MÜSLÜMAN DOĞULMAZ, MÜSLÜMAN OLUNUR!

Sinan Ulu

VAN 24.05.2017 09:30:18 0
MÜSLÜMAN DOĞULMAZ, MÜSLÜMAN OLUNUR!
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Genel manada insanların din hususunda sorgulama araştırma akıl etme gibi çabalardan uzak kaldığı ortadadır. Kendi yaşamları bu gerçeğin şahitliğine yeterlidir. Akıl devre dışı kaldığında bilinçli tercihlerin yerini şuursuz ve duygusal bağlılıklar almakta, din algısı Allah’ın söylemleri ile değil, çoğunluğun söylem ve eylemleri ile şekillenmektedir.
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla;
Doğuştan ‘‘Müslüman’’ olunabildiğini zanneden, bu yanlış ve hatalı bilgi ile büyüyen ve böyle yaşayıp böyle ölen bir toplumun içinde doğup büyüdük. Bu anlayışın bugün de geçerli olduğuna, sorgulanma gereği bile duyulmadan devam ettirildiğine tanıklık etmekteyiz.
Birde bu haksız “zan” Peygamberimizin hak bir sözünün yeterince doğru anlaşılmaması sebebiyle beyinlere iyice yerleşmiş ve düşünmeyen zihinlerde “hakikat” gibi kabul edilir olmuştur. Sözünü ettiğimiz hadis üzerinden yola çıkarak meseleye açıklık getirmeye çalışalım:
“Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
 İslam, insanın tüm ihtiyaçlarını kuşatan ve en üst düzeyde karşılayan tek düzendir. Ve bu düzenin rengi fıtrat ile aynıdır. Çünkü insanın da dinin de sahibi Allah’tır. Ve insanı en iyi bilen onu yaratandır. Kulunun yaratılış özelliklerine(fıtratına) en uygun olan yaşam biçimini (dini) de yine kendisi belirleyip takdir etmiştir. Bu anlamda fıtrat, içimizde yazılı olan bizden hiç ayrılmayan mini kitap durumundadır. Dünyada ise insanlara yol gösteren, hayat biçimi sunan sorunlarına çözüm getiren çeşitli kitaplar bulunmaktadır. İşte bunların hiç biri Allah’ın vahyederek  gönderdiği kitaplar kadar insanın yapısına uygun değildir. Çünkü insan daha doğarken sadece onu yaratanın belirlediği sisteme/düzene uyumlu olarak dünyaya gelmiştir. Aksi durumlarda insanın ne hale geldiği ortadadır. Fıtrat ve İslam arasındaki doğal uyumu anlayabilmek adına kısaca şunları anımsatmakta fayda vardır:
Borç aldığınız birisi sizden,  size verdiğinden daha fazlasını istese bu hoşunuza gider mi? Elbette gitmez! İşte içimizdeki bu doğal(fıtri) tutuma uygun olarak İslam da faizi yasaklamıştır.
Birilerinin sizin arkanızdan konuşması gıybetinizi yapması sizi üzer. Buna uygun olarak İslam da gıybeti yasaklamıştır.
Sırf yüksek makamlarda tanıdığı var diye birinin hak etmediği bir işin başına getirilmesine kahredersiniz. Bakın, İslam da adaletli olup emaneti ehline vermeyi emreder.
İftiraya uğrayarak yıllarca hapis yattığınızı düşünün! Dünyanın hiç bir bölgesindeki insanın kabullenemeyeceği bir zulümdür bu. Çünkü insanlar farklı da olsa fıtratlar aynıdır. Ve zulmün her türlüsü fıtrata terstir. Bu gerçeğe uygun olarak İslam, iftirayı suç saymış ve ciddi bir ceza ile cezalandırmıştır.
Bir küçük iyilik yapınca içinize dolan sevinci ve yine basit bir kötülük yapınca sizi saran pişmanlığı düşünün. İşte İslam da iyiliği emredip kötülüğü yasaklayarak insanı mutlu edecek işleri artırmakta, pişman olacağı işleri ve ondan doğacak sorunları da  -kendisine uyulduğu nispette- azaltmaktadır.
Konuyla ilgili örnekleri sizler de çoğaltabilirsiniz. Sonuçta Allah’ın, biz kullarından yapmamızı istediği her işin bize ve benliğimize ne kadar uygun olduğunu göreceksiniz. 
Allah’ın yasakladıklarının ise; esasen bizi birçok zarar ve kötülükten koruduğunu, bu yasaklara riayet etmenin fiziksel ve ruhsal yönden bize birçok fayda getirdiğini de göreceksiniz. Çünkü yaratılışımız buna programlanmıştır.  Yani dinin fıtratla, fıtratın dinle doğrudan bağlantısı vardır.
Şöyle ki;
Sen yüzünü (Allah’ı birleyen) bir Hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki (bütün) insanları o fıtrat (İslam fıtratı) üzere yaratmıştır. Allah’ın (bu) yaratışında hiçbir değişme yoktur. İşte kayyum (doğru-kalıcı) olan din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler. 30/Rum Suresi, 30
İnsanın ailesinin dini üzere yetişmesi; akıl edecek seviyeye gelinceye kadar öğrendiği bir takım şekilsel davranışları tekrar etmesidir. Babası istiyor diye camiye giden çocuk ile babası istiyor diye kiliseye giden çocuk arasında davranışsal bir fark yoktur. İkisi de babaları istiyor ya da yapıyor diye orada bulunmaktadır. İnsan, aklını kullanacak duruma geldiği zaman, kendi imtihanını da vermeye başlar. Ya mevcut gidişata uyup gider, ya da hakikat arayışına girer. Bu arayışa girenler her zaman ve mekanda fıtri özelliklerinin de yardımıyla İslam’a mutlaka ulaşırlar.
Yahudi ya da Hristiyan bir ailede de doğup yıllar sonra İslam’ı  “seçenlerin’’  örnekleri buraya sığmayacak kadar çoktur. Yani ana-babanın kimliği veya yetiştirme tarzı insan için mutlak belirleyici unsur değildir!
İnsanlara kendi bünyelerindeki hataları fark ettirip bunların yerine doğruları geçirme gayreti içinde olanlara öteden beri pek sıcak bakılmadığını da hem Kur’an-ı Kerim’den hem de kendi hayatlarımızdan biliyoruz. Özellikle konu “Müslüman Kimdir?’’ ya da “Nasıl Müslüman Olunur?’’ noktasına gelince kimi çehreler olanca ön yargısı ile:
 “Ne yani biz Müslüman değil miyiz?” diye asılıp, rahatsızlık duymaktadır. 
Hakikatlerle yüzleşmek istemeyenler, onlara öncülük eden efendilerinin ağzına bakarak kendilerinin “doğru yolda(!)” olduğunu zannetmeye hatta bundan emin olarak yaşamaya devam etmektedir.
“Siz kimselere aldırmayın Müslümanım diyen Müslümandır!’’
diyerek büyük bir sevgi ve hürmet kazanan bu öncüler, aslında insanların hakikat arayışını da ortadan kaldırarak onlara en büyük ihaneti yapmaktadır. Toplum ise, celladına âşık mahkûm gibi onları dikkate almakta, kendi ipini kendi çekerek bu cinayete yardımcı olmaktadır.
Düşünce ve davranışlarında Peygamberi değil başkalarını, Kur’an’ın değil dünyanın kurallarını ölçü alanlar onları cehenneme götüren bu yolu emin adımlarla yürümektedir. Kur’an’a her an dokunacak kadar yakın, içeriğine ulaşamayacak kadar uzak bir konumda olan insanlar; bu konumlarını değiştirmeyi bırakın, gözden geçirmeyi dahi düşünmüyorlar. Çünkü böyle bir gereksinim duymayacak kadar rahat ve gidişattan memnunlar.(Müslüman doğdular ya!)
Kim de Rahman’ın Zikri’nden (Kur’an’dan) yüz çevirip görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan  musallat ederiz. Artık o, onun ayrılmaz dostu olur. Şüphesiz ki bu (şeyta)nlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. 43/Zuhruf Suresi, 36-37
Hiç kimsenin bir başkasını kendi yargıları ile cehenneme gönderme hak ve yetkisi olmadığı gibi, herkese “mü’min” rozeti takarak cennete gönderme hak ve yetkisi de yoktur. Allah kullarına böyle bir görev de yüklememiştir. Zira kullarından kimlerin hidayete layık olduğunu da en iyi bilen Allah’tır.
Cennete götürecek ya da cehenneme götürecek yolun tarifini Rabbimiz yaptığı gibi yolculuğun şartlarını da yine kendisi bildirmiş, elçisi ile de bunu insanlara göstermiştir. İnsanın kendisinin söylemesi ya da bir başkasına durumunu onaylatması ile “mü’min” olması söz konusu değilken, yine bir başkası söyledi diye de dinden çıkması olacak iş değildir. Burada önemli olan şey Allah’ın ne söylediğidir. Bu yüzden Allah’ın söyledikleri üzerinden kendimizi değerlendirmeli başkalarının değil O’nun onayından geçmeye gayret etmeliyiz.
İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. 29/Ankebut Suresi, 2-3
İslam topraklarında ya da kendini İslam’a nispet eden bir ailede doğduk diye  “Elhamd’ü’lillah Müslümanız!’’ ezberini bozmadan İslam üzerine konuşup yazmanın kimseye bir fayda sağlaması mümkün değildir. Konunun hassasiyeti gereği özelde fertlerin, genelde halkların ve bu halklara önderlik edenlerin pek dokunmadığı bu mesele, dünyevi çıkarlar gereği göz ardı edilmektedir. Oysa ahiretteki çıkarımız adına pek hoşa gitmeyen bu yüzleşmenin yapılması gerekmektedir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik onların ahirette kazançlı çıkmalarının yolunu göstermek değil midir?
Öncelikle şu gerçekleri ortaya koyalım. “İman’’ bilinçli bir tercih sonucu elde edilir. Mü’min kimliği babadan oğula nesilden nesile geçmez. Bununla birlikte insan,  dünyanın her yerinde hakikate ulaşıp cenneti kazanabilecek şekilde yaratılmıştır.
Allah’ın adaletini göz önüne aldığımızda, her insan bu yarışta eşit haklara sahip demektir. Bu konuda bazı kullarını ayırması/kayırması O’nun şanına yaraşır mı? Elbette hayır! O halde nasıl oluyor da kimileri İslam coğrafyasında doğmuş olmayı Müslüman/Mü’min olmak için yeterli görebiliyor? Ya da daha  “avantajlı’’ sayabiliyor? Oysa bu düşünce kendisinin Allah tarafından torpilli olduğu anlamına geldiği gibi aynı zaman da Allah’ın da torpil yapan bir İlah gibi algılanması sonucunu doğurur. Yani nerden baksanız skandal!
Bırakın İslam topraklarında doğmayı Peygamber ocağında doğduğu halde iman etmeyen Nuh (as)’ın oğlunun durumu bizlere hikâye olsun diye mi bildirilmektedir?
Kur’an’ın verdiği haberlerden öğreniyoruz ki; aynı zamanda Nuh (as)’ın eşi ile Lut (as)’ın eşi de iman etmemiş ve bu durum tüm insanlığa ibret olması için Kur’an ile kayıt altına alınmıştır. Peygamber evinde başlayan bir yolculuğun cehennemde son bulması düşünülmeye değer bir hakikat değil midir?
Allah, inkâr edenlere, Nuh’un eşini ve Lut’un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen hiç bir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: “Ateşe diğer girenlerle birlikte girin’’ denildi.       66/Tahrim Suresi, 10
Bununla birlikte Allah’a ve Resulüne savaş açıp, resmen ilahlık taslayacak kadar azgınlaşan, iman etmediği gibi kimsenin de iman etmesine izin vermeyen “cehennemlik’’ Firavun’un sarayından da iman ederek cennete gidenin hatta gidenlerin olduğunu yine Kur’an’dan okuyor, öğreniyoruz.
Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.’’ 66/Tahrim Suresi, 11
Yine bir put ustası olan Azer’in evinde doğan İbrahim (as)’ın putperest babasının izinden gitmediği gibi toplumunun, devlet gücünün baskısına da asla boyun eğmediğini; bununla birlikte onları da hakka çağırdığını, ailesinin verdiği eğitimin onu putperest yap(a)madığını biliyoruz.
Hani İbrahim, babası Azer’e (şöyle) demişti: “Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’’ 6/ En’âm Suresi, 74
O halde sonumuzu belirleyen temel etken doğduğumuz topraklar veya toplumlar değil, yaşarken ortaya koyduğumuz, benimsediğimiz düşünce ve davranışlarımızdır. İçinde bulunduğumuz şartların karşısındaki “bilinçli’’ tercihimizdir. Kurtuluşun yolu ise bu tercihleri Allah’ın rızasını gözeterek yapmaktır.
Eğer “din” adına, yaşadığımız toplumun bize öğrettiklerini düşünmeden tekrar ediyorsak, bizden öncekilerin bize devrettiklerini; kavrayarak değil taklit ederek sürdürüyorsak, bu bizi kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü bilerek isteyerek değil toplumsal bir içgüdüye uyarak yürünülen yollar sahiplerini selamete götürmeyecektir. Bu açıdan bakıldığında İslam âleminin bu çıkmaza düşmanları tarafından değil, mensupları tarafından sürüklendiği de görülecektir.
Dünyanın farklı yerlerinde, aynı anda doğan üç insanı ele alalım:
Birincisi, Kâbe manzaralı bir evde “Müslüman” ailede,
İkincisi, bir Katedralin bitişiğindeki “Hıristiyan” ailede,
Üçüncüsü de, Hindistan’da bir tapınağın karşısında yaşayan “Hindu” bir ailede dünyaya geldi diyelim.
Eğer onların akıbetini/ahiretini yani cehenneme ya da cennete gitmesini, büyüdükleri aile ortamı belirleyecekse; o halde Kâbe’nin karşısında doğup, İslam dünyasının merkezinde büyüyüp yaşayan insan “Müslüman” olup kurtulacak,  diğerleri İslam’ın esamesinin dahi okunmadığı yerlerde doğduğundan bırakın Müslüman olmayı, İslam’la tanışamadan yaşayıp ölecek ve cehenneme mi gidecek?
Söz gelimi Mekke’de değil Avrupa’da doğsaydı cehennemlik olacak birisi, adeta talih yüzüne güldüğünden(!) kurtulup cennete gidecek öyle mi?
Dünya üzerinde ortalama her saat 15 bin insanın doğduğu söyleniyor. Gerçek sayıyı tam olarak Allah bilir elbette. Aynı zamanda bu insanların doğum yerini, yılını, ailesini ve ülkesini de ezeli ilmiyle bilen ve belirleyen de ancak Allah’tır. Peki, bize ait olmayan bu seçimlerden medet umup kendimizi cennete layık görmekle, sırf İslam coğrafyasında doğmadı diye (ki kendi tercihleri değil) başkalarını cehenneme müstahak görmek hem adaletsizliğin hem Allah’a zulüm ve haksızlık isnat etmenin örneği değil midir?
Hakikate kendilerini kilitleyip bu paylaşıma sadece kendi açılarından bakarak sessiz kalan, ve paylarına “cennet” düştüğü için sevinenler gerçeğin böyle olmadığını bilmelidirler.      
 – “Olur mu canım, biz Müslüman bir ailede doğduk. Bundan dolayı da Müslümanız, günahımız varsa da yanar çıkarız, yani eninde sonunda cennete gideriz.’’ diyenler, İsrailoğulları ile  “fikri ittifak’’ halinde olduklarını maalesef görmemektedir. Bu zihniyet karşısında Kuran’ın uyarıları ise son derece nettir:
Sayılı günlerden başka katiyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; ‘Allah’tan bu yönde söz mü aldınız – ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?     2/Bakara Suresi, 80
Çünkü onlar: “Bize ancak sayılı günlerde ateş dokunacaktır” demişlerdir. Onların vaktiyle uydurdukları şeyler de dinleri hakkında kendilerini yanıltmıştır. 3/Ali-İmran Suresi, 24
Yazdıklarımızın Yahudi’yi-Hristiyan’ı ve diğerlerini cennete gönderme gayreti değil, Müslümanım diyenin Müslüman olup olmadığını düşünmesi, sorgulaması gayreti içerdiğini vurgulayarak devam edelim:
Allah’a iman etmeyi “O’nu inkâr etmemek’’ olarak algılayan; dolayısıyla “Allah yok!’’ demeyen, “Allah yaratmadı!’’ demeyenlerin, bu halleriyle itikat işini halletmiş oldukları sanılmaktadır. Üstüne bir de İslam coğrafyasına ait bir yerde doğmasını, kulağına ezan okunmasını, İslami bir isme sahip olmasını, belli başlı amelleri de yerine getirmesini hesaba katarsak mesele bitmiştir(!). Yapmadığı ameller varsa da, sonuçta borçlu(!) gitmiş olur. Ne de olsa bu durum,  imansız gitmekten daha iyidir…
Genel manada insanların din hususunda sorgulama araştırma akıl etme gibi çabalardan uzak kaldığı ortadadır. Kendi yaşamları bu gerçeğin şahitliğine yeterlidir. Akıl devre dışı kaldığında bilinçli tercihlerin yerini şuursuz ve duygusal bağlılıklar almakta, din algısı Allah’ın söylemleri ile değil, çoğunluğun söylem ve eylemleri ile şekillenmektedir.
Ve derler ki: “Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.” 67/Mülk Suresi, 10
Ne de olsa Müslüman memlekette doğdu, kulağına ezan okundu, üstelik hiçbir zaman “Allah yok!’’ demedi, “Allah yaratmadı!’’ da demedi… Allah’a iman etmek anlayışları O’nu yok saymamakla sınırlı olan bu kimseler için asıl umutsuz vakalar İslam coğrafyasında doğ(a)mayanlardır! Onların işi çok zordur(!) öyle ya, onlar doğuştan kaybetmişler!
“Çok şükür bu topraklarda doğmuşuz baba.’’
“Hiç sorma, Allah’ın sevgili kullarıyız oğlum…’’
Bu algıya göre Allah’ı inkâr etmeyip aynı zamanda birtakım ibadetleri de yapanlar ise çok daha muhterem mevkilerde yer tutarlar. İslam coğrafyasında doğmalarının avantajını da sayarsak bunların hali kaymaklı kadayıf! Hele bir de Peygamber soyundan gelmişse…
Herkesin hoşuna gittiğinden olsa gerek kolayca kabul gören bu çarpık düşünceler ilahi takdire atfedilen kuruntulardır. İnsan düşünce ve davranışlarını bilinçli olarak seçer ve bunları Allah’a dayandırırsa ancak o zaman doğru bir yol tutmuş olur. Bunun dışında bir kurtuluş aramak ilahi piyangolara umut bağlamak olur ki Allah böyle bir piyango oynatmaktan münezzehtir.
De ki: Ey Ehl-i Kitab! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen (Kur’an’)ı dosdoğru tatbik etmedikçe dinden hiç bir şey üzerinde değilsiniz (boşluktasınız). Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o inkârcılar toplumu için üzülme! 5/Maide suresi, 68
Rabbimiz olan Allah, insanların kurtulmalarını yine onların kendisine yönelmelerine bu husustaki gayret ve samimiyetlerine bağlamıştır. Bu yönelişe girenleri içinde bulundukları halden kurtaracak gereksinimleri bir araya getirmek ya da yaratmak; hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ın işidir.
İnsanlara düşen kendilerine gelen uyarıları dikkate alarak fıtratlarındaki “kulluk” gerçeğini açığa çıkarmaktır. Allah herkesi hesaba çekeceği için bu mahkemeye çıkacak herkese de gereken süreyi ve iman edip etmeyeceğini ortaya çıkaracak olan davranışları sergileme imkânını mutlaka vermektedir.
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. 67/Mülk Suresi, 2
İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım.” Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. 35/Fâtır Suresi, 37
Bu konu, üzerinde durulması gereken hayati bir önem taşımaktadır. Bize ezberletilen kalıplaşmış bilgilere ve alışkanlık haline gelmiş bir takım amellere güvenerek kendimizi doğru yolda zannetmek ve şu kısa hayatın ardından ebedi cennet beklemek, hayatın ve İslam’ın gerçeklerine uygun düşmemektedir.
İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra da çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir. 53/Necm,39-41
Bu da gösteriyor ki Müslüman doğulmaz, Müslüman Olunur! Müslüman olmak için de, Müslüman kalmak için de çalışmak gerekmektedir. Öyle ya, bu dünya yan gelip yatma yeri değildir.


Sinan Ulu/ İktibas Dergisi Mayıs 2017/461