KUR’AN’I OKUMA BİÇİMLERİ

ERHAN AKTAŞ

VAN 27.07.2014 14:09:02 0
KUR’AN’I OKUMA BİÇİMLERİ
Tarih: 01.01.0001 00:00
 {Kur’an’ı Doğru Okumak – 3} Bu bölümde, Kur’an’ı okuma biçimlerini ele alacağız. Ne var ki konu biraz uzunca olacağından iki veya üç bölümde ele alacağız. Ne yazık ki, Kur’an’ı, Kur’an’ca okuyamama gibi önemli ve büyük bir sorunla karşı karşıyayız. “Kur’an’ı Kur’an’ca Okuma”nın ne demek olduğunu izah etmeye çalışacağız elbette. Ancak bundan önce, konunun doğru anlaşılmasını sağlamak açısından, “Kur’an’ca olmayan” okuma biçimlerine değineceğiz. Bir çok okuma biçimi sayabiliriz. Ama ana hatları itibariyle bunları dört başlık altında toplamak mümkündür. Sırasıyla; a – Gelenekselci Okuma b – Modernist Okuma c – Tarihselci Okuma d – Mistik Okuma Bu okuma biçimlerini tanımlamadan önce, “neden farklı okuma biçimleri var?” Sorusunu yanıtlamakta yarar var. Biliyorsunuz, önyargısı olmayan akıl yoktur. Diğer bir deyimle her akıl bir ön yargıya dayanmaktadır. Ve her önyargıyı oluşturan; beslendiği bir kaynağı veya kaynakları vardır.

Ve ön yargılar, bu kaynaklara göre oluşmaktadır. Böyle olunca da, belirleyici olan şey, ön yargıları oluşturan kaynaklardır. Bu önyargıların beslendikleri kaynaklardaki farklılık da okuma biçimlerindeki farklılığın asıl nedenidir. Önyargısının kaynağı Kur’an olan bir kimsenin, okuma biçimi de Kur’an’a uygun olurken, ön yargısı başka kaynaklarca oluşmuş bir kimsenin, Kur’an’ı okuma biçimi de bu kaynaklara göre olmaktadır. Bugün, önemli bir sorun olarak karşı karşıya kaldığımız farklı okuma biçimlerinin temel nedeni budur. Referans noktanız, durduğunuz yerdir. Nerede duruyorsanız, baktığınız şeyi de durduğunuz açıdan görür ve değerlendirirsiniz. Durduğunuz yer yanlışsa, baktığınız şeyi de yanlış açıdan görürsünüz. Yani referansı Kur’an olmayan bir kimsenin, durduğu yer yanlış demektir. Yanlış yerde duranın ise “Kur’an’ı doğru okuması” mümkün değildir.

A – GELENEKSELCİ OKUMA Bu okumanın önyargısını/değer yargısını oluşturan kaynaklar; hadis, tefsir ve siyer külliyatları ile, esba–î nuzul, fıkıh, kelam ve ağırlıklı olarak İsrailiyat kaynaklarıdır. Sözsel bir okumadır; anlam ve amaca gerektiği kadar önem vermeyen bir okumadır. Bu düşüncede, kültürleşmiş bir vahiy anlaşışı hâkimdir. Diğer bir deyimle, “vahyin” “kültüre” dönüşmüş şeklidir. Vahin muhatabı akıl değildir; nakle ve taklide dayanan bir okumadır. Kur’an, Enfal 22’de: “Kuşkusuz ki Allah katında canlıların en kötüsü akletmeyen sağır ve dilsizlerdir.” Demekteyken, gelenekselci okuma biçimi ise akılı devre dışı bıraktığından kimse kendi aklı ile akletmemektedir. İlme ve alime verilen değerin gereği olarak; ilk kuşak alimlerinin her dediği doğru kabul edilmiş, daha büyük alim oldukları var sayılarak, ne demişlerse, her dedikleri düşünülmeden tekrar edilmiştir.

Anlayıştaki bu yaklaşım biçimi geçmişten günümüze değin yapılan bütün yanlışların bir birine eklenmesine ve giderek çoğalmasına neden olmuştur. Hicri 150. Yılda yazılmış olan ve ilk tefsir kitaplarından olduğu söylenen “Mukûkatil Bin Süleyman’ın, Tefsir–i Kebîr” isimli tefsir kitabına bakıldığında, gelenekselci zihniyetin İsrailaytı tekrarlayan bir zihniyet olduğu ve nasıl bir şirk deryasında boğulduğu açıkça görülecektir. Unutulmamalıdır ki, sunnî saltanat teolojisi de, şiî imamet mitolojisi de bu geleneksel düşüncenin eseridir. Bu okuma biçiminde; Kur’an, ın lafız, mana ve maksat bütünlüğü içinde ve keza “bir bütün olarak ortaya koyduğu anlama uygunluk esası” dikkate alınmadığından, söz konusu bir şeyin Kur’an’a uygun olup olmadığı da esas alınmamaktadır. Hatta referans alınan kaynaklardaki bilgilerle Kur’an’ın çeliştiği yerlerde, Kur’an’ı o kaynaklara uydurmakta bir sakınca görülmemektedir. Örneğin, gelenekselci düşüncenin çok önem verdiği bir şahsiyet olan Suyuti’ye göre, hadis ayeti nesh edebilmektedir. Suyuti, örnek olarak da Bakara suresi 180’nci ayeti vermektedir.

Bakara – 180 ; “Birinize ölüm geldiği zaman; eğer geride bir hayır bırakıyorsa, anneye, babaya, yakın akrabaya örfe uygun bir şekilde vasiyette bulunmak muttakilerin üzerine bir hak olarak farz kılındı.” Suyiti’ye göre “varise vasiyet yoktur” hadisi bu ayeti nesh etmiştir. Allah’ın Rasulü adına uydurulmuş bir sözle, Allah’ın sözü geçersiz kılınabilmektedir. Diğer bir örnek olarak, Maliki fıkıhçısı Bbu Bekir İbnü’l Arabi, Tövbe Suresinin 5. Ayetinin,114 ayeti nesh ettiğini söylemektedir. – kaldı ki “nesh” düşüncesi sapkın bir düşüncedir – “Müşriklerin bulundukları yerde öldürülmelerini isteyen ve seyfe{kılıç} ayeti de denen bu ayet, gerçekten ne demek istemektedir? Bu sorunun cevabını aklı başında olan herkes aşağıdaki ayetleri birlikte okuduğu zaman açık ve net olarak anlayacaktır. Tevbe 4 – Ancak, kendileriyle yaptığınız antlaşmanın hükümlerine eksiksiz uyan ve size karşı başkalarıyla iş birliğinde bulunmayan müşrikler müstesna. Onlarla antlaşmanın süresini tamamlayın. Kuşkusuz Allah takvâ sahiplerini sever. Tevbe 5 – Haram aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp hapsedin, bütün geçit yerlerinde onları gözetleyin.

Eğer tövbe edip, salâtı ikame eder, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Kuşkusuz Allah, Ğafûr’dur, Rahîm’dir. Tevbe 6 – Eğer müşriklerden biri senden korunma isterse, ona koruma sağla, ta ki Allah’ın kelamını dinleyebilsin. Sonra da onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Zira bunlar, gerçeği bilmeyen bir kavimdir. Mümtehine 8 – Allah din uğruna sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kafir kimselere iyilik yapmanızı ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletle davrananları sever. Örnekleri sıralamakla bitirmek mümkün değildir. Daha doğrusu baştan sona sapkın bir okuma biçimi ile karşı karşıyayız. İşte birkaç örnek; Kur’an’a göre kesinlikle olmayan kabir azabı, gelenekselci anlayışa göre haktır ve inkârı küfürdür.

Şefaat haktır, inkârı küfürdür. Miraç haktır, inkârı küfürdür. Keza bunlara göre Kur’an’da nasih ve mensuh ayetler bulunmaktadır. Haşr suresi 9. Ayeti, ölüm hariç bütün dertlere şifadır” denilmektedir. “Onlardan önce o yurda yerleşip iman edenler kendirline göç edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü gönüllerinde bir ihtiyaç eğilimi duymazlar. Kendi ihtiyaçları olsa bile göç edenleri kendi canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Oysa ki Kur’an’ın sözünü ettiği şifa, yani Kur’an’ın şifa oluşu; bedendeki hastalığı iyileştirmesi değil, insanı hidayete iletmesidir.

Onu karanlıklardan aydınlığa çıkarmasıdır. Ona kurtuluşun yolunu göstermesidir. Onun Rabbine kul olmasını sağlamasıdır. Gelenekselci okuma biçimi de diğer okuma biçimleri gibi, Kur’an bütünlüğünü dikkate almayan; parçacı ve indirgemeci bir okuma biçimidir. Bu okumaya göre, Kur’an kapalı, herkesçe anlaşılır olmayan bir metin olduğu için, onu ancak ilim sahibi olan kimseler anlayabilmektedirler. Böyle olunca da Kur’an’dan anlaşılan, Kur’an’ın yerine, hatta önüne geçmektedir.

“Bunca alim yanılıyor da doğruyu bir tek sen mi biliyorsun” önyargısıyla, eleştirinin önüne geçilmiş, eleştiri sapkınlık olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla bu okuma biçimi kendi kendisini kutsayan bir okuma biçimidir. Ne var ki bunca sapkınlığına rağmen, bu anlayışı toptan yanlış saymak ve ret etmek doğru değildir. Bozuk bir saatin bile günde iki kez doğruyu gösterdiği düşünülürse; elbette ki bu anlayışın da doğruları vardır. Önemli olan eleştirel bir dikkatle o doğruları almaktır. Bunun için de “Kur’an’a uygunluk esası” en önemli ayırıcı unsur olmalıdır.