KÜRT AŞİRETLERİ ÜZERİNDEN PİSLİĞİNİ ÖRTME ÇABALARI

Nurullah Ay

VAN 30.09.2016 09:47:57 0
KÜRT AŞİRETLERİ ÜZERİNDEN PİSLİĞİNİ ÖRTME ÇABALARI
Tarih: 01.01.0001 00:00
Söze nereden ve nasıl başlamak gerekir, inanın kestirmek zor.

Duygular, delişmen; öfke, patlama noktasında.

Karanlık dehlizlerde terör estirenlerin kurtuluş umudu olduğu/sanıldığı bir zamanda başka bir duygu beklemek yersiz değil mi?

Kapkara fikirler pusula oluyorsa, rotanın doğru olma ihtimali olur mu?

Ayrıca aynı günde dört mevsimi yaşayan başka bir ülke var mı bilmem, ama hakikaten aynı günde dört mevsimi yaşayan bir ülkedir ülkemiz.

Gündemi yakalayacağım derseniz, havada kalır yakalama çabanız; zira bu ülkede gündem yok, dakikalar bile mevzunun değişmesi için uzun zaman oluyor kimi zaman.

Gündem, güne ait demek ve yirmi dört saati kapsıyor.

Ancak yirmi dört saat, bir yıla bedel ülkemizde.

***

Çakal sürüsü gökyüzünden ölüm kusarken, yerde ölümüne bir direnişe imza attı isimsiz kahramanlar bir Temmuz akşamında.

Çok geçmeden üç beş gün sonra çakalların çocuklarının mağduriyeti tartışılmaya başlandı.

Birinden nefret etmeyegörelim, hakkında söylenmedik söz bırakmayız.

Aynı şekilde sevdiğimizle ilgili en ufak bir kusuru dile getirenin yüzünün yumruğumuzla teması da an meselesi olur.

Bu biraz da kıtalar arası geçiş noktasında bulunmamızdan kaynaklanıyor sanırım.

 Asya ve Avrupa arasında bulunmak her ne kadar içinde artılar barındırsa da, birtakım olumsuzlukları taşıdığı da muhakkaktır.

Bunca girizgâhın sebebi günlerdir gazetelerin manşetlerinin abonesi pozisyonundaki Hasan Atilla Uğur'un konuşmaları.

Zira giriş yapmadan konuya geçmem dilimin freninin patlamasına sebep olabilir ve siz değerli okuyucularımın karşılaşmak istemedikleri sözcüklerle karşılaşmalarına neden olabilirdim.

Dolayısıyla bu girizgâh siz değerli okuyucularıma değil, bana yazıldı.

Biraz da rahatlama terapisi gibi.

Dünyada iki kuyu bilinir:

Su kuyusu ve Yusuf'un atıldığı ihanet kuyusu.

Güneydoğu halkı bir de asit kuyusunu bilir.

Su kuyusuna salarsınız kovanızı, su çıkar.

Yusuf'un kuyusuna salanların kovasından dünyanın en kutlusu çıkar.

Ya asit kuyularına salınan kuyulardan?

İşte oradan da bir toplumun hafızasına kazınan kâbusu çıkar.

Yani demem o ki, asitle eritilmiş bedenlerin tortusu çıkar.

Evet, tortusu çıkar azizim!

****

Hasan Atilla Uğur dediğim, bölge halkının, özellikle Mardinlilerin, Atilla Uğur diye bildikleri ve hiçbir zaman hafızalarından sil(e)meyecekleri zattır.

Adı aşiretlerle anıldı kimi zaman, kimi zaman da kirli ilişkilerde parmağının olduğuna inanıldı.

Ancak bu ikisinden de önemlisi devletin halkı cezalandırmak için gönderdiği bir azman sanıldı.

Atilla Uğur'un aşiretlerle tanışması, 90'lı yıllara dayanır ve onunla tanışan veya onunla hareket eden hiçbir aşiret reisinin aşireti üzerinde bağlayıcılığı yoktu, şimdilerde olmadığı gibi.

İpsiz sapsız kimileri, kirli emelleri için silahın gölgesinde karanlık planlarla meşguldü ve bunu aşiretleri adına yaptıklarını iddia ediyorlardı.

Atilla Uğur, yani devletin halkı korumak için görevlendirdiği bir memurdu ve yaptığı her yanlış hareket devletin hanesine bir çentik olarak atılıyordu.

Uğur, halk ile devlet arasında köprü olacağına, Çin Seddi'ni aratmayan duvarlar ören bir duvarcı ustası oldu, bütün köprüleri yıktı.

Yıktığı köprülerin malzemesinin bir daha kullanılmaması için un ufak eyledi.

Sözünü ettiğim zat, çok değil altı yedi yıl önce adı Ergenekon dosyasında geçen, yirmi küsur yıl ceza alıp sonra dosyası rafa kaldırılan veya iptal edilen Atilla Uğur'dan başkası değildir.

Bu Atilla Uğur, bugün de analist kesilmiş ve ülkenin geleceği ile ilgili öngörülerde bulunuyor.

Atilla Uğur'a göre yeni dalga darbe girişimi, FETÖ ve Kürt aşiretlerin birlikte hareket etmesiyle gelecekmiş.

Kalkışmanın aşiretler üzerinden bulacağı destekle halk ayağı olacakmış.

Kürt aşiretleri bunun için İngilizlerden yüklü miktarda paralar almışmış ve bankalardaki borçları silinmişmiş.

Bu arada bu seferki kalkışma çok daha kanlı geçecekmiş.

“Aşiretlerin FETÖ ile ne bağlantısı var?” diye soranlara cevabı açıklamanın içinde vermiş aslında. Aşiretlere İngiltere tarafından finansal yönden ciddi destek geldiğini ve aşiret reislerinin yüklü banka borçlarının yine aynı şirket tarafından ödendiğini ve herhangi bir kalkışmada aşiret reislerinin tabanını sokağa dökeceğini ifade ederek, zırvalarına dayanak yapmış bir bakıma.

Söylemiş söylemesine ancak Doğu'ya yine Doğu'dan bakmaktansa, Ankara zaviyesinden bakıldığı muhakkak.

Evvela Doğu'da bütün tabanını mobilize edecek bir aşiretin olmadığını belirtelim.

Saniyen, bir iki hafta önce ölen Tarık Akan'ın cenaze törenine katılanların sayısını bir milyon olarak ifade eden Atilla Uğur'un ifadesinin güvenilirlik/geçerlilik testinden alacağı puan kaç olur sizce?

Üç beş bini geçmeyen kalabalığı bir milyon diye sunan bir adamın retinasının realiteyi algılama biçimi de ortada.

Salisen, İngiltere'nin para verdiğini iddia ettiği hangi aşiret var ya da sözünü ettiği aşiretlerin para aldığına dair bir kanıt var mı, varsa bunları sunmak zorunda değil mi?

Atilla Uğur, bu iddialarıyla bütün Kürtleri hedef tahtasına koyup Kürtleri ihanet eden bir grupmuş gibi lanse etme gayretinde.

Atilla Uğur'un bu ifadelerinden iki gün sonra Kandil'den Murat Karayılan'ın Mardin'deki aşiret reislerine gönderdiği iddia edilen mektuplar da Karayılan ile Uğur arasındaki ilişkinin silueti olarak beliriyor.

Bu fotoğrafın aslını Atilla Uğur'un yardımcılığını yaptığı Perinçek'in Bekaa Vadisi'ndeki kampı ziyareti sırasında görmüştük.

Kürtler, bir tuzağın içine çekilmek istenmekte, halk nazarında Şeytanlaştırılmaya, Şeytanlaştırıldıktan sonra da taşlanmaya çalışılmaktadır.

Üstelik bu oyunun aktörleri olan Atilla Uğur ve Karayılan birbirinden habersiz değil.

Atilla Uğur, dünya dengelerini yorumlarken Öcalan'ı kaynak gösterip sanki bir filozoftan söz eder gibi yaptığı açıklama bile yorumların birbirinden bağımsız olmadığının göstergesi.

Kürt aşiretlerine kara çalma konuşmasından iki gün sonra: ”Darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz gecesi Jandarma Genel Komutanlığı'nda görevde olan 3 tane subayın 48 ilde İl Jandarma'ya ulaştığını ve “Bu Amerikancı bir Fetullahçı kalkışmadır, devlete ve millete yapılan kalkışmadır kimse katılmasın” diye talimat verdiğini iddia etti.

Yani gündemde kalma çabaları devam ederken, birileri de gündemde tutma gafletinde bulunmaya devam ediyor.

İddia doğruysa söz konusu subaylar birbirleriyle bağlantılı ayrı bir yapılanmanın içindedirler.

Bunların da bir anda yeni bir kalkışmada bulunmayacaklarının garantisini kim verebilir?

Böyle bir durum gerçekleşmişse durum gerçekten de vahimdir.

Yok eğer böyle bir durum yaşanmamışsa, darbeye karşı canını feda eden yiğitlerin kahramanlıklarının gizlenmesi veya perdelenmesi söz konusudur.

Dolayısıyla halkın kanıyla yazdığı destana kahraman olma çabasına girmiş birileri ve halkın sözcülüğünü yapan gazeteler, nedense bu tuzağa düşmektedirler.

Yani yılların “Atilla Uğur”u ismin önüne bir “Hasan” takarak halkın gerçekleştirdiği devrimi sahiplenmeye, dahası rol çalmaya çalışıyor.

ŞİMON TERES ÖLDÜ

Kimi onu israil'in kurt politikacısı olarak hatırlar, kimileri de mazlum ve mustaz'af Filistin halkına kan kusturan bir lider olarak hatırlayacak.

Ancak bizim hafızamızda Recep Tayyip Erdoğan'ın “One Minute” sözlerinin yüzüne şamar gibi indiği, karizmasının yerlerde süründüğü bir kişilik(siz) olarak hatırlanacaktır.

Yani biz onu zulmüyle birlikte Peres iken gittiği ve teres olarak çıktığı Davos'la hatırlayacağız.

Ve bize o günü yaşattığı için Uzun Adam'ın da ömrünün boyu gibi uzun olması için duacı olacağız.

“One minute”ten sonra kendine gelmedi, gelemedi.

Yediremedi kendine, toparlanamadı.

Teres, onu otorite gören itlerini musallat etti. Uzun Adam'a, Pensilvanya çiftliklerinde üretilip beslenen enikler musallat oldu bu kez.

Ancak “göklerden gelen bir karar vardı ve kaderin üstündeki bir kader” eniklerin ezberini bozdu.

Evlerine ateşler salındı, birlikleri bozuldu.

“Zaten itin duası kabul olsaydı, gökten kemik yağardı”  sözünü boşuna söylememişti büyüklerimiz.

Neyse, bu Şimon Teres biraz toparlanır gibi olmuştu bir ara. Ancak Yaradan, bu defa ölüm makinesini gönderdi.

Üstelik bu defa kükreyerek değil, sessizce ve sakince… Tereyağından kıl çekercesine… Bilinmez bir dille ve kısık bir sesle “One Minute” anlamına gelen bir söz söyledi ve artık necis bedenini zebanilerin emrine sundu.

Ha cumhurbaşkanımızın “One minute”i ha Azrail'in…

TEKME Mİ PROVOKE Mİ?



Nasıl cereyan ettiği belli olmayan bir olay, bir anda ülke gündemine oturdu.

Ola ki dengeli davranışlardan uzak biri otobüsteki bir bayana kıyafetinden dolayı tekme tokat girişti, bunu bütün bir halka mal etmek, mütedeyyin kitleyi hedef haline getirmek öküz altında buzağı aramak değil midir?

Münferit bir hadise, bir anda 15 Temmuz darbe girişiminden daha etkili bir gündem oldu her ne hikmetse.

Eğer bayanın art niyeti ve karşı tarafı ajite eden bir durumu yoksa atılan tekme, tekme olarak değil çifte olarak addedilir.

Saldırganın tutumunu onaylamadığımızı peşinen belirtelim, ancak saldırılanın durumunu net bir biçimde anlamadan verdiğimiz her hüküm, hak namına nakıs kalır.

Yıllar önce beraber çalıştığımız bir bayanın anlattıklarına kulak misafiri olmuş, bütün öfke duygularım beni eyleme çağırdıkları halde onlara itaat etmemiş, hatta öfke duygularım tarafından pasiflikle suçlanmıştım.

Beraber çalıştığım bayan, birlikte çalıştığımız başka bir bayana teknede başörtülü bir bayanla karşı karşıya oturduğunu ve bayanın gözlerinin içine içine baktığını, göz tacizine uğrayan bayanın “ne bakıyorsun” sorusu üzerine “sen örtünme özgürlüğüne sahipsin, ben de bakma özgürlüğüne sahibim” dedikten sonra etrafı gürültü kirliliğine boğan bir kahkaha patlattığına şahit olmuş ve sinir katsayım tavan yaptığı halde sabretmiştim.

Ta ki o bayan cami duvarına fazlasıyla sokulana kadar.

O zaman da yüzüne tükürmeye acımadım, sadece belki biraz israfa kaçtım.

Son olayda tekme olayını hoş karşılamak mümkün değildir, ancak insanların çaresizlik durumunda korunma refleksiyle gerçekleştirdikleri bir eylemin gerekçesini de araştırmak gerek ve her insanın olaylara karşı tutumunun aynı olmayacağının da farkında olmalıyız.

15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra sala okuyan imama İzmir'de saldıran sokak iti ve yanındaki kancık nedense bu olay kadar gündemde yer bulmadı.

Gerekçe çok basitti:

Sokak köpekleri bir insana saldırmıştı ve bunun hiçbir haber değeri olamazdı.

Çünkü “bir köpek bir insanı ısırırsa haber olmaz, bir insan bir köpeği ısırırsa haber olur” diye yazılır “Gazeteciliğe Giriş” kitabının ilk sayfalarında.

Gelelim son tekme olayına; adamın söylem ve eylemlerine bakılırsa adam yarı meczup görünümlü.

Atılan tekmeden ziyade asıl konuşulması gerekenler, bence saldırganın olay sonrası yaptığı açıklamalar ve bayana sahip çıkanların olayları başka yerlere çekme çabalarıdır.

Olay sırasında “Şort giydiğin için yaşamaya hakkın yok” diyerek tekme attığı iddia edilen Abdullah Çakıroğlu'nun mahkeme sonrası açıklamalarını bir gazete “Kıyafeti beni tahrik etti” diye verirken başka bir gazetede ise “beni saldırma noktasında tahrik etti” biçiminde geçince olaydan ziyade medyanın içinde bulunduğu hâlin tartışılması gerektiğini belirtmekte yarar var sanırım.

Olayda adı geçen şahsın her şeye rağmen meczup olma ihtimalini göz önünde bulundurmamız iyimser yorumumuzdan kaynaklı olacaktır ki, saldırganın Cumhuriyet Halk Partisi'ne üyeliği iddiaları ortaya atıldı.

Yıllar önce Müftünün karısı olarak ortaya çıkıp abuk subuk konuşan bayan, hepimizin malumu.

Söz konusu bayanın CHP'ye üyeliğinin tescillendiğini hatırlayınca bunun da provokatif bir eylem olma ihtimalini bir kenara yazmak gerekir.

Tıynetinde aldatma ve kandırma bulunan, davaya ulaşmak için her yolu meşru gören bir zihniyetten müftünün karısı da çıkar, gayri meşru çocuğu da.

Belki de yarın birileri “müftünün metresi”yim diye ortaya çıkar.

Kim bilir?
KAYNAK DOĞRUHABER