MEZHEB VE MEZHEBCİLİK

Hüseyin BÜLBÜL

VAN 28.01.2015 09:54:20 0
MEZHEB VE MEZHEBCİLİK
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Şimdi İslam’ın düşmanları, Müslümanların yumuşak karnı olan mezhebi ayrılıkları bir din ayrılığı gibi göstererek birbirleriyle savaşmalarını temin için elinden geleni ardına koymadan gayret etmektedirler. Bu düşmanlığını çok açık olarak ifade etmesine rağmen insanların basiretleri körleşmiş gibi bir türlü kurulan oyunları anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar gibi bir tutum sergiliyorlar.  Ahmet Türkmen / G. ANTEP SORU: Bu gün Müslümanlar üzerine oynanmak istenen oyunlar,  Din üzerinden yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Müslümanlar arasındaki mezhep farklılıkları çatışma sebebi imiş gibi gösteriliyor. İslam da mezhep farklılıkları böyle bir kavgayı gerektirir mi?  Ya da İslam da mezhebin yeri ve önemi nedir?



 CEVAP:Mezhep, kelimesi “ze. he. be” kökünden türetilmiş gidilen yol, takip edilen usul, herhangi bir kimsenin bir konudaki görüşü anlamında kullanılmaktadır. Daha çok, dinin anlaşılmasında ve yorumlanmasında konuya ilgi duyan ve bu konuda görüş belirten âlimlerin görüş ve düşünceleri ile ortaya koymuş oldukları yol ve yöntem’e mezhep denilmektedir.

Peygamberimiz hayatta iken bütün ihtilafların halledilmesi onun şahsında son bulduğu için, farklı görüş ve düşüncelerin doğmasına fırsat kalmıyordu. Çünkü:   “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, hüküm olarak daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa 4/59) ayetinin de işaret ettiği gibi Peygamberin varlığı her şeyi hallediyor idi. Ancak Peygamberimizin vefatı ile bu imkân kaybedilmiş oldu. Dinin hayata uygulanmasında kaçınılmaz bir ihtiyaç olan bu konuda başta Raşit halifeler olmak üzere bu ümmetin fakihleri tarafından bu ihtiyaç karşılanmaya çalışılmıştır.

Dinin sabit olan hükümleri yanında,  değişen şartlara göre uyarlanması gereken hükümleri de vardır. Bu hükümler kitap ve sünnete bakarak yeni oluşan şartlara göre nasıl uygulanacağı belirlenir. Bu nedenle Sahabeyi takiben gelen her kuşak, kendi zamanlarındaki müşküllerini halletmek için aralarından İçtihad edecek âlimlerini yetiştirmişler. Bu âlimler yaşadıkları dönemde toplumun sorunlarını islam’ın ana ilkelerine uygun olarak çözmeye çalışmışlardır. Bunu yaparken, “ben bir mezhep kuruyorum, benim mezhebimi kabul edin” gibi bir istekte bulunmamışlardır. Bu konuda Ebu Hanife Numan Bin Sabit şöyle demiştir: “Bu Numan bin Sabit’in varmış olduğu en son kararıdır. Benim görüşüm doğrudur yanlış olma ihtimaliyle beraber. Başkalarının görüşü bana göre yanlıştır doğru olma ihtimaliyle beraber. Bu nedenle dileyen alsın dileyen bıraksın” demiştir.

Buna rağmen fetvalarını benimseyenlerin sahiplenmesiyle taraftarları tarafından mezhepleştirilmiştir. Ayrıca bu âlimlerin görüş ve düşünceleri o günkü iktidar tarafından devletin resmi görüşü olarak benimsenmesiyle, daha geniş halk kitleleri arasında yayılmasına sebep olmuştur. Böylece bazıları geniş taraftar bulurken; bazılarının bu imkâna ulaşamamış olmasından, çok dar bir çevre tarafından benimsenip nakledilmiştir. Böyle oluşu onların görüşlerinin mutlak yanlış oluşundan değil; uygun ortamı ve şartları bulamadığındandır. Onun için mezhep olayı konuyla ilgili  kitaplarda sayılanlarla sınırlı olmadığı gibi, “Ehlisünnet mezhepleri” diye sayılan dörtle de sınırlı değildir. Tevhidi düşünceye sahip müçtehitler kadar hak ve doğru olan mezhep vardır.

Ayrıca bunların sayısı dondurulmuşta değildir. Kıyamete kadar bu sahada görüş beyan eden âlimlerimiz olacaktır ve olmak zorundadır. Her devirde değişen şartlara göre ne yapılması gerektiğini Müslümanlar bilmek ve ona göre dinini yaşamak zorundadır. Yine Hambeli mezhebinin kurucusu olarak takdim edilen Ahmed Bin Hambel kendi fetvalarını yazmak isteyenlere yazdırmamış, Basralılar Ahmed İbni Muberek’in fetvalarını yazdıklarını söyleyenlere de :” Biz ilmi gökten almakla emrolunduk. Ne ben ne de Ahmed İbni  Mubarek gökten inmedik.” O zaman ne yapalım diyen öğrencilerine: “Biz ne yapıyorsak sizde onu yapın. Allah’ın kitabına Resulünün sünnetine bakarak ihtiyacınız olan çözümleri üretmeye çalışın” der.

Asla kör bir taklidi önermez. Müçtehitlerin hiç birisi kendi görüşlerinin mukallidi olmayı önermemiş olmasına rağmen, sonraki kuşakların bir âlimi aşılmaz otorite kabul ederek ona tabi olmaları sonucu bu günkü mezhepler ve mezhebi anlayışlar doğmuştur. Mezhebin olduğu yerde mezhepçiliğin olmaması mümkün olmamıştır. Çünkü insanlar neyi niçin yaptığının bilincinde olmayınca taassup kaçınılmaz olmuştur. Dinsizlik mümkün olmadığı gibi; bir insan için mezhepsizlikte mümkün değildir. Hak batıl doğru yanlış mutlaka bir konuda insanın bir görüşü, düşüncesi olacaktır. Bu nedenle mezhep kaçınılmaz olarak her insanda olması gereken bir anlayış iken, mezhepçilik yapmak asla doğru değildir. Aksi halde hayat toplumda yaşanılmaz hale gelir. Kişisel ve toplumsal huzurdan söz edilemez. Din de ikrah olmadığı gibi, kendi düşüncemizi başkalarına kabul ettirme de de ikrah söz konusu olamaz. Hz.Ömer’in (ra) dan hilafeti yıllarında şöyle bir olay nakledilir: “Hz. Ömer birkaç Müslüman’la sohbet ederken oradan geçen bir Müslüman da bunlara selam verir ve yoluna devam eder. Hz. Ömer nereye gittiğini sorar.

O da Hz. Aliye gittiğini ve ona soracağı bazı sorularının olduğunu söyler. Hz. Ömer :”Tamam git de dönüşte bana uğra o konularda ne düşündüğünü bileyim” der. Dönüşte önerdiği çözümleri kendisine aktarınca: “Ben olsam o konularda şöyle yapmanı söylerdim” deyince; yanındaki Müslümanlar: “Sen emir el mümininsin söyle yapsın” derler. Hz. Ömer: “Bu dediğiniz Allah’ın kitabında veya Resulünün sünnetinde olsa idi söyler yaptırırdım. Ancak benimkide bir görüş Kardeşim Ali’ninki de. Adam da onu tercih etmiş. Ya o doğruysa? Bu nedenle onu benim görüşümü kabul etmeye zorlayamam” der. Mezhep konusunda işin ehli bu kadar rahat olmasına rağmen, kör taklitçilerin böyle düşünmediği malümdur. Bu güne kadar gelmiş olan bu anlayışların elbette genel geçer doğruları da yanlışları da olagelmiştir. Hiç biri mutlak doğru olma iddiasında olmamıştır ve de olamaz da. Çünkü genel olarak akli bir kural vardır: “bir konuda birden fazla görüş varsa, biri doğru diğerleri yanlıştır.

Ya da tümü yanlıştır. Çünkü bir konuda iki doğru olması aklen muhaldir.” Hal böyle olunca işin farkında olan âlimlerimiz bunu ta başından belirterek kendilerini doğrulara daima açık bulundurmuşlardır. İslam’ın sınırları içerisinde sorunlarını çözmeye, Allah’a kulluğu hakkiyle yapmaya gayret göstermişlerdir. Onları takip ettiğini söyleyenlerin bu anlayışı devam ettirmeleri, bu işin gayesine uygun olacaktır. İnsanlar arasında farklılıkları kaşımak hiçbir zaman iyi sonuçlar doğurmamış, doğası gereği doğurmaz da. “Siz ve biz, sen ve ben” diye başlayan her sözün sonucu hayra hizmet edecek durumda değildir. Peygamberimizin içinde bulunduğu bir toplumda bile Ensar bir gölgelikte otururken cahiliye dönemine ait bir konuyu konuşmaya başlarlar… Sonuçta “biz haklıydık siz haksızdınıza” gelindiğinde neredeyse kılıçlar çekilecek bir ortam oluşur. Hemen birileri durumu Peygamberimize haber verir. Peygamberimiz koşup gelir ve: “ Ne yapıyorsunuz? İmandan sonra cahiliyeye mi dönüyorsunuz.

Allah’tan korkun, kendinize gelin…” buyurarak Ensarın arasını düzeltir. İşte insan budur!.. Her dönemin kendine göre yumuşak karnı vardır. Dokundun mu patlayıverir. Onun için daima dikkat… Daima teenni… Daima aklıselim ile hareket ederek imanın sesine kulak verip, peygamberimizi örnek almamız gerekmektedir. Şimdi İslam’ın düşmanları, Müslümanların yumuşak karnı olan mezhebi ayrılıkları bir din ayrılığı gibi göstererek birbirleriyle savaşmalarını temin için elinden geleni ardına koymadan gayret etmektedirler. Bu düşmanlığını çok açık olarak ifade etmesine rağmen insanların basiretleri körleşmiş gibi bir türlü kurulan oyunları anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar gibi bir tutum sergiliyorlar. Küresel küfrün sesi aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Artık orta doğuda biz savaşmayacağız. Müslümanlar birbirleriyle savaşacaklar. Bunun için İran’dan Lübnan’a uzanan “Şii” bir hat oluşturacağız.

Buna karşılık ta Türkiye’den mısır ve emirliklere uzanan Sünni bir hat… Böylece bu iki gurup birbirleriyle savaşacaklar.”  Bunu gerçekleştirmek için başta ajanları olmak üzere yerli işbirlikçilerini ve karşıt düşünce sahiplerini kullanarak bu savaşın ateşini yakmaya çalışacaklardır. Bu bölgenin insanlarından olup Müslüman olduğunu kabul edenleri Sünni olsun Şii olsun küfrün bu tezgâhına gelmemek için dinlerinde / İslam’da birleşerek küfrün bu oyununu bozmaya çalışmaları gerekmektedir. Allah kimseye mezhebini sormayacak, dinini ve o dine ne kadar uygun hareket edip etmediğinden ve: “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Ali İmran 3/103) buyurduğu kitabından hesaba çekecektir. Bugün sudan sebeplerle orta doğudaki halkı Müslüman olan ülkeleri birbirlerine düşman edebilmek için sürdürülen siyasetin amacı budur. Siz savaşın ki onlar barış için aranızı bulmaya (!) gelsinler ve barış meleği olarak ülkenizin tüm kaynaklarını sizin lehinize (!) işletebilsinler…

Bu kaynaklar onlar için hayati bir öneme haizdir. Hatta bu kaynaklar “Müslümanlara teslim edilmeyecek kadar değerlidir.” İşte tüm kavgalar bunların uğruna verilmektedir. Ne Suriye’nin Beşar’ı, ne Mısırın Hüsnü’sü, ne Libya’nın Kaddafi’si, ne de Suudilerin krallıkla idare edilmesi, ne de buralarda yaşayan halkların durumu umurlarında olduğundan değildir. Her farklılık onlar için yeri geldiğinde kullanılacak bir fırsattır. Nitekim bu gün beğenmeyip “tu kaka” ettikleri insanları, dün bu ülkelerin başına kendileri getirmemiş mi idiler?.. En yeni ve canlı örneği Suriye gözlerimizin önünde kanayan bir yara olarak duruyor. Müslümanların mahalle kavgası gibi ölen de öldüren de bu ülkenin insanı. Savaş ateşinin yaktığı coğrafya “İslam coğrafyası.” Binlerce yıldır birlikte yaşadığımız komşularımız. Kederde kıvançta birlikte olmuşuz. Aklıselim ile hareket edeceğimiz yerde, düşmanlarımızın sözüne kulak vererek duygularımızla ve hislerimizle hareket etmeye yönelmişiz.

Gül gibi yavrularımız toprak oluyor; yüzyılların birikimi olan İlim ve âlimlerimiz yok ediliyor. Ülke her yönden harabeye dönüyor. Ve yedi milyar insanlık ta bu cinayete seyirci kalıyor… Bu durum sadece Suriye’de değil, tüm dünyada Müslümanlar üzerinde sürdürülmeye çalışılıyor. Bizler bu durumu ne zaman göreceğiz? Şapkamızı önümüze koyup düşünmenin ve Allah Teala’nın şu hükmüyle kalplerimizin titreme zamanı hala gelmedi mi?.. : “Kendilerine indirilen bir gerçek olarak Allah’ın zikriyle, iman edenlerin kalplerinin titreme zamanı hala gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.

Onların üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların çoğu fasıktır.” (Hadid 57/16) Bu gün bu oyunu bozma zamanıdır. Allah’ın zikrinde birleşip kardeşlik ufkunda buluşarak birlik ve beraberliklere adım atma zamanıdır. Farklılıklarımızı sol elimize alıp arkamızda, beraberliklerimizi sağ elimize alıp önümüzde tutma zamanıdır. Aklıselim ile hareket etme, hakta buluşma zamanıdır. İslam’a yüzümüzü, Kur’an’a özümüzü dönme zamanıdır. Zaman, “büyüğü ve küçüğü ile tüm şeytanlardan ve şeytani oyun kuruculardan yüz çevirip, sadece Allah’a kul olma/ kulluk etme zamanıdır… Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi bunun farkında olan tüm salih kullarının üzerine olsun dileklerimizle….iktibasdergisi.