’tan korkmaya davet ediyor ve hevalarına uymaktan geri durmalarını, Allah’a ve Resulüne başvurmalarını diliyoruz. Böyle yapmamaları halinde Allah’ın gazabının kendilerini beklediğini hatırlatmak istiyoruz. Müslümanım diyenler öncelikle dürüst, kişilikli, Kur’an’ı ahlak edinmiş, harama-helala riayet edenler, Allah’a ortak koşmaktan geri duranlar, ihsan sahibi olanlar, muhatabına göre değil Allah Resulüne göre hareket edenler olmadıkça nefislerindekini değiştirenler olmayacaklar ve Allah’tan da halimizi değiştirmesini beklemeye hakkımız olmayacaktır. Zira bu Sünnetullah’tır.

Ra’d Suresi’nde böyle buyurmuyor mu: «Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.» (13 Ra’d 11) Neden söyleyip durduğumuz ve başkalarına da tesir etsin diye anıp durduğumuz bu ve benzeri nice ayet kendimizi dışarıda tutarak söyleyip durduğumuz şeyler oluyor? Öncelikle kendimizi düzeltmeli, kendimiz üzerinde olumlu etkisini göstermeli, bizleri adam etmeli değil midir? Bize etkisi olmayan, bizi etkisi altına almayan şeylerin başkalarına tesiri ne ölçüde olacaktır? İşte bu yüzdendir ki onca insan İslâm deyip durduğu halde ortada İslâm görünmüyor, içimizden örnek gösterebileceğimiz kaç kişimiz vardır, ahlakı Resulullah’ın ahlakına benzeyen? Allah’ın lütuf ve ihsanı sonucu İslâm, insanlığın yeniden gündemine girmesine rağmen, Müslümanız diyenler kendi kişiliklerinde İslâm’ı gündeme getirmiş görünmüyorlar.

Zira İslâm’dan üzerinde birş eyler bulundurmak demek yalnız Allah’a ortak koşmamak demek değildir, yalnız namaz kılmak, örtünmek demek değildir, oruç tutmak demek değildir.

Elbette bunlarsız İslâm olmayacağı bellidir. Lakin İslâm bunlardan ibaret de değildir? O bir bütündür ve bütünüyle bulunması halinde kişiyi güzelleştirir, kişide ahlak olarak bulunması halinde ancak başkaları üzerinde olumlu etkilerini yerine getirir. Allah’ın kullarına merhametle bakmak, dürüst olmak, yalan söylememek, herkesin iyiliğini istemek, muhtaçlara yardım etmek, komşu hakkına, kul hakkına ve Rabbimizin üzerimizdeki hakkına riayet etmek, kendisine düşman olanlara dahi necip davranabilmek için nefsini yenebilmek, kişiliğinin gücünü daha zor fakat daha tesirli kılabilecek vazgeçilmez vasıflarındandır Müslümanın.

Sözünü yerine getirmek, gücü bulunduğu takdirde borcunu vaktinde ödemek, yoksa alacak sahibinden süre istemek, hiç ödeyemeyecek durumda ise helallik dilemek, birinin yüzüne başka arkasından başka konuşmamak, anlamadığı bir şey olmuşsa yine kendisinden sormak, onurlu olmak, aklını çalıştırmak, yanlışı doğrudan seçebilecek hale gelmek, evet bütün bunlar Allah’tan korkan, O’nu razı etmeyi düşünenlerin vasıflarıdır. Böyle olmayı ‘revizyonistlik’ sanmak ise ahmaklıktır. Müslüman olmak ise ahmaklık değil bilakis insan olmak demektir. Kullara değil Allah’a kul olmak demektir ki insan için en yüce mertebe Allah’a kul olmaktır. Yolu da Kitab ve Sünnette gösterilmiş ve uygulanmıştır. -
.iktibasdergisi.