Modernite-Din Çatışması ve Algılarımız!​​​​​​​

Türkiye’de bir yandan dindar kesimlerin ‘aşırı’ modernleştiği, diğer taraftan toplumun dindarlaştığı yönünde bir paradoks var. Çelişkinin büyük bir kısmı dindarlık ve modernlik tanımlarından kaynaklanıyor.A+A-Sinan ÖN’ün y

VAN 5.12.2017 09:07:56 0
Modernite-Din Çatışması ve Algılarımız!​​​​​​​
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Modernite ile din arasındaki ilişki sürekli bir çatışmadan beslendi! Modernliğin dine alternatif  olarak sunulması, bu çatışmanın omurgasını oluşturdu. Aradaki ilişkinin, alternatiflik ilişkisi olmaktan çıktığını görmek gerekiyor!

Modernite, dinin öngörmediği bir hayat tarzını dayatsa da radikal zıtlıklardan kaçınmak lazım. İhtiyatlı, olgun, seçici, eleştirel bir uslüpla konuyu tartışmaya ihtiyacımız var. Mutlak hakikat fikrine dayanan din her ortamda varolabilir. Evrensel formatının yansıması ile varoldu da!

Geleneksel ortamın avantaj ve dezavantajları olduğu gibi, bu modern zamanlar için de geçerli! İslam’ın hayatla kurduğu ilişki o kadar güçlüdür ki, modernitenin dindışı olgusunun, bununla mücadele edebilmesi mümkün değil. Yeter ki müslümanlar; bu güçlü ilişkiyi yüksek bilgi, metodoloji ve özgüvenle ortaya çıkarsın.

Bugün dünya müslümanları her zamankinden daha fazla iletişim imkanına sahip ve bu da bilgiye ulaşma, alternatif sesleri duyma, canlı bir fikir ortamı oluşturma imkanı sunuyor.

Modernite ve din; insan hayatının anlamı ve amacı, toplumsal alanın düzenlenmesi, zaman ve mekan algılaması, insan-doğa ilişkileri gibi tüm konularda, çatışan kavramlar. Bu yüzden aralarında sürekli bir gerilimin olması kaçınılmaz.

İslam coğrafyasında bu gerilimin sebebi, modernleşmenin; medeniyet değiştirme projesi olarak ortaya çıkmasıdır. Aydınlanma ideolojisinin, dini; insanlık tarihinin aşılması gereken bir olgusu olarak görmesi ve bunu halka tepeden dayatması ile buna karşı varoluşsal kaygılar bu gerilimi derinleştirdi.

Türk modernleşmesi çerçevesinde, devlet-din ilişkisi; gerilimli, problemli, ideolojik kutuplar üreten bir seyir izledi. İstenmeyen ancak kayıtsız da kalınamayan din ile ilişki, halk dindarlığı yanında yer alınarak sağlamaya çalışıldı. Bununla birlikte, yıllarca kitlesel dindarlık siyaset dışı tutuldu. Bir devlet kurumu olan Diyanet ile kayıtsız kalınamayan ‘dinin yanında’ yer alınıp, kitlesel taleplerin önüne set çekildi!

Türkiye’de, ‘modernizmin dini’ şeklinde yaşanan ‘laik’lik, dine yaklaşımdaki sıkıntının asıl kaynağı. İki yanlış algı yüzünden bu böyle. İlki; halen Aydınlanma felsefesi üzerinden din olgusu okunuyor! Hem Batı felsefesindeki gelişmelerden, hem de Batıyı Aydınlanma sürecine getiren hiçbir olayın, İslam tarihinde yaşanmadığından habersizler! Laikler oldukça tutucular, kendilerini sorgulama ve yenilenme ihtiyacı da duymuyorlar!

Diğer yanlış algı ise; dini oldukça aşırı okumalardan tanımlıyor olmaları. Dini; dogmalardan ibaret görmek, geri kalmışlığın ideolojisi olarak değerlendirmek,din-bilim karşıtlığı üzerinden algılar oluşturmak, bu yanlış algının sebeplerinden!

Türkiye’de bir yandan dindar kesimlerin ‘aşırı’ modernleştiği, diğer taraftan toplumun dindarlaştığı yönünde bir paradoks var. Çelişkinin büyük bir kısmı dindarlık ve modernlik tanımlarından kaynaklanıyor.

Dindarlığı; her hafta Cuma’ya giden 15 milyon insan, %80 Oruç tutma oranı veya Hac için her yıl yapılan başvuru sayısı üzerinden açıklarsak, toplumun dindarlaştığı doğru! Ancak bu tezahürleri, dinin gerçek değerleri üzerinden ele alırsak farklı bir tabloyla karşılaşabiliriz!

Bununla birlikte, dindarların modernleşmesinin ölçüsünü; tüketim kültürü ve ekonomik faaliyetler açısından takınılan tavırlar belirliyor. Oysa zenginlik ve serveti modernliğin, fakirlik ve meskeneti dinin ayrılmaz parçası saymak doğru değil.

Burada esas olan helal kazanç, helal lokma, emeğe saygı sınırlarına dikkat etmektir. Servet, güç ve iktidarla dini hayatın zayıfladığı, ahlaki yozlaşmanın arttığı doğrudur. Ama gerçek din; gücü, serveti ve iktidarı da ahlaka ram kılmakla olur. Nefsi düşman gören mistik bir anlayış yerine nefse biçim veren, terbiye eden anlayış tercih edilmeli. Çünkü, aşırı idealizm gerçeklikten uzaklaştırır!

Dindarlar mı modernleşti yoksa toplum mu dindarlaştı? Sorusuna sahadan verilebilecek en iyi örnek Ramazan olsa gerek! Modern devletin ideolojik aygıtlarından medya, din ile modernite çatışmasında, moderniteden taraftır. Ancak bunun belki de tek istisnası Ramazan. Sebebi ister, toplumun böylesi büyük değerlerini karşısına almaktan çekinmek olsun, ister politik-apolitik  dindarlık arasındaki çizgiyi kalınlaştırma, yani ‘biz halk dindarlığını kabul ediyor ve saygı duyuyoruz’ mesajı olsun, ister reyting kaygısı olsun, bunu dinin rahmeti, hatta şeytanların bağlanması olarak görmek lazım..

Bununla birlikte, Ramazan şenlik kültürünün son derece modern araçlarla organize ediliyor oluşu, modernliğin göstergesi! Burada şunu söyleyebiliriz o halde; modernite dine karşı tutumunda yumuşarken, dindarlar modern olana karşı savunma refleksini terk etti ve kaçınılmaz etkileşime kendini açtı! Bu bir etkileşim ve baskın tarafı, müslümanların tavrı belirleyecek.

Türkiye’de ‘müslümanlar’ kavramı da muğlak bir kavram haline getirildi. Müslümanlığı tanımlama sorunları yaşıyoruz uzun bir zamandır! Farklı düşünce akımları, tarikat, cemaat ve din adamları kendi zaviyelerinden bir müslüman tanımı yapıyorlar. Bir de buna yukarıda bahsettiğimiz halk dindarlığını ekleyebiliriz.

Bunların kahir ekseriyeti kendi alemlerinde yaşıyorlar. Din diye anlattıkları şey, geçmiş beşerin bin sene önceki üretimi! Bu din ile müslüman arasında, insan ile din arasında bir iletişim, diyalog kurmak gerek..

Hayatın akışında karşılaştığımız problemleri, öncekilerin üretiği bilgiyle çözemediğimizi görmek lazım! Sonrasında ise düşünmeye, içtihad etmeye, sorgulamaya kapı aralayan duru geleneğimizi keşfetmeliyiz! Doymuş toprağa yağmur işlemez, fakat kuru toprağın yağmuru çekişi gibi bu geleneği içselleştirmeliyiz. Bir daha göremezsem kaygısı ile kıymetini bilerek.

Bununla birlikte taassup ehlinin katılığı müthiş bir ‘çevre baskısı’ doğuruyor. Fıkıh usulü kitapları incelendiği vakit anlaşılacaktır ki; meselelerdeki tabular, sadece bizim zihnimize pranga vurmuş, bazı kaynaklar ve kişiler içtihadın şartlarını abartmışlar! İçtihat basit bir şey olmayabilir, ancak imkansız olarak da görülmemeli!

Çalışır, öğrenirseniz Kur’an ve hadisleri yorumlayabilir, tefsir edebilirsiniz. Verilmiş cevapları gözden geçirebilir, yeni bir şeyler söyleyebilir, günümüz hayatını ilgilendiren mevzularda İslam’ın hükümlerini ortaya koyabilirsiniz. İslam’ın zamanın ruhuna hitap etmesini istiyorsanız, çıkış yolu bu!

Ancak bugün çıkış yolu arayanlardan bazılarının düştüğü büyük problem; red ya da iptal ile bir yerlere varabilmek! Asılları korumayan bir içtihat, içtihat olmaktan çıkar ve tahrifat olur. Bu yüzden içtihat usullerinin dışına çıkmamak, önceki içtihatlardan ve müçtehitlerden, büyük bir hazineden yararlanır gibi yararlanmak gerekiyor. Bunu yaparken ‘gelenek savunusu’ adına geleneğe donuk, statik, durağan bir şekilde yaklaşmamamız, gelenek içerisinden tek bir çizginin mutlaklaştırılmasının problemli olduğunu görmemiz ve geleneğin dinamik çizgisini keşfetmemiz gerek!

Gelenekçi-modernist ikilemine sıkıştırılmış tartışma ekseninde din, meşru tartışma zeminine ulaşamıyor maalesef. Bir de Türkiye’de sorunlu din-devlet ilişkilerini ekleyince durum hiçte iç açıcı değil.

Bir fikre veya siyasi bir harekete isimleri genelde sonradan konur. Örneğin; İslamcı dediğimiz insanlar bir araya gelip ‘biz fikri, siyasi, içtimai, kültürel, felsefi, ilahi bir hareket başlatalım bunun da adı İslamcılık olsun’ demediler. ‘Hadi elimizi silah üzerine koyup, yemin edelim’ falan, diyen de olmadı!

İlk defa 1908 yılında Meşrutiyet ilanı ile kendisini İslam’ın karşısına koyan, onun alternatifi olarak ortaya çıkan hareketler zuhur etti. Öncesinde İslam’ın karşısında başka bir sistem, model, proje ya da ideoloji yerleştirmek düşünülse bile mümkün değildi!

Yani İslamcılığın ortaya çıkması, oluşan şartların bir sonucu. Türkçüler ile Batıcıların ortaya koyduğu yeni siyasal söylem İslam’ı savunma psikolojisini beraberinde getirdi. Zamanın tüm akımlarının felsefi ve kültürel yanları yanında, asıl baskın yönleri siyasiydi.

İşte burada adı geçmeyen ancak modernitenin, bilinçli-bilinçsiz İslamcılarla aynılaştırdıkları muhafazakarları anmak gerek! Muhafazakarlar; ‘kadim usul değişmez. Her şey olduğu gibi devam etmeli’ derken; İslamcılar; ‘eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal’ diyerek, muhafazakarlardan ayrılırlar.

Mazi muhal ise, şimdiye kadar geleni aynıyla uygulamak mümkün değil. Temel itikat esasları ile imanımıza halel getirmeden, kaynağı yeniden yorumlamak gerekiyor. Bugün müslümanlar, İslamı yaşamak ve yaşatmak gayesine sahipse, ‘müslümanlar’ vasfını anlamlı kılmak adına İslamcı olmak zorundalar!

Tabi İslam’ı kullanarak daha kısa yoldan amaca ulaşmanın hesabını güden, oportünist İslamcı değil, samimi ve İslam’ın, adalet temelli yeryüzü ideali için çaba sarf edenlerden olmak koşuluyla.. Rabbimizden bizlere, bu yolu kolaylaştırmasını diliyorum..