KUR'AN'DA KARAKTER EĞİTİMİ 2

KUR'AN'DA İNSANIN TEMEL KARAKTERLERİ

VAN 25.05.2014 23:05:27 0
KUR
Tarih: 01.01.0001 00:00

KUR'AN'DA KARAKTER EĞİTİMİ 2

Takdim.. 2

Önsöz. 3

EĞİTİM VE KARAKTER EĞİTİMİ 3

1. Eğitimin Tarifi 3

2. “Karakter”  Kelimesi 4

3. Karakter Değişmez midir?. 5

4. “Karakter-Şahsiyet” Kelimelerinin Mukayesesi 6

5. Karakter Egitimi 6

1- KUR'AN'DA İNSANIN TEMEL KARAKTERLERİ 7

1. Kuranın İnsana Bakış Açısı 7

A. Bozgunculuk. 8

B. Nankörlük. 8

C. Zulüm.. 10

D. Cahillik. 11

E. Zarara Uğradığında Duaya Yönelmesi 12

F. Rahmet Alındığında “Yeûs”, Nimet Verildiğinde de “Fahur” Olmaması 13

G. İnsanın Hırslı, Sızlanıcı Ve Cimri Olması 15

H. İnsanın Aceleci Olması 18

İ. Zayıf Yaratılışlı Olması 19

J. Mucadaleci Olması 20

2. Kur’ân’ın İnsandaki Temel Karakterleri Eğitimi 20

2- İNSANDAKİ TEMEL KARAKTERLERİ EĞİTMEK İÇİN KUR'AN'DA KULLANILAN.. 24

METODLAR.. 24

1. Metod Kavramı 24

2. Kur’an’da Genel Eğitim Ve Öğretim Metodları 24

A. Örnek Yolu İle Eğitim.. 25

1. Gizli Ve Kapalı Tarafının Olmaması 25

2. Kamil Ve Mükemmel Oluş. 26

B. Kıssa  Yolu İle Eğitim.. 26

C. Öğüt Yolu İle Eğitim.. 28

D. Tergîb-Terhîb (Teşvik Ve Sakındırma) Yolu İle Eğitim.. 30

Sonuç. 32

Bibliyografya. 33

Ana Kaynaklar 33


KUR'AN'DA KARAKTER EĞİTİMİ
 

Takdim
 

İnsanın insanî çizgide pervaz etmesi, bütün güzelliklerin “olmazsa olmaz” şartıdır. Bu çizgiye baş koymuş insanlar, mut­luluklar yüklenip gelirler. Gayr-i insanî çizgide efor tüketmek ise, iğrenç ve ifrit düşüncelerin varlık sebebi olur her zaman.

Son üçyüz yıldır, sa'y ve gayretler bu ikinci çizgide tüketil­di. İnsanlar, iğrenç ve ifrit düşüncelere kurban gitti. Eşref-i mahluk olan insan kobay oldu bu gayr-i insanî yapılanmalara, îğfal edildi insan; bakışına, kalbine, ruhuna, vicdanına karalar çalındı. Binbir kötülüğün otağı oldu ve bela kesildi varlık dün­yasında...

O bütünüyle kirlenmiş ve tüketilmişti. Karalar içerisinde karakter bozgununu yaşıyordu. Bundan sonraki tavrı da kendi­sine gelip dayanmış bozgunu, kendisini çevreleyen herşeye sıç­ratmak olmuştu. Böylelikle o, ışığa düşman bir mahzende yol alıyordu artık.

Neticede, içerisinde insaniliğin katledildiği, güzelliklerin salya ve tükürüklere boğulduğu, sevginin çok uzaklara kovuldu­ğu; kan, irin ve nefretin yükselen değer olup prim yaptığı; kav­ganın alkışlandığı, dostluğun mitolojileştiği dramlar yaşandı ve yaşanıyor.

İnsandan beklenen bu değildi; varoluş sebebi de daha gü­zel şeylerdi. Fakat ilk önce o ihanete uğramış ve sonra ihanet etmeye başlamıştı. İnsana ihanet edenlerin eseridir bugünkü kirliliğe ve karalara bürünmüş insan tipi. İnkâr eksenli düşünce­ler içerisinde insanı yoğuran felsefik ekollerdir bugünkü dram­ların mümessilleri...

Zira insan karihasından doğmuş diğer sistemler, insanın yakasını bırakmayan acz, fakr ve nakstan kurtulamazlar. Sahiplerinin karalığını ve kirliliğini taşırlar üzerinde. Zamana ye­nilmektir onları bekleyen. Mevsimleri aşamazlar; bir tümsekte takılıp kalmaktır onların sonu. İnsanın özüne seslenmemek ve­ya özünü seslendirmemektir en büyük handikapları.

Bunlar sebebiyle cehennemi görmeden dünyası cehennem olmuştur insanın. İçinde rahat edeceği ve kabulleneceği bir dünya değildir bu ve Allah da razı değil buna.

0 halde bu aşılmalı. Peki, nasıl aşılacak?

Ortada bir gerçek var ki, o da şu: Mevcut durumu şekillen­diren insan tipiyle, içinde binbir güzelliğin gökkuşağılaşıp insa­nın yoluna çiçek serpen bir dünyanın kurulamayacağı. İnsanın insanîleştiği ve bütün tonlarıyla özündeki gerçeği seslendirdiği bir vetire başlatılmalı vaktin bağrında. İnsanın özüne ve Allah'a dönüş hareketi olmalı bu. Tarihi yanılgıların kirliliğini atmalı üzerinden insan. Tevbenin berraklığını taşımalı üzerine. Bakışı, vicdanı, aklı ve adımlarını tevbeyle yıkamalı. Secdeye koymalı başını ve içindeki kir tortularını gözyaşlarıyla dışarı atmalı. Kendi ovasına içindeki dağlan aşarak varmalı. Yeniden hürri­yete uzanmalı elleri; ubudiyet toprağında kök salan fidan olma­lı ve sonra meyveye durmalı.

Bütün varlık âlemi bu insanı bekliyor; yadellerde tükenmiş insanın kendi toprağına ve varoluş ideasına el uzatmasını isti­yor. Dillerdeki dua, yüreklerdeki umut, dizlerdeki fer ve dimağlardaki umuttur bu. İnsanlığın şarkısı, varlığın türküsüdür Al­lah'a kul olma şuuru içerisinde hayat dantelasını örmeyi sevda bilmiş insan.

Bu insanın gelişiyle, bahar da gelecek. Zaman bahar kuşa­nacak ve çiçekler açacak yeni günlerin sabahında. Horozlar, bir başka ötecek, güneşler bir başka doğacak. Pencere ve kapılar yeni bir dünyaya açılacak, sokak taşları bir başka huzur duya­cak; yeni insanın ağırlığını üzerinde hissedince. Sulara doyum olmayacak, kuru ekmeğin tadı başkalaşacak sedir sohbetlerinde umutlar devşirilecek dostluklar kemer kuşanacak, me­ralar bereketlenecek ve koyunların melemesinde yeni iklimden izler taşınacak. Çocuklar dünü dinleyecek, bugünü yüklenecek ve yarınlara uzanacaklar. Bugünler yarınları devşirecek; yarın­lar meyva olacak bugünün dallarında.

İnsan, bütünüyle Kur'ân'a açılınca ve herşeyiyle ona tes­lim olunca olacak bütün bunlar. Kur'ân'ın sayfaları arasında özüne dönünce yitirdiklerine kavuşacak. O, tarihin mahzenin­de küf bağlamış ve yaşama şanslarını kaybetmiş seslere sırt dö­nüp kulak kapatmak suretiyle ve Kur'ân'ın çağrısını bütün ton­larıyla içinde seslendirmekle yeniden dirilecek. İnsan, Kur'ân'­ın menbaından beslenince kendisi olacak ve kendisi olunca da herşey aslına dönecek. İnsanın handikapıdır kendisi olmayıp başkalaşmak. Kur'ân'ın ışığında, bu handikap aşılacak.

İşte, “Kur'ân'da Karakter Eğitimi”, insanın yoluna Kur'ân'dan ışıklar serpen bir kitap. İnsanın temel karakterleri ve eğitimi mevzuu Kur'ânî ölçüler perspektifinde ele alınmış. Siz bu kitapta, Kur'ân'ın insan gerçeğine bakışını göreceksiniz. Kendinizi bulacaksınız diğer bir ifadeyle.

Kitap, bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde, Kur'ân'da insanı doğrudan doğruya nite­leyen âyetler ele alınarak Kur'ân'ın insana mücerred bakış açı­sı incelenmiş ve tanıtılmıştır. Ancak bununla yetinilmemiş, Kur'ân'ın insandaki menfî karakter yapısını nasıl düzeltmeye çalıştığı da misaller verilerek izah edilmiştir.

İkinci bölümde ise, Kur'ân'ın insanı eğitmede kullandığı metodlar etraflıca ortaya konmaya çalışılmıştır.

İstifade edilmesi temennisiyle... Işık Yayınları[1]

 

 

 

Önsöz
 

“Kur'ön” kelimesi, bilindiği gibi lügatte “okuma” kelimesi ile eş anlamlıdır. Ama daha sonraları Hz. Muhammed'e (sav) in­dirilen i'cazlı kitaba has bir alem olmuştur. “Kur'ân” kelimesini “okuma” kelimesinden daha başka kelimelere, mesela; “topla­ma, yakın olma, işaret vb.” kelimelere bağlamaya çalışanla­rın delilleri oldukça zayıf ve tekellüflüdür.

Kur'ân bir hidayet ve irşad kitabıdır. Dolayısıyla bu konu­lardan bahseder. Diğer bütün ilimler ise Kur'ân'la, ya hidayet veya irşad veyahut da Kur'ânî noktadan ilgilidir. Ancak mate­matik, fizik, kimya, astronomi, ekonomi, sosyoloji ve psikoloji gibi kevnî ilimlere gelince bunlar Kur'ân ilimlerinden sayılmaz­lar. Çünkü Kur'ân, mesela matematiği ve onun kanunlarını açıklamak için inmemiştir. Aynı şekilde matematik ilmi de Kur'ân ayetlerinin açıklanması, yorumlanması vazifesini üstlenmemiştir. Diğer ilimler için de söz konusu durum aynıdır. Bu­nunla beraber Kur'ân, kaniattan istifade edip faydalanmamızı tavsiye eder. Dolayısıyla, insan karakteri ve onun terbiyesine dair yazılmış kitaplar diyebiliriz ki terbiye konusunda Kur'ân kadar başarılı olamamışlar, insan psikolojisini derinden anladı­ğını zannedenler de Kur'ân kadar insan karakter ve ruh yapısı­nı bilememişlerdir. Çünkü Kur'ân, bizzat insan da dahil bütün mevcudatın yaratıcısı ve mevcudatı en iyi bilen tarafından vaz'edilmiş bir kitaptır. Mülk sûresinin 14. âyeti, bu iddiamıza çok açık bir delildir: “Allah yarattığım bilmez mi? O, bilgisi herşeyin içine geçen, herşeyi haber alandır”. Âyette de ifade edildiği gibi Allah, insanları hem madde hem de manaları itiba­riyle en iyi şekilde bilir. Bilen kişi yani Allah ise, insanı doğruya varacak şekilde, şayet ruh ve karakter yapısında yanlışlıklar, inhiraflar meydana geliyorsa düzeltme, yani eğitme ve istenilen şekli alma yolunda ona birtakım reçeteler sunacaktır.

İşte Kur'ân'm insan karakterini eğitme konusu bu araştır­mamızda üzerinde en çok durulan husus olacaktır. Çünkü Kur'ân bize göre insanları tamamen tabiî, fıtrî şartlar altında ve bugünün psikoloji ilminin ulaşabilmiş olduğu pedagojik esaslar dahilinde eğitmiştir ve eğitmektedir diyebiliriz.

Kitabımız bir giriş ve iki ana bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde, “Eğitim” ve “Karakter” konuları üzerinde genel bir değerlendirme yapılmıştır.

I. Bölümde Kur'ân'da insanı direkt bir şekilde niteleyen âyetler ele alınarak Kur'ân'ın insana mücerred bakış açısı ince­lenmiş ve tanıtılmıştır. Ancak bununla yetinilmemiş, Kur'ân'ın insandaki menfî karakter yapısını nasıl düzeltmeye çalıştığı da misaller verilerek izah edilmiştir.

II. Bölümde ise Kur'ân'ın insanı eğitmede kullandığı metodlar etraflıca ortaya konmaya çalışılmıştır.

Söz konusu tezin hazırlanmasında en çok emeği geçen Danışman Hocam Sayın Doç. Dr. Abdullah Özbek'e, ayrıca, eserin dizgi ve tashihi konusunda yakın alakalarını gördü­ğüm Teknik Servis'in değerli elemanlarına ve özellikle Sayın Fehmi Çalışkan’a yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Musa Kazım Gülçür

 

EĞİTİM VE KARAKTER EĞİTİMİ
 

1. Eğitimin Tarifi
 

Cemiyetlerin tekâmülü ile beraber insanlık, maddî ve ma­nevî bilimler alanında hem sayı hem de keyfiyet açısından bü­yük bir patlama ile karşı karşıya kalmıştır.

İçinde bulunduğumuz çağda ise “eğitim” problemi kendisi­nin eksikliğini azamî ölçüde hissetirdiğinden, günümüz intelijansiyasi bu hususa daha fazla ehemmiyet atfetmek durumun­da kalmıştır. Bu nedenle belli sistemler ve kuramlar haünde de­vamlı gelişen eğitim fenomeni bugün için kendi ilkelerinden faydalanacak olgunluğa ermiştir kanaatindeyiz.

Bilindiği gibi eğitim faaliyetlerinde insan daima merkez plandadır. Vakıa insanoğlu artık hayvanları dahi eğitmektedir ama bu husus eğitimde insan merkeziyetçiliğini menfi bir tarz­da etkileyebilecek bir olay değildir. Çünkü insan, doğuştan ne bedenî ne de manevî güçlerini en iyi şekilde kullanabilecek bir kapasitededir. Dolayısıyla İnsana yönelik terbiyevî faaliyetler onun bu eksik yönünü tamamlamaktadır.

“İnsan, hazır olmayan ham kabiliyetlerle dünyaya gel­diği için, hayatının sonuna kadar bir öğrenci, bir çırak olarak kalıyor. Bunun için insanın eğitime, eğitilmeye ihtiyacı vardır”.[2]

İnsan ancak eğitim sayesinde insan olabilir; insan, eğiti­min meydana getirdiğinden başka birşey değildir.[3]

İnsan, kendi kabiliyetlerini kendi kendine geliştirme yete­neğine sahip değildir. Onların gelişmesi için eğitime muhtaçtır.

Çünkü kabiliyetler öğrenimle gelişir. İnsan bu yönü ile başkala­rına her zaman için muhtaçtır. İşte eğitim bu ihtiyaçta temelini kurar. “O, öğrenmesinde daima bir çırak olarak kalır. Bu­nun için insan, hayatının sonuna kadar öğrenmek, kendisi­nin ve başkalarının tecrübelerini toplamak, onları değerlen­dirmek, onlardan faydalanmak zorunda olan bir varlıktır”.[4]

İnsan, hedef seçiminde, ne gibi bir tutum ve davranış ser­gilemesi gerektiği vb. gibi amaçların en iyi ve en güzel şekilde tesbttinde eğitimin destek ve yardımına muhtaçtır. “İnsanın, varması gereken gayeye ulaşabilmesi için, önce bu gayenin idesini aramalı, sonra da kendi eğitiminin bir kavramını mey­dana getirmelidir; çünkü her ikisi de henüz ona verilmemiştir. Gerçi insanlıkta birçok çekirdekler vardır... Bizim vazifemiz ise insanın varması gereken gayeye ulaşması için, insandaki tabiî kabiliyetleri geliştirmek olmalıdır.[5]

İnsandaki kabiliyetlerin hep birlikte gelişebilmesi için eğiti­me ihtiyaç vardır. Ancak “eğitim, herhangi bir karakter isti­dadında, istediğini yapan bir faaliyet değildir. Terbiye [6], ancak doğuştan olan kabiliyetlerin tekamülüne ve gelişimine tesir yapabilir. Terbiye ilmi, bu tesirle­rin prensiplerini ve kaidelerini tesbit etmekle mü­kelleftir. Bu tesir sayesinde, istidatların veya isti­dat gruplarının intizamlı bir birlik halinde çalış­ması sağlanır. Yani istidatları aynı şartlar altında her vakit önceden tayin edilebilen bir istikamette faaliyete geçer, lakin bu tesirin ruhî fonksiyonlar­da gittikçe çoğalan başarılı bir ahenge ulaşması doğrudan doğruya karakter istidadına ve  bunun gruplaşma şekline bağlıdır. Terbiyenin yapabilece­ği şey, bilhassa çocuğun çevresini düzeltmektir. Bu sayede yavaş yavaş serpilen ve gelişen istidat­lar, arzu edilen birlik ve ahenk için müsait şartla­rı kazanmış olur”.[7]

Eğitim, süreç bakımından da tanımlanır. Zira eğitim bir anda gerçekleşemez. İnsan tabiatı buna müsait değildir. Öyle ise eğitim, insan açısından bakıp tamamlanınca; “bir şeyi ka­deme kademe, tedriç ile kemaline eriştirmektir.”[8]

Eğitimin tarifi için insan daima merkeze alınmalıdır. Ma­mafih burada yeri gelmişken “İslâmî eğitim” kavramı üzerinde de biraz durmamız gerektiği kanaatindeyiz.

İslâmî literatürde “eğitim” kelimesi, daha önce de bir vesi­le ile işaret ettiğimiz gibi çoğunlukla “terbiye” kelimesi ile kar­şılanmaktadır. Terbiye ile eğitim kavramları sahip oldukları an­lam açısından birbirlerine çok benzemekle beraber, eğitimin belli bir metoda bağlı olması onu terbiyeden ayırmaktadır.

“Terbiye” kelimesi Arapça “ “ (rabâ: yerbû) kö­künden olup şu manalara delalet eder: “Bir şeyin ıslahı ve bu­nun devamını temin etmek, bir şeye sarılma ve ona devam et­mek, bir şeye eklemek.” [9] Elmalılı Hamdi Yazır da “Rab” keli­mesinin “terbiye” manasına geldiğini belirtiyor. [10] “İslâmî eği­tim, insanın hayatında takip edeceği yolu, nazari olarak çizip hayata uygulamak, nasıl hareket edileceğini göstermektir. Bu manada “Rab”, yaratanın yarattığına doğru yolu göstermesi (irşad, ihda) demektir: “Firavun şöyle dedi: O halde sizin Habbiniz kimdir, ey Musa? Musa: Bizim Rabbimiz, herşeye suret ve şeklini veren, sonra da yolu gösterendir, dedi.”[11]

“Eğitim” kelimesi üzerindeki bu genel mülahazalardan sonra şimdi de”karakter eğitimi” ve dolayısıyla “karakter” ke­limesi ile bunların Türkçemizdeki karşılıklarının bir değerlendir­mesini yapmak istiyoruz. [12]

 

2. “Karakter”  Kelimesi
 

Kitabımızda devamlı olarak “karakter” kelimesini kullan­mamızın sebebi, bu kelimenin dilimizde yerleşmiş bir kavram olmasından dolayıdır. Bu kelimeyi karşılayabilecek diğer keli­meler daha az sıklıkla kullanılmaktadır. “Karakter” kelimesi Fransızca asıllı olup lügatlerde: “Bir bireyin kişiliğini oluştu­ran ve çevresine gösterdiği tepkileri belirleyen sürekli, duy­gusal niteliklerin tümü” [13] ne verilen addır. Bu kelime dilimiz­de genelde “tabiat” kelimesi ile karşılanmaktadır. “Tabiat” ke­limesi ise: “Bir varlığı, bir şeyi belirleyen özelliklerin tü­mü” [14], “Bir şeyin ulaştığı ve kapandığı son nokta , “Bir kimsenin temel kişiliğini oluşturan özellikler, eğilimler bü­tünü, huy, karakter” [15] şekillerinde açıklanmaktadır. Ayrıca görüldüğü üzere “karakter” kelimesi “seciye” ve “huy” gibi kelimelerle de karşılanmaktadır. “Seciye” kelimesi “tabiat, huy, yaratılış anlamlarına gelip Fransızca “caractere” keli­mesi karşılığıdır.” [16] “Huy” kelimesi ise “farsça asıllı olup; yaratılıştan gelen özellik, tabiat, mizaç; sürekli yenilendiği için vazgeçilemez bir durum almış alışkanlık” [17] anlamlarına gelmektedir. Bu son tarifimizde bu defa da “tabiat” kelimesi “mizaç”la özdeşleştirilmektedir. “Mizaç” kelimesi ise Arapça kökenli bir kelime olup “manevî niteliklerin, eğilimlerin tümü” [18] anlamına gelmektedir. Bu kelimenin anlamını Arapça bir sözlükten vermememizin sebebi, kelimenin yapı itibariyle Arap dilinde Türkçemizdeki gibi bir mana almamış bulunma­sından dolayıdır. Türk Dil Kurumu'nun yayınlamış olduğu Türkçe Sözlük'te de “seciye” kelimesi karşılığında “karakter” kelimesi verilmekte ve “karakter” kelimesine ait olan açıkla­mada da; bu kelimenin Yunanca asıllı olduğu ve “bir şeyi ben­zerlerinden ayırt etmeye yarayan temel özellik, seciye” [19] anlamına geldiği belirtilmektedir.

Bütün bu lügavî izahlardan şunu anlıyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm'de insanı niteleyici temel özelliklerin “karakter” kelimesi ile karşılanması hiç de yanlış olmamaktadır. Ancak burada “karakter” kelimesi üzerindeki mütalaiarımız henüz sona er­miş değildir. Bundan sonraki kısımlarda da “karakter” kelime­sinin biraz da ıstılahı denilebilecek anlamlarına ve bu arada “karakter-şahsiyet” terimlerinin birbirleri ile olan yakınlığı-uzakhğı konularına dikkat çekmek istiyoruz.

Grolier Universal Ansiklopedisinde “karakter” kavramı hakkında şu mütalalara rastlıyoruz:

“Karakter, şahsın ahlâkî prensiblere bağlılığının mey­dana getirdiği bir tezahürdür. “Şu kimse iyi kraktere sahiptir” cümlesi onun doğru ve düzenli bir kişi olduğunu belir­tir. Yine “iyi karakter” cümlesi, çoğu zaman sebat, azim ve kararlılığı belirtmede kullanılır. Psikologlar, karakterin, ki­şiliği belirleyen merkezî bir görüş açısı mı yoksa bir şahsın ortaya koyduğu belli birtakım spesifik huylar mı olduğu ko­nusunda ayrılık içerisindedirler. Genel kullanım ve dene­yim, birinci görüşe ağırlık kazandırmaktadır. Mesela, bir kimse devamlı olarak camiye gidiyorsa, bu kişinin diğerleri ile olan ilişki ve davranışlarında dürüst olduğu kabul edi­lir. “[20] Buradan da anlaşılabileceği üzere karakter hem iyi hem de kötü tandanslı olabilmektedir. Ancak umumî kullanımda dai­ma karakterin olumlu yönü kastedilmektedir. Halbuki karakter, “ruhta iyice yerleşen prensipler vasıtasıyla her irade fiilinin kesin ve muayyen olması üzerine ruhun istikrar kazanmış halidir.” [21] Bu istikrar daha önce işaret ettiğimiz müsbet ya da menfî yönde olabilir. Şayet karakter menfî tarzda istikrar ka­zanmışsa bu, o kişinin olumsuz ve gayr-ı ahlâkî şahsiyetini orta­ya koyar ki bu duruma Türkçemizde galat-ı meşhur nevinden “karaktersiz şahsiyet” denir. Halbuki bu şahıs karaktersizlik sı­fatından öte “kötü karakter” sergilemektedir. Ancak ruhun is­tikrar kazanmış olduğu “prensipler, zamanın ve cemaatın ah­lâk prensipleriyle uygunluk teşkil ederse işte o zaman ka­rakter, ahlâklılık vasıfmı taşır ki bu, aynı zamanda kıymet ifade eden bir kavram olur.”[22]  Yani, ahlâkî karakter kavra­mında çevreye karşı hususî bir vaziyet alma vardır diyoruz.

Ferdin karakter yapısı “kendi içinde ahenkli, vahdetli, tek bir istikamete yöneltilmiş bir hayat şeklidir,” [23] Ancak “psikolojik araştırmalar, insanların bazı durumlarda dürüst olurlarken daha başka birtakım Özel durumlarda ise dürüst olmayabildikleri fikrini ileri sürmektedirler. Mesela, bir şa­hıs, çevresi ve arkadaşları ile dürüst olurken vergi konusun­da dürüst olmayabilmektedir.” [24] Buna göre, böyle bir şah­sın karakteri de kendisinde zıtlıkları barındırabilen bir karakter yapısıdır diyebiliriz. Gerçi misalimizdeki vergi konusunda dü­rüst olmayan şahıs bu hali ile bir tutum-davranış sergilemekte­dir. Ama bizler, bir insanın davranışlarına veya tutumuna bakarak onun karakteri ya da ruhî kıymeti hakkında bir değerlendir­me veya hükümde bulunabilir miyiz? “Bir dinamo makinesi­nin dönmesi/hareketi elektrik cereyanının bir unsuru sayılmadığı gibi, hareketler de ruhî durumun, daha doğrusu ruhun kıymet şeklinin bir unsuru sayılmaz.” [25] Çünkü “hareketler bazan gerçek ruhî durumun hakiki hüviyetini (ma­hiyetini) bile göstermeyebilir. Öyle terbiye metotları vardır ki pek erken başladığı, devamlı ve müstekar olarak tatbik edildiği takdirde bazı insanlarda, bilhassa irade bakımın­dan istidadı zayıf olanlarda birtakım alışkanlıklar meydana getirebilir.” [26]

 

3. Karakter Değişmez midir?
 

Karakter değişmez midir; karakterin şekillenmesinde veya değişimlerinde bir hürlük ve dolayısıyla bir sorumluluk payımız var mıdır?

Deneyler, insandaki doğuştan karakteri az veya çok ama sürekli olarak gizleyen ve iten sonradan edinilmiş bir karakte­rin ortaya çıktığını göstermektedir. Ama bu sonradan edinilmiş karakterin devamlı etkisiyle doğuştan gelen karakter tamamen ortadan kalkabilir mi? Kalkması az rastlanabilir olmakla bera­ber tamamen imkansız bir durum da değildir.

Normal bir kimsenin, kendi karakterini yeterince enerjik bir irade çabasıyla değiştirme gücüne gelince, bu durum varlığı inkar edilmeyen bir gerçektir. Bunun içindir ki, psikolojik ve manevî hayatı durmadan değişir, gelişir ve hatta sonsuz bir şe­kilde ilerleyebilir.[27]

Ayrıca muayyen bir ölçüde muhitin ve yaşama şartlarının değişmesini, fertteki statü değişikliklerinin vb. durumlarının da karakter üzerinde doğrudan doğruya ve en tesirli neticeler meydana getirebileceğini önemle belirtmek lazımdır. [28] Memur olarak yaşam sürdürmekte iken amir konumuna yükselen, fa­kir iken zenginliğe kavuşan veya bunların aksine amir iken me­mur, zengin iken fakir duruma düşen kişilerdeki davranış/tu­tum değişiklikleri, hep muhitin ve yaşama şartlarının İnsan ka­rakteri üzerinde müsbet ya da menfi olarak yapmış olduğu de­ğişikliklerin birer tezahüründen ibarettir. [29]

 

4. “Karakter-Şahsiyet” Kelimelerinin Mukayesesi
 

Aslında farklı anlamlar ifade eden “karakter” ve “şahsi­yet” kavramları Türkçemizde eşanlamlı kelimeler gibi kullanıl­maktadır. Halbuki bu iki kavram birbirinden ayrıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi umumî manada karakter, insanın çevre­sine karşı değişmeyen bir tavır almasıdır. [30] Bu çevreye karşı va­ziyet alma hem müsbet ve hem de menfi manada olabilir. Şah­siyette ise nevi şahsına mahsus bir hal vardır. Şahsiyet, yüksek ve manevî kıymetlerden ayrı düşünülemez. [31]

Bu iki kavramdan her biri, şahsın manevî hüviyetinden emniyet ve itimat ister. Mesela karakterin itimat ve güveni ha­reketlerin muayyen düsturlara bağlı bulunmasıyla ve şahsiyetin emniyet ve itimadı da düşünce, duygu ve hareket tarzlarıyla belli olur. Şahsiyet kavramında insanın bütün varlığı, bütün ma­hiyeti akla geldiği halde, karakter kelimesinde bütün varlık akla gelmez. Zira şahsiyette duygu, düşünce ve hareket tarzları top­yekün gözönünde bulundurulur. Karakterde ise daha ziyade yalnız iradeyi harekete getiren düsturlar akla gelir. Bu kavram­ların ayrılığını iki örnekle daha belirgin hale getirmek istiyoruz.

Mesela, işlerinde hayli dağınık olan bir adam, davranış prensiplerine göstermiş olduğu İtina ve titizlik sebebiyle pekala karakterli bir kimse olabilir. Böyle bir adamın biricik kusuru, iş­lerinde dağınık olmasıdır. Bu adam bütün işlerinde emniyetli ve itimatlı davranıyorsa bu kişiye kötü karakterli denemez. Ama bu dağınıklık hali şahsiyet için zıt bir durumdur. Kendine topyekün bir renk ve şekil vermek isteyen şahsiyet dağınıklığa mezun olmadığını bilir.

Yine; ukala, bilgiç, haris, kısaca küçük yaratılışlı olan bir insan bu olumsuz sıfatlarına rağmen karakterli olabilir. Böyle bir insan bütün ukalalığına ve bilgiçliğine rağmen düsturlara yani prensiplere göre hareketlerinde tutarlı olabilir. Fakat böy­le bir insana hiçbir zaman şahsiyetli diyemeyiz. Çünkü şahsiyet kavramında küçüklük alameti yoktur. Şahsiyet, kendi hareket­lerinin metotlarını, yollarını ve vasıtalarını takdir etmekte ser­besttir ve canlıdır. Hayatta küçüklükle uğraşan şahıslar vardır; fakat şahsiyetler küçüklüklerle uğraşmaktan hoşlanmazlar.[32]

 

5. Karakter Egitimi
 

“Karakter eğitimi” kelime anlamı olarak, “bireylerde bel­li bir ahlâk anlayış ve ölçüsüne göre birtakım özellikler ge­liştirme amacını güden eğitim”[33] anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi Cenâb-ı Hak, insanı emir, nehiy ve cezaları kaldırabilecek bir kapasitede yaratmıştır. Aynı zamanda insan­da, kendisine muvafık gelen şeyler karşısında sevinme vb. ken­disine zıt gelen durumlar karşısında da öfke vb. duygular koy­muş, daha sonra da akıl vasıtasıyla, nefsin davet etmiş olduğu şeylere karşı cehd ve gayret göstermelerini emretmiştir. [34] İn­sanın göstereceği cehd ve gayret nisbetinde de onun karakter eğitimi büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü karakter terbiyesinde emrin büyük bir önemi vardır. Bir emre, korkudan itaat edildiği gibi saygıdan, sevgiden dolayı da itaat edilir. Kur'ân-ı Kerîm, karakter eğitiminde her iki unsuru da kullan­mıştır ki biz bu tür ayet-i kerimelere tergîb ve terhib ayetleri di­yoruz. Bu husus da ileride tafsilatlı olarak izah edilecektir.

Herhalde emir, karakter eğitiminde ihmal edilemeyecek bir kuvvettir. Zira, güçlü bir otoritenin sıkı ve kesin emirleri ka­dar iradeyi istemiyerek gündelik hareketlerimiz üzerine çevire­cek müsait bir kuvvet daha yoktur.[35] Ancak, karakter eğitimin­de bilhassa şuna dikkat edilmelidir: Her karakter istidadına her­hangi bir ahlâkî idenin her emrini, her vecibesini değil, belki karakter istidadına uygun gelenini telkin edebiliriz. [36] İşte Kur'ân-ı Kerîm

“Hayır işleyin” [37] “Güzel amel ve hareketlerde bulunun” [38] vb. genel ifadeler kullanarak fert­lerin temayül ve istidatlarını Ön plana çıkarmayı yani diğer bir manada onların karakterlerine uygun gelen iyi şeyleri yapmala­rını tavsiye ederek onları bir nevi karakter eğitim sürecine girdirmiştir. Çünkü bir ferdin “temayül ve istidadı dinî işlerde aktif hizmet görmekle, bir diğerininkisi ilmî hakikatlere, bir üçüncüsü yalnız estetik hakikatlere hizmet etmekle tatmin edilebilir.”[39] Herkes bilir ki estetik ifade etmesi açısından hat sanatının ve büyük hat dahilerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve onların bu bediî sanatı doruk noktasında ortaya koymalarına sevk eden âmil hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm'in altmışsekizinci sûresi olan Kalem sûresinin birinci ayet-i kerimesi olan “Kale­min ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun” [40] âyeti ol­muştur. Yine dinî işlerde aktif hizmet görmek isteyen kişilerin bu noktadaki yegâne saikleri Kur'ân-ı Kerîm'deki emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker “iyiliği emredip kötülükten alıkoymak” [41] la ilgili âyet-i kerîmeler olmuştur.

Öyleyse Kur'ân-ı Kerîm birtakım sınırlamalar dışında, ge­nel ifadelere de yer vermek suretiyle herhangi bir ahlâki yargı­nın her yükümünü değil, belki kişinin karakter istidadına uygun geleni almasını hedeflemiştir diyebiliriz.

Bu bölümde daha çok “karakter”, eğitimi”terimleri üzerinde durduk, “Kur'ân'da insanın temel karakterleri konusunu incelemeye çalışacağız. [42]

 

1- KUR'AN'DA İNSANIN TEMEL KARAKTERLERİ
 

1. Kuranın İnsana Bakış Açısı
 

Genel olarak Kur'ân insanın doğuştan iyi olduğunu kabul eder. Bozulma sonradandır. “Biz, insanı gerçekten en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına gön­derdik.”[43]

İnsanın psikolojik yapısında bulunan temel taşlar onun ya­ratılış maddelerinden oluşmuştur. “İnsan ve canlıların aslı bu dünya toprağıdır. Toprakta mevcut olan belli başlı ele­mentler insanın organik yapısında da bulunmaktadır. Hat­ta bütün canlıların bileşiminde bu elementlere rastlamak mümkündür.”

Bilindiği üzere insanın yaratılış maddeleri Kur'ân'da çeşitli bölümlerde, çeşitli safhalarıyla açıklanmıştır. Bu safhalar sıra­sıyla şöyledir.

a) Turab (toprak). “Allah, Adem'i topraktan yarattı.”[44]

b) Tin (çamur). “O Allah'tır ki sizi çamurdan yaratmış­tır.”[45]

c) Tin-i Lâzib (yapışkan çamur). “Biz onları yapışkan bir çamurdan yaratmışızdır.”[46]

d) Salsal (kuru çamur). “Andolsun biz insanı kuru bir ça­murdan yarattık.”[47]

e) Hame-i mesnun (cıvık balçık). “... Biz insanı şekillen­miş cıvık bir balçıktan yarattık.”[48]

Bu ayetlerde insana ait yaratılış elementleri diyebileceği­miz maddeler ilk yaratılışta vardır. İnsanın kan pıhtısından ya­ratılması, embriyodan meydana gelmesi vs. ise ilk insan Adem ve ondan meydana gelen nesiller içindir. Benim değinmek iste­diğim nokta insanın nesli ile ilgili olan kısım değil de ilk yaratı­lışla ilgili olan yaratılış materyalleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak “sonra onun (Adem'in) neslini bir özden, hakir bir sudan kıldı”[49] buyurmaktadır.

Kanaatimize göre insanın karakter yapısının aslı onun ya­ratılışından kaynaklanmaktadır. Mesela, insanın yaratılış mad­delerinden biri olan toprak, onun cehaletine işaret etmektedir. Çünkü toprak hep basit bir madde olarak algılanır. Çamur ise onun cimriliğine delalet eder. Çünkü çamurda tutuculuk, yapış­kanlık özelliği vardır. Pinti, cimri insan kendisine gelen malı mülkü tutup dağıtmamak, infak etmemekle çamurdan yaratıl­mış olma özelliğini yansıtıyor gibidir. Tin-i lâzib (yapışkan ça­mur) ise, insanın mün'imi yani nimet vereni görmeme ve ken­disinden beklenen ibadet vazifesini yerine getirmemekle sanki yerine çakılı kalmasını anlatmaktadır. İnsanın yaratılışındaki salsal (kuru çamur) ise onun zulüm sıfatına delalet etmektedir, Çünkü zâlim insan yaptığı zulümle sertlik ve kabalığı yansıtır ki bunlar kuru çamurun da özelliklerindendir aynı zamanda. Hame-i mesnun yani cıvık balçığa gelince. Bu ise insan tabiatindaki ani değişimlerin ve kararsızlıkların simgesidir adeta. Kendisi­ne nimet verildiğinde böbürlenen, rahmet çekilip alındığında da ümitsiz bir hal sergileyen insanoğlu cıvık balçığın şekilsizliği­ni andırır. Gerçi bütün bu sıfatlar için insanın yaratılış maddele­ri ile yapmış olduğumuz eşleştirmeler belki objektif değildir ama bunları tamamen gerçeklikten uzak olarak görmemek, gerçekliğini veya ilmiliğini tartışmak gerekir.

Şimdi de bu temelden hareketle insanın karakter yapısına esas teşkil eden noktaları Kur'ân açısından ele alıp tahlil etme­ye çalışacağız. [50]

 

A. Bozgunculuk
 

İnsan fıtraten savaşçıdır. İnançlarını, fikirlerini savunması­nın nedeni bu özelliğidir. Vatanı müdafaa ve Allah yolunda sa­vaşmasının temelinde bu savaşçılık özelliği vardır. Ama İnsan bazen bu özelliğini menfi yönde kullanır. Savaşma sıfatı ile bozgunculuk sıfatı soğanın katlarına benzerler. En üste müca­dele etme hırsı yer alır. Şayet bu hırs menfî olarak kullanılırsa bozgunculuk ortaya çıkar. İşte o zaman insanın hareketlerine yapma değil, yıkma motivi hakim olur. “Sizinle beraber sava­şa çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı.”[51] âyeti de bu anlattıklarımızı daha iyi izah eder durumdadır. Bu iki sıfatın insan tabiatında var olduğunu: “O vakti hatırla ki, Rabb'in meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti. Melekler de, biz seni hamdinle teşbih ve noksanlıklardan tenzih etmekte olduğumuz halde orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimseler mi yara­tacaksın?” ayetinden öğreniyoruz.[52]

Söz konusu meleklerin, Allah'a, insanları kan dökücü ve fesat çıkarıcı şekilde nitelemelerinden sonra Cenâb-ı Hak in­sanlarda bu özelliklerin olmadığını belirtmiyor. Ama, insanın bu özelliklerinin peşinde gitmemesi için ona bilgiyi öğretiyor. Bozma ve kan dökme özelliklerini bilgi ile eğitiyor. “Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti.”[53]

Bozma ve savaşma sıfatlarının altında hakimiyet sıfatı var­dır. İnsan hep hükmetmek ister. Cenâb-ı Hakk'ın âyet-i kerimede “halife yaratacağım” demesi insandaki fıtrî hâkimiyet özelliğini belirtmektedir. Fakat Allah, insanın hâkimiyetinin bozmakla ya da kan akıtmakla meydana gelmesini istemiyor. Onun hâkimiyetinin ilimle olması gerektiğini belirtiyor. Ancak meleklerin yorumunu Cenâb-ı Hak yine de şu âyet-i kerimeyle pekiştiriyor: “O, senin huzurundan ayrılıp gittiği zaman, yer­yüzünde fesat çıkarmaya, kültürü ve nesli helak etmeye ko­şar. Allah ise fesat çıkarmaya ve fenalık yapmaya razı ol­maz.” [54] Demek ki insanda ve dolasıyla toplumda bir fesat meselesi vardır. Bu da insanın fıtratından kaynaklanmaktadır.[55]

 

B. Nankörlük
 

İnsan tabiatındaki manevî hücrelerden birisi de nankörlük­tür. İnsanın bu menfi özelliği Kur'ân-ı Kerîm'de “kefür” kelimesi ile belirtilir. Bilindiği gibi bu kelimenin asli harfleri olan “ke-fe-ra” kapatma, örtme vb. manalara gelir. İmanın zıd­dı anlamına da alınmıştır. Çünkü burada da “Hakk”ın örtülme­si vardır. [56] Müsait şartlarını bulunca insan karakteri bu özelliği­ni ortaya koyar. “Andolsun ki insan, Rabb'ine karşı çok nankördür.” [57]Yani insan, Rabb'inin kendisine vermiş olduğu nimeti tanımaz, şükrünü eda edemez. Yahut gördüğü nimetle­rini, mazhar olduğu füyuzaünı hesaba almaz, ona karşı vazifesi­ni yapmaz ve hep maruz kaldığı musibetleri ve müşkülâtı ana­rak şikâyet ve itiraz eder durur.

“Kenûd”, anûd vezninde olup “kefûr” yani çok küfranı ni­met eden demektir. Çok inkar eden “cahûd” manasına da alınmıştır. Birşey bitirmeyen verimsiz araziye, kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadına, yemeğini misa­firden sakınarak yalnız yiyen cimriye, asi ve günahkara, uşağı­nı çok döven kimselere de “kenûd” denmiştir. [58] İbn Abbas ve Mücahid “kenud kelimesini, inkarcı manasına gelen “kefûr” kelimesi ile karşılamışlardır. Hasan Basrî ise “kenûd” keli­mesini musibetleri sayıp döken, buna karşın ise Allah'ın ni­metlerini unutan kişi olarak yorumlamıştır.”[59]

İnsanın nankörlüğü bazen inanç sahasını ilgilendirmekte­dir. “Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemi­ler ve hayvanlar var etmiştir ki onların sırtına binip üzerle­rine yerleşince Rabb'inizin nimetini anarak “Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz buna güç yetiremezdik ve biz şüphesiz Rabb'imize döneceğiz” di­zesiniz. (Böyle iken tuttular, Allah'ın) kullarından bir kıs­mını O'nun bir cüz'ü kıldılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür.”[60] İnanç sahasındaki nankörlük âyet-i kerimede de işaret edildiği üzere bazen çok büyük hatalara ve yanlışlıkla­ra sebebiyet vermiştir. Yahudilerin Uzeyr'i Allah'ın oğlu, Hristiyanların İsa'yı Allah'ın oğlu ve Sabiîlerin de melekleri Allah'ın kızları saymaları inanç sahasındaki çok büyük nankörlüklerdendir ve bu tür kişiler insanlığı hakikatten uzaklaştırmalardır. Za­ten yukarıdaki ayet-i kerimeler bu tür batıl inanışlara telmihte bulunmaktadır. Bunlardan dolayı insan, Allah'ın kendi üzerin­deki nimetlerini inkâr etmektedir ve bu inkârı da açıktır. Çün­kü Allah'a çocuk isnadı herşeyi inkâr manasına gelmektedir.[61]

Nankörlük sıfatını uyandıran ve onun insan davranışlarıyla tezahür etmesinin diğer bir sebebi ise maddî  şeylerdir. “Eğer yüz çevirirlerse (üzülme); biz seni onların üzerine bekçi gön­dermedik. Sana düşen, yalnız duyurmaktır. Biz insana, biz­den bir rahmet taddırdığımız zaman ona sevinir. Ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlerden dolayı başlarına bir kötülük gelirse, hemen insan nankör (olur).” [62] Yani belaları, musi­betleri anar ama kendisine verilmiş nimetleri ya unutur veya görmezlikten gelir.[63] Ayetteki “kefûr” kelimesi ile daha önce verilmiş nimetleri inkâr eden, sadece devamlı olan nimetleri gören, nimet verildikçe daha da şerli ve şımarık bir hale gelen, ama buna karşın bir güçlük, zorluk isabet ettiğinde de ümitsizli­ğe kapılan kişi tasvir edilmektedir.[64] Bu tür insanlar, Allah'ın kendilerine az bir nimet vermesiyle hemen şımaran ve hak da­vete kulak vermeyen kimselerdir. Onlar biraz güçlükle karşılaş­salar, kısmetlerinin kötülüğünden dem vurup, Allah'ın verdiği diğer nimetleri unuturlar. Zaten onlar tefekkür de etmezler. Ne zenginlik ne fakirlik onların hidayet bulmalarına vesile olmadığı gibi, ıslah olmaları da mümkün değildir. Bu cümle her ne ka­dar yukarıda zikrettiğimiz kimselere hitap ediyorsa da, isim ve­rilmeyerek, genel bir ifadeyle yine genel bir za'fiyete değinil­mektedir.[65]

Oysaki, dünyadaki nimetler ne kadar büyük ve çok olur­larsa olsunlar ahiret yurdunda insan için hazırlanan mutluluğa nisbetle, damlanın denize karşı olan oranı gibidir. Zaten bun­dan dolayı ayette “tatmak” fiili kullanılıyor. Yani dünyadaki ni­metler ahirette hazırlanmış olan nimetlere nazaran sadece bir tadımlık hükmündedir. Asıl yaşayış ahiret yaşayışıdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu kadarcık bir miktarı eline geçiren insanın bu damla nisbetindeki nimetle şımardığını, gururlandığını, kendini beğenme ve büyüklenme hislerine kapıldığını, belirtiyor. [66] Bu âyetteki “insan” tabiri ile bütün insanlar kastedilmemiş, müslümanlar bu hitap dışında addedilmiş olsalardı, Hz. Peygamber dahil sahabe, tabiin, tebeu't-tabiin, evliya ve asfiya (Allah (cc) hepsinden razı olsun ve bizleri de şefaatlerine nail eylesin. Amin) dualarında “Allah’ım, büyüklenmekten (kibir) ve ken­dini beğenmekten (ucub) sana sığınırım” demezlerdi. Yine Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed'e: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabi­lir, ne de dağlarla ululuk yarışma girebilirsin” [67] diyerek uyarıda bulunmazdı. Demek ki bu tür düşünüş, dünya nimetle­rinin sadece ahirete ulaşma vesilesi olduğunu kabul eden mü'min düşüncesi ile zıtlık göstermektedir. Ayrıca insana fakir­lik, hastalık gibi bir kötülük isabet ettiğinde de mübalağalı bir tarzda nimetlere karşı nankör oluyor. Çünkü insanın tabiatı, karakteri bu hali gerektiriyor. Ancak insan, Allah'ın göstermiş olduğu doğru yolun adabı ile edeplenirse o zaman durumu başkalaşır.[68]

Nankörlüğün diğer bir nedeni de insana ulaşan sıkıntıların ve korkuların ortadan kalkması, izale olmasıdır. “Denizde size bir sıkıntı (boğulma korkusu) dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. (Artık o zaman, Al­lah'tan başka kimseden yardım istemezsiniz. Çünkü O'ndan başka sizi kurtaracak kimse yoktur). Fakat (O) sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine (Allah'ı bir tanımaktan) yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür!”[69] Allah'ın fazlıyla korumuş olduğu kimseler müstesna, insanın karakteri budur. Kendisine verilen nimetleri unutur ve yaratıcısını inkâr eder.[70]

Bazı kimseler kendilerine ulaşan bir sıkıntı ya da korkudan son­ra nankör olmayabilirler. Bunlardan birisi de İkrime b. Ebu Cehl idi. Rivayet olunduğuna göre, Mekke fethi günü Rasûlullah'tan korkarak kaçan ve Habeşistan'a ulaşmaya çalışan Ebu Cehil oğlu İkrime'nin bindiği gemiyi büyük bir fırtına yakaladı. Gemide bulunanlar:

“Sizi ancak Allah'a dua etmek kurtarır” demeye başladılar. İkrime de kendi kendisine:

“Yemin olsun ki denizde iken yardım eden Allah'tan başkası değilse, ka­rada iken de yardım eden O'ndan başkası değildir. Aîla-hım, şayet beni bu fırtınadan kurtarırsan Muhammed'e git­meyi ve elimi onun eh üzerine koyup beni rahîmane bir şe­kilde karşılamasını sağlamayı ahdediyorum.” dedi ve karaya ulaşınca da verdiği sözü tutarak Rasûlullah (sav)'a gitti ve müslüman oldu.

Nankörlüğün diğer bir nedeni de hakka ve adalete karşı ol­maktır. Hakkı kabul ve onun ikamesi adalet, zıddı ise nankör­lüktür. En büyük nankörlük Allah'ı ve Ondan gelen vahyi inkar etmek, Allah dışında başka Rabler edinmektir. “O'dur ki (can­sız ve nufte bir halde iken) sizi diriltti, sonra sizi öldürür, sonra yine sizi diriltir. Hakikaten insan çok nankördür,” [71] Yani bu tür insan Rabbini inkar etmekte, [72] ortada olduğu hal­de Allah'ın nimetlerini görmezlikten gelmekte, [73] kendisine ve­rilen çeşitli nimetleri, yine kendisinden uzak tutulan çeşitli belaları/kötülükleri bilmemezlikten gelmektedir. Ya da kendisinin yoktan var edilme nimetini, vaad edilen akibete doğru götürülüşünü ve yeniden diriltilişi reddetmektedir. [74] Böyle kişiler hak­ka zıt düştükleri, gerçeği kabul etmedikleri için nankördürler. Halbuki  “Allah, bu dünyayı bütünüyle beraber ahiret hayatı için var etmiştir. Yoksa diğer türlü bu nimetlerin hiçbir ma­nası olmayacaktır. Cenab-ı Hak bu noktaya dikkat çekerek, şayet ahiret olmasaydı ne ziraatçiliğin ve onun getirdiği yüklerin ve ne de hayvancılık ve onların kesilmeleri vb. işle­rin bir manası olmayacağım belirtmektedir. Bilakis, Cenab-ı Hak bütün mahlukatı ekim, sulama vb. zorluklar olma­dan yaratmış ve dînen bu işlerden ibret alınmasını istemiş­tir. Cenâb-ı Hak nimetlerini saydıktan sonra “muhakkak ki insan çok nankördür” buyuruyor. Bu şekildeki ifade, baba­nın evladına karşı yapmış olduğu iyilikleri sayıp da onu bu iyiliklere karşı nankörlükten sakındırmak ve şükre yönelt­mek için “bu çocuk babasının iyiliklerine karşı çok nankör­dür” demesi gibidir. [75] Cenâb-ı Hak bu dünyayı insanoğlu için nimetler ve sırlarla donatmıştır. Bu nimetler gözler önünde ce­reyan edip gitmektedir. Mesela “insanın ilk hayata ulaşması en büyük bir mucizedir. Gece gündüz her an yenilenen ha­yat mucizesiyle karşı karşıyadır insan. Fakat ilk hayat mu­cizesinin engin sırrı hala insanın aklını hayretlere düşür­mekte ve mahiyetini kavramaktan aciz bırakmaktadır. Dü­şünce ve tefekkür için bu konu hâla geniş bir saha olarak bilinmezliğini devam ettirmektedir.”

Bir başka sır da ölümdür, insanoğlunun düşüncesi her an bir yıldırım gibi çakıp giden ölüm hadisesinin mahiyetini kavra­maktan acizdir. Ölümün mahiyeti ile hayatın mahiyeti arasın­daki farklılık ise son derece geniş ve büyüktür. Bu konu da ol­duğu gibi düşünce ve tefekkür sahasına açık bulunmaktadır.

Ölümden sonraki hayat da Allah'a ait sırlardan birisidir. Ama kendi varlığının delilleri gözler önünde bulunmaktadır. İlk doğuş öldükten sonra dirilmenin en büyük delilidir. Bu konu da bütün derinliğiyle düşünce ve tefekkür sahasına açık bulunmaktadır. Ne var ki insan, bu gibi konularda fazla düşünmemekte, varlığın sır ve delillerini çözmeye çalışmamaktadır. Ayetin de be­lirttiği gibi bu tutumuyla insan gerçekten”çok nankördür.'[76]

 

C. Zulüm
 

“Zulüm” kelimesi Arapça'da za-la-me kökünden masdar olup isimdir. İbn Faris, zulmün iki kök manası bulunduğunu; bunlardan birincisinin ziya ve nur kelimelerinin karşıtı, ikinci mananın da “bir şeyi kendi perinden başka bir yere koy­mak” olduğunu belirtir. [77] Bu kelime dilimizde en geniş şekliy­le “haksızlık” kelimesi ile karşılanmaktadır. Nitekim Kur'ân'da: “(O zaman), kendisine zulmeden her kişi, yeryüzün­de ne varsa hepsi kendisinin olsaydı (azabdan kurtulmak için) onu fidye verirdi. Azabı gördükleri zaman, içlerinde pişmanlık duyarlar, aralarında adaletle hükmedilir, asla haksızlığa uğratılmazlar” [78] buyurulmaktadır. Böyle olunca Kur'ân'da “bi ğayri'l-hak” “haksız yere” şeklindeki ifadelerin de “zulüm” manasım ifade ettiğini söyleyebiliriz.[79]

Bu kelime ve müştaklarının kullanıldığı ayetler oldukça çoktur. Ancak, insan sadece iki ayette doğrudan “zalim” ola­rak nitelenmektedir. “Ve size her istediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz sayamazsınız. (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankör­dür!.” [80] “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğumdan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hak­kını tam yerine getirmedi) çünkü, o zalim, çok cahildir”.[81]

Genelde insanın karakter yapısı, her istediğine ulaşmış olsa dahi, başkasına karşı büyüklenmek, karşıdakinin hukuku­na tecavüz ederek ona zulmetme hisleriyle doludur. Başkası­na zulümde bulunduğu gibi, kötü arzuları sebebiyle nefsine de zulmetme eğilimindedir. Haram olan şeyleri irtikap etmek gi­bi. [82] Fahruddin Razi, bu âyetler dolayısıyla yakalamış olduğu bir nükteyi şöyle naklediyor: “Cenâb-ı Hak Nahl sûresinde” “Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” buyuruyor. Bu âyet, İbrahim süresindeki 34. âyetin sonu olan  Muhakkak ki insan çok zalim, çok nankördür” âyeti ile beraber düşünüldüğü zaman şöyle bir incelik ortaya çıkıyor. Cenâb-ı Hak sanki şöyle diyor: “Ortada bir nimet bulunduğunda bunu alan sensin veren ise benim. Sen bu nimetleri alırken iki vasfın orataya çıkıyor. Bunlar senin zalûm ve keffar olmandır. Bu nimetleri verirken Benim de iki vasfım ortaya çıkıyor. Bun­lar ise Gafur ve Rahim oluşumdur. Sen zalûm isen Ben Gafur'um, sen keffar isen Ben Rahîm'im, Kusurunu ve aczini biliyorum. Ama kusurlarına nimetle mukabelede bulunu­yor, sana ceza vermiyor ve vefalı davranıyorum.”[83]

Zulmü genel manada üçe ayırabiliriz:

a) İnsan ile Allah arasındaki zulüm ki bunun en büyüğü şirktir. Kur'ân'da bu husus şöyle belirtilir: “Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum, Allah'a ortak koşma, Çünkü şirk şüphesiz büyük bir zulümdür.”[84]

b) İnsanla insan arasındaki zulümdür. Bu husus da şöyle belirtilir: “Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki, insanlara zul­mederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar. (İşte bunlar kınanırlar ve) böylelerine acı bir azab vardır.”[85]

c) İnsanın kendi nefsine zulmetmesidir. Kur'ân'da:  “Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa o mutlaka nefsine zulmetmiştır” [86] buyuruluyor. Aslında gerek amelî gerekse de akidevî zu­lüm sonuç olarak, insanın kendi nefsine zulmetmesidir. Çünkü bu dünyada haksızlık yapanların ahirette ceza, mazlumların ise mükafat göreceği Kur'ân'da müteaddit yerlerde zikredilmekte­dir. Allah'ın zulüm olarak nitelendirdiği davranışlar arasında kı­saca şunları görmekteyiz. Hemen belirtelim ki bu tür davranış­larda bulunanlar Kur'ân'da “en zâlim” olarak vasıflandırılmış­lardır. Kur'ân; mescidlerde Allah'ın anılmasının yasaklan­masını [87], şahitliğin gizlenmesini [88], Allah'a yalan uydurul­ması veya O'nun ayetlerinin yalanlanmasını,[89] Allah'ın âyetleri okunduğunda yüz çevrilmesini [90] zulüm olarak nite­lendirmiştir.

Kur'ân, insandaki zulüm karakterini “muhsin”, “mukte­sit”, “hayırda yarışan” öğeleriyle eğitmeye çalışır ki bu konu ileride ele alınacaktır. [91]

 

D. Cahillik
 

İnsanın tabiatında, bildiğini yapmama özelliği vardır. Onun cahilliği, zalimliği ile beraberdir. Yapıp yapamayacağını bilme­den bir görevi yüklenmesi onun bu sıfatından kaynaklanır.

Emanete layık olup olmadığını düşünmeden onu yüklenmeye kalkışır: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktu­lar; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” [92] İnsan “zalûm “dur; yani çok zalim, zulme, haksızlığa çok mey­yal, Allah'ın ve ibadullahın hukukunu yüklendiği halde layıkıyla İfa etmeyip, kendine yazık ediyor. “Cehul'dur, iddia ettiği gibi bilgin değil, bilakis çok cahildir. Çünkü akibetinin ne olacağını bilmiyor, onun için zulümden geri kalmıyor. [93] İnsanın şe'ni zu­lüm ve cehalet olmasına rağmen emanet tevdi edildiğinde bazı­ları bu emanete riayet göstererek zulmü terketmişlerdir. “On­lar o kimselerdir ki iman etmişler ve imanlarına zulüm bulaştırmamışlardır. İşte güven onlarındır ve doğru yolu bu­lanlar da onlardır” [94] âyet-i kerimesi bu olguya işaret etmek­tedir. Bazı kimseler de cehaleti terketmişlerdir. Bu olguya da: “Adem'e isimlerin tümünü öğretti” [95] âyet-i kerimesi işarette bulunmaktadır. Cenâb-ı Hak insandaki zulüm ve cehalet vasıf­larını saydıktan sonra Ahzab sûresinin 73. âyetinde de kendi vasıflarından olan Gafur ve Rahîm'i saymaktadır. Yani zulme karşı ğafûr, cehalete karşı da rahim'dir. Çünkü Cenâb-ı Hak kullarına büyük zulüm yani şirk dışında bütün zulümleri affede­ceğini vaad etmiştir.[96]

İbn Abbas diyor ki: İnsan nefsine karşı zâlim, Rabb'in emirlerine ve emanet olarak yüklendiği şeye karşı da cahil­dir. [97] Yani insan, Allah'ın emri konusunda aklanmıştır. Mücahid, Dahhak ve Hasan Basri'ye göre emânetten kasıt dinî farizalardır. Diğerlerine göre ise itaattir. Katâde'ye göre ise emâ­netle kastedilen; din, farzlar ve cezalardır. Zeyd b. Eslem'e gö­re ise emanet üçtür: Namaz, oruç ve gusül. Bütün bu görüşler arasında zıddiyet olmadığı gibi hepsi birbirini destekler durum­dadır. Bu görüşlerden emânetin bir mükellefiyet, emir ve ne-hiylerin tam anlamıyla kabulü olduğu anlaşılıyor. Şayet insan bu mükellefiyetini yerine getirirse sevap, terkederse ikâb görür. Bütün zayıflığına, cehline ve zulmüne rağmen insan bu yükü kabullenmiştir. Ancak Allah, muvaffakiyet verirse o zaman du­rum başkalaşır. [98] İşte bu büyük ve ağır emaneti omuzlamakla insan kendi kendini tehlikeye atmış durumdadır. Bu yüzden o, çok zulümkâr olmuş, nefsine kıydığı şeklinde vasıflanmıştır. Ay­nı zamanda bu durumu idrak edemediği için “cehûl” lakabını yani koyu cahil sıfatını almıştır. Fakat hemen ilavesi gereken husus şu ki, insanın cehalet ve zulüm gibi sıfatlarla tavsifi, mu­kaddes emaneti omuzlamaya yeltenmesi itibariyledir. Eğer yük­lendiği emanete riayet eder de kendisini yaratanına götüren il­mi tahsil ederse, Hak Teâlâ'nın yolunu bulur, emrine uyar, ira­desine tâbi olursa başka... Yani, Halikını delilsiz ve doğrudan doğruya tanıyan, tayin ettiği yolda yürüyen, emrine boyun eğen, Allah ile kendilerinin arasına hiçbir engel girmeyen ve İnkiyad, itaat ve vazifelerini ifaya mani olmayan gökler, yer ve dağlar gibi mahlukat misali, ilmi ve irfanı, ibadet ve itaatıyla bu dereceye yükselirse başka... İşte o zaman, bu şuur ve bu idrak içindeki insan gerçekten en şerefli makama ve kainat içinde bir örneği daha bulunmayan en yüce dereceye yükselir.[99]

İnsanın, doğruluğunu bildiği, gerçekleri sezdiği halde inan­mamakta diretmesi de yine onun cehaletini ortaya koymakta­dır. Bu tip kişiler metafizik olaylara zaten inanmamaktadır. On­ların hakkı reddetmekte bu derece ısrarlı oluşlarını Kur'ân-ı Kerîm şöyle dile getiriyor: “Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi topla­yıp karşılarına getirseydik Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı, fakat onların çoğu cahillerdir.”[100]

 

E. Zarara Uğradığında Duaya Yönelmesi
 

İnsanın fıtratı, karakteri itibarı ile Rabb'ine en çok yalvardığı an onun zarara uğradığı anlardır. Allah, kendisinden bu zararı giderdiğinde de sanki O'na hiç yalvarmamış gibi hareket eder. Ya da bu kötülüğün kalktığı anda da yönelmesi gereken yerin O olduğunu unutur, nimetlere karşı şükürle mukabele et­mesi gerektiğinin farkında bile olmaz. “İnsana bir darlık do­kunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını aç(ıp kal­dıranca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü, bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yap­tıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.” [101] Ancak, Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet, doğruluk, muvaffakiyet ve rüşd ihsan ettiği kullar bundan müstesnadır. [102] Duadaki bu hallerin ayet-i keri­mede tek tek sayılmasının sebebi şundan dolayıdır. Zarara uğ­rayan kişi duadan bir an olsun ayrılmaz. O zarar ortadan kal­kıncaya kadar davranıp kalkamaz bir haldeyken yani yan ya­tarken, ayağa kalkamaz haldeyken, oturuyorken ya da yürüye­mez olduğu halde ve ayakta iken dua eder durur. Ama ondan zarar uzaklaştırıldığı zaman daha önceki yoluna devam eder, dua halini unutur.[103]

Ayetin iki yönü var:

1. Allah (cc) daha önceki ayette, kulun üzerine bu dünyada şayet azabı indirmiş olsaydı onun mutlaka helak olacağını belir­tikten [104] sonra, bu ayet-i kerimede de insanın ne kadar zayıf ve aciz bir durumda olduğunu belirtiyor. Bu izah, O'nun, şayet azabı indirecek olsa insanın derhal yok olacağı hükmünü teyid ediyor.

2. Daha önceki âyette, bu tür insanların azabın inmesi için acelede bulundukları, bu âyette de onların bu isteklerinde ya­lancı oldukları belirtilmişti. Demek ki Cenâb-ı Hak insana eza veren, onun hoşuna gitmeyen en küçük bir rahatsızlığı verse bile, insan bu acı ve eziyetlerin izalesi için Allah'a tazarru ve ni­yazda bulunuyor. Ancak insan bu talebinden sonraki davranış­larında Allah'a karşı dürüst olmuyor.

Ayetin esas ifade etmek istediği maksat ise şudur: İnsan, belaların geldiği zamanda az sabırlı, nimetler karşısında da şükürsüzdür. Ona bir zarar dokunduğu zaman Allah'tan, üzerin­deki mihnetin nimete tebdili için gerek oturduğu, yattığı yerde ve gerekse ayakta iken yalvarıp yakarır. Ama Allah, bu belayı ve mihneti afiyete çevirse bu defa da şükürden uzak kalır. Ne bu zararları hatırlar ve ne de nimetlerin kıymetini bilir. Sanki, sıkıntının üzerinden kalkması için hiç Allah'a yalvarmamış gibi bir tutum sergiler. İşte bu, insanın tabiatının zayıflığına ve onun üzerindeki şiddetli gaflet ve şehvet istilasına delâlet eder.[105]

Bu şahane tasvir muhakkak ki beşer hayatında tekrarlanıp duran yerinde bir örnektir. İnsan, hayatın akıntısına kendini kaptırmaya devam edecek, hataya düşecek, vebale girecek, is­yan edecek, isyanda ileri gidecek, sıhhati elverdikçe, şartlar müsait oldukça bu isyanını maalesef devam ettirecektir. İnsan, -Allah'ın rahmetiyle muhafaza eylediği kullar müstesna- gücü yerindeyken bir gün zayıf düşeceğini veya aciz ve güçsüz kala­cağını hatırlamaz. Refah, o insanlara bunu unutturur. Zenginli­ğini hissetmesi onu sapıklığa sevkeder. Musibete maruz kaldı­ğında ise boynu bükük bir zavallı haline gelir. Çokça duada bu­lunur. Yalvarışlarının sonu gelmez. İnsan, işte bu felaket karşı­sında bunalır. Çarçabuk refah gelsin ister. Duası kabul edilip zaran da ortadan kaldırılınca o hali artık devam etmez, düşü­nerek kendine çeki düzen vermez. Eskiden olduğu gibi, kendi­sini yine hayatın akıntısına kaptırır, vurdumduymazlığına de­vam eder gider.[106]

Ancak inançlı bir ferdin böyle olmaması gerekir. Onun, birtakım belalara maruz kaldığında takip etmesi gereken mer­haleler vardır. Kişinin ne lisanen ve ne de kalben, gelen musi­bete herhangi bir itiraz taşımaksızın Allah'ın kazasına rıza gös­termesi gerektir. Çünkü Cenâb-ı Hak bütün mülkün sahibidir ve O, mülkünde dilediğini yapmakta serbesttir. O, abes fiil yapmaktan münezzeh ve mukaddestir, hikmetli iş yapandır. O'nun her yaptğı iş hikmetli ve doğrudur. Böyle olunca şurası açıkça ortaya çıkar ki şayet Cenâb-ı Hak bir belayı kişinin üze­rinde bıraksa, onu kaldırmasa, bu onun adaletinin gereğidir.[107]

Bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Mü'min için ne güzel bir durum! Allah, mü'min için ne türlü bir kazada bulunursa bulunsun onda mutlaka bir ha­yır yönü vardır O'na bir zarar dokunsa, o da bunun karşılı­ğında şükreder yine hayır olur. Bu hal ancak mü'mine has­tır, başkasına değil.” [108] Bu hadîs-i şeriften de anlaşılacağı üze­re insanın, sabır ve şükür gibi iki önemli hasletle hareket etme­si gerekmektedir. İnsan, menfi yöndeki karakter yapısını bu iki hasletle müsbet bir hale getirme durumundadır.

Sırası gelmişken, âyet-i kerimede zikredilen “insan” keli­mesinin umumî mi yoksa has bir mana mı ifade ettiği üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

Bazı kimseler, bu âyetteki “insan” kelimesi ile kâfirlerin kastolunduğunu öne sürüyorlar. Bir kısmı, daha mübalağalı bir şekilde Kur'ân'daki her “insan” kelimesinin kâfirleri kasdettiğini iddia etmektedirler. Bir defa Kur'ân'daki her “insan” keli­mesinin kâfirleri kasdettiği iddiasının yanlışlığı ortadadır. Çün­kü; “Ey insan, muhakkak sen, Rabb'ine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın, nihayet O'na varacak­sın”[109] âyetindeki “insan” kelimesine hiç şüphesiz cennete gi­recek mü'minler de dahildir. Yine; “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (Yâni insan üzerinde öyle uzun süreler geçti ki henüz kendisi, anılan birşey değildi. Topraktan süzüle süzüle, çe­şitli merhalelerden geçerek, uzun bir zamanı aşarak niha­yet nutfe haline geldi)” [110] âyet-i kerimesinde, “Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık” [111] ve “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısılda­dığını biliriz, (çünkü) biz ona şah damarından daha yakı­nız” [112] âyet-i kerimelerindeki “insan” mefhumuna bütün in­sanların dahil olduğu açıktır. Gerçek olan şudur ki; harfu ta'rif (belirlilik takısı) almış her müfred “insan” kelimesinin hük­mü şudur: Daha önce geçmiş bir olaya bağlanıyorsa “insan” kelimesi o olayla ilgilidir. Ama daha önce herhangi bir olay zik­redilmeden insanla ilgili bir hüküm belirtiliyorsa oradaki “in­san” kelimesi ile bütün insanlar kastedilmiş olur.[113]

İnsanın karakteri, kendisine bir zarar, ziyan dokunduğu zaman apaçık meydana çıkar. O zaman maskesi düşmüş, önün­deki perde kalkmış ve vehimleri dağıtılmıştır. Artık derhal Rabb'ine yönelir, yalnızca O'na döner. O'ndan başka kendisini kurtaracak olmadığını idrak eder. İddia edegeldiği ortak ve şe­faatçilerin yalan ve asılsız olduğunu bilir. “İnsana bir zarar dokundu mu hemen içtenlikle Rabb'ine yönelerek O'na dua eder. Sonra (Allah) ona kendisinden bir nimet verdi mi, ön­ceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yo­lundan saptırmak için Allah'a eşler koşmağa başlar. De ki: “Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın.” [114] Buna an­lamca paralel bîr başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulur: “İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra ona bizden bir nimet verdiğimiz vakit; “Bu, (benim) bilgi(m) sayesinde bana verildi” der. Hayır, o bir imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar.”[115]

Bu karakterdeki insanlar; fakirlik, hastalık vb. bir kısım za­rarların kendilerine isabet etmesi sonucunda Allah'a yöneliyor­lar. Bu zararların definin ancak Cenâb-ı Hakk'ın gücüyle müm­kün olabileceğini de biliyorlar. Ama bütün bunlara rağmen Al­lah onları bu sıkıntıdan kurtarıp nimete mesela, mala ya da sıhhat ve afiyete kavuşturunca da bu durumun kendi kesbi, gayreti ve cehdi ile mümkün olduğunu savunuyorlar. Şayet or­tada Allah'ın verdiği bir mal sözkonusu ise: “Bu malı ben ka­zandım” der veya hasta iken sıhhate kavuşmuşsa: “Bu sıhha­te filan ilaç sebebi ile kavuştum”der. Bu durum büyük bir te­nakuzdur. İşte Cenâb-ı Hak, bolluk veya sıkıntı anlarındaki bu kötü tutumu sebebi ile insanı kınamakta, vecîz bir şekilde bu durumun bir İmtihan olduğunu belirtmektedir. Bu bir imtihan­dır, çünkü nimetin husulü şükrü getirmekte, onun ortadan kalkması ise sabrı iktiza etmektedir.[116]

Öyleyse insan zarardan kurtulup, bolluk ve genişliğe kavu­şunca, Allah'ın nimeti gelip başındaki belâ kalkınca Rabb'ini tevhid ve teşbih etmeli, mihnetli ve zor günlerinde O'na olan tevbesini, yalvarış ve yakarışlarını, O'na avuç açıp boyun büküşünü unutmamalıdır. [117]

 

F. Rahmet Alındığında “Yeûs”, Nimet Verildiğinde de “Fahur” Olmaması
 

İnsanın genel karakteristik özelliklerinden birisi de onun nimetler karşısında şımarıp, böbürlenmesi, zararlar karşısında da ümitsizliğe ve bedbinliğe düşmesidir. “Eğer biz insana, biz­den bir rahmet taddırsak da sonra onu kendisinden çekip alsak, hemen o, ümitsizliğe düşer, nankör olur. Ve andolsun kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırırsak: “kötülükler benden gidiverdi” der, daha şımarır, böbürlenir.” [118] Âyette geçen “fahur” kelimesi büyüklenme, çokça övünme, [119] “yeûs” kelimesi de ümitsizlik [120] anlamla­rına gelmektedir. Daha geniş manada “yeûs”; ilerisi hakkında bütün ümidini kesen, Allah'ın bu sıkıntıyı kaldırabileceğine ina­nıp şükretmeyen ve büsbütün nankör kesilen kişi [121] demektir.

Bu âyet-i kerimedeki “insan” lafzında murad mutlak ma­nadır. Bu mananın mutlak ve umumî olduğuna işaret eden bir takım vecihler ise şunlardır:

1. Allah Teâlâ Hud suresinin bu mezkur ayetlerinin akabin­de gelmekte olan 11. ayette “ancak sabredip salih arneî işleyenler müstesna” diyerek bir istisnada bulunmuştur. İstisna ol­masaydı, bu cümle de kendinden önceki cümlelerin hükmünü alacaktı. Böylece âyette ki “ insan” lafzı içerisine sabredip sa­lih amel işlemeyen hem mü'min hem de kâfir bütün insanlar girmektedir.

2. Bu ayet-i kerime ayrıca şu türdeki ayetlerle de uygunluk arzetmektedir. “Asra (yanı peygamberlik çağına, yahut bü­tün zamana veya İkindi namazına) andolsun ki, insan ziyan içindedir,  ancak inananlar başka...”[122]   “Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundu mu sızla­nır. Kendisine hayır dokundu mu vermez. Ancak namaz kı­lanlar bunun dışındadır.”[123]

3. İnsanın mizacı genelde zayıflık ve acizlik gibi özellikler arzeder. İbn Cüreyc diyor ki: “Ey Ademoğlu! Allah'tan sana bir nimet geldiği zaman kefûrsun. Senden o nimeti aldığı zaman ise yeus ve kanut yani ümitsizsin”.[124] Görüldüğü gibi İbn Cüreyc de “insan” lafzını genel olarak kullanmıştır.

Böylece bu âyette eksik yapılı; içinde bulunduğu anı yaşa­yıp geleceği hiç düşünmeyen, geçmişi de hiç anmayan, sonra karşılaştığı şeylerden dolayı çabucak isyan eden bir insan tasvir edilmektedir. [125] İnsana, lezzetini alacağı bir nimet tattırılsa, son­ra da bu nimet çekilip alınsa, sabırsızlığı ve Allah'a güveninin tam olmayışı nedeniyle ümitsizliğe düşer, daha önceki nimetle­ri de unutur inkar eder. [126] Ama kendisine dokunan bu sıkıntı­lardan sonra zenginlik ve sıhhat tattırılsa “kötülük ve musibet­ler benden gitti” der, övünür. İnsanlara karşı böbürlenir, kendisini saran nimetlerden dolayı şımanr, şükürden uzaklaşır ve nimetin hakkını eda etmez. “Tattırmak” ve  “dokundurmak” fiillerinin seçilmesinin sebebi şudur: İnsanın dünyada nimet ya da sıkıntı olarak karşılaştığı şeyler ahirette karşılaşacaklarının sadece birer numunesi gibidirler. Bu neden­le bu fiiller kullanılmıştır. [127] Ancak Allah'ın rahmette bulunduğu kişiler bu sonuçtan uzaktırlar. [128] Çünkü âyette zikredilen böbürlü davranış sefil insan karakteri ile ilgilidir. Bu karakter şudur: İnsan, tabiatı gereği sathî, sunî bir yapıya sahiptir ve derin dü­şünceden çekinir. Bu yüzden refaha erip kudret sahibi oldu­ğunda zevkine düşkün, kibirli ve böbürlü bir hal alır. O kadar ki herhangi bir ihtimalin bu mutlu şartlan sona erdirebileceğini hayal etmek bile istemez. İşler bir gün tersine döndüğünde de, ümitsizliğin heykelleşmiş biçimi haline gelir ve her yerde kötü talihinden şikayet etmeye başlar. Hatta Allah'ı suçlamaktan, O'nun uluhiyyetine hakaret etmekten bile geri durmaz. Fakat talihi tekrar geri döndüğü zaman uzak görüşlülüğü, bilgi ve ba­şarısıyla övünmeye başlar.[129]

Böyle bir kimse artık ferih ve fahurdur. Allah korkusu hatı­rına gelmez, mağrur bir tavır alır. O nimetin hukukunu hamd ve şükürle eda edecek yerde iftihar eder durur. Hasılı insan, dünyada ya nimetten ya da zaruretten hali değildir. Bu insan bazen nimet ve bazen de zaruretle imtihan olur. Yine insan, fıtraten rahmet sebebiyle itminan ve onun alınıp çekilmesinden dolayı da elem duyar. Her İki halde de, yani rahmet verildiğin­de Rahman ve Rahim olan Allah'ı, rahmet çekilip alındığında da yine O'nun ihtiyarını, hikmet ve imtihanını tefekkür ederek en güzel şekilde davranmak lazım gelirken insanda öyle psiko­lojik bir hal vardır ki bundan dolayı çokları mün'imi düşünmez,

Daha önce eline nimet geçtiğini gördüğü halde o elinden alını-verdiği zaman herşeyi unutur, ümitsiz ve karamsar olur. Zaru­ret tecrübesi gördüğü, birtakım sıkıntılarla daha önceden karşı­laştığı halde de bir nimet tadınca bir daha bu nimet elinden alı­namaz ya da acı göremezmiş gibi istikbalden emin olarak fe­rahlanır, iftihar eder durur ki zikrolunan inkar ve istihzalar hep bu psikolojik durumla alakadardır.[130]

İnsan karakteri devamlı değişim üzeredir. Kendinde bir güç bulduğu zaman mübalağalı bir şekilde kibir ve büyüklük göste­rir. Ancak zayıflık ve acizlik hissederse zillet ve meskenet içeri­sine düşer. [131] İnsanın bu hali şu âyet-i kerimelerde dile getirilir: “İnsan iyilik istemekten usanmaz da kendisine bir kötülük gelince ümitsizliğe düşer, meyus olur. Başına gelen bir sı­kıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet taddırsak “elbette bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmı­yorum. Rabb'ime döndürülürsem muhakkak ki O'nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım” der. Andoisun ki biz mu­hakkak küfredenlere yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak biz onlara ağır bir azap taddıracağız.”[132]

Bu âyet-i kerimelerde de insanın taşkınlığına bir başka ör­nek vardır. Allah, insana bir nimetle mukabelede bulunduğu zaman bu nimet onu şımartır da mün'imi unutur ve şükürden yüz çevirir. Allah'ı zikretmekten, ona yalvarmaktan uzaklaşır, kendini kibir ve azamete kaptırır. Ama ona bir zarar ya da fa­kirlik isabet ettiğinde de devamlı dua eder. 49. âyetle 51. âyet arsında bir çelişki görünüyor gibi ise de aslında böyle bir tena­kuz yoktur. Şöyleki 49. âyette bir topluluk, 51. âyette de baş­ka bir topluluk kastedilmiş olabilir. Veya karada ümitsiz, lisanen yalvarıp yakarandır. Veya putlardan ümitsiz, Allah'a yalvanp yakarandır. [133] Âyetteki “ariz” kelimesi; çok olan ama buna karşın pek mana taşımayan cümleleri ifade eder. Ama “vecîz” söz bunun tersine olup, kelimesi az, manası en­gin ve geniş olan cümlelerdir.[134]

Bu âyetlerde yapılan tasvir; Allah'ın hidayetini benimse­yip, O'nun doğru yolunda yürümeyen beşer ruhunun doğrudan doğruya ince bir resmidir. Bu tip kimselerin nasıl her an değiş­tiklerini, zaafa düştüklerini, hayrı övdüklerini, nimeti inkar ede­rek bollukla gururlanıp, sıkıntıyla bağırdıklarını inceden inceye tasvir etmektedir. Şu insan iyilik istemekten usanmaz... Ama bir fenalık dokunacak olursa ümit ve heyecanını yitirir. Bu hal­den kurtuluşun ve çıkışın olmayacağını zanneder, bütün sebep­lerin yok olduğunu kabul eder. İçi sıkılır, üzülür, Allah'ın rah­metinden ve yardımından ümidini keser. Çünkü Rabb'ine bağ­lılığı yoktur.

Bir başkası da Allah kendisine sıkıntıdan sonra rahmetini tattırsa nimeti küçümser, şükrünü unutur ve bolluk onu baştan çıkartarak şımartır. “İşte bu benim hakkım” der. Ahireti unu­tur ve böyle bir şeyin olup olmayacağını uzak sayar. “Kıyame­tin kopacağım sanmıyorum''der. Kendisinde bir böbürlenme belirir ve Allah'a karşı çıkarak katında kendisinin de bir yeri ol­duğunu sanır. Ahireti ve Allah'ı inkar eder. Ama yine de Rabb'ine döndürülecek olsa O'nun yanında kendisinin önemli bir yeri olduğunu kabul eder. Ve der ki: “Rabb'ime döndürülürsem muhakkak ki onun nezdinde güzel şeyler bulaca­ğım.” Ama bunların hepsi birer gurur ve kuruntudan ibarettir. Allah, kendisine nimet verdiği zaman insan şımarır, azıtır, büyüklenir, sırtını döner ve gider. Ama bir kötülük dokunacak olursa küçülür, düşer, aşağılaşır, yalvarır ve bıkmadan, usanmadan dua eder durur.

İnsanın ruhundaki yüce ve basit değerleri ne kadar titizlik ve dikkatle tescil etmektedir bu ayetler. Çünkü onu tavsif eden, onun giriş-çıkış noktalarını bilen, hangi noktada ne gibi hare­kette bulunacağım, Allah'ın dosdoğru yolu olmaksızın nerede yanılacağını bilen yaratıcısıdır.[135]

Allah (cc) başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurur: “İnsa­na nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip yan çizer. Ona bir zarar dokununca da umutsuzluğa düşer.” [136] Ancak geniş ve dar anlarında Allah'ın korumuş olduğu kişiler bu noksanlıktan uzaktır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk insana mal, afiyet, feth, nzık ve nusretle nimette bulunduğu ve insan istediğine kavuştuğunda Allah'a karşı itaat ve ibadet vazifelerinden genelde yüz çevirir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak insana musibetler, dert ve üzüntüler gibi bir takım serleri dokunduracak olsa insan bu defa da umut­suzluğa düşer. [137] îbn Abbas'a göre bu âyet-i kerimedeki “in­san” kelimesi ile kastedilen Velid b. Muğire'dir. Ancak, farkedileceği gibi ayet hüküm açısından umumidir. Çünkü, genelde in­sanın karakteri, maksuduna ve matlubuna ulaştığında aldanma, Allah'a itaat ve ubudiyetten uzaklaşarak gafil olma şeklinde tezahür eder.[138]

 

G. İnsanın Hırslı, Sızlanıcı Ve Cimri Olması
 

Bu başlığımızda insanın, hırslılık, sızlanıcılık ve cimrilik gibi temel karakterlerini bir arada almamızın sebebi bu hasletlerin birbirleriyle olan yakın ilgisinden dolayıdır. Çünkü insanın ver­mekle mükellef olduğu mali yardıma mani olan, başkasının malını zulmen almaya teşvik eden, akrabalarla olan münasebe­tin kesilmesine sebebiyet veren ve başkasında bulunan herhangi bir şeyin yok olmasını temenni etmek manasında olan hase­di gerektiren tek âmil hırstır. Hasette ise hem cimrilik hem de zulüm vardır. Çünkü başkasına verilmesi gerekeni vermemekle cimrilik, başkasında bulunan bir şeyin yok olmasını temenni et­mekle de zulüm meydana gelir. [139] Cenâb-ı Hak insanın bu va­sıflarını şöyle dile getiriyor: “Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine ha­yır dokundu mu vermez, meneder.”[140]

Ayetteki “menûa” kelimesi vermemeyi, menetme­yi [141] “cezûa” kelimesi sızlanma ve sabırsızlığı; [142] “helûa” kelimesi ise insanlardaki hırsı belirtmek için kullanı­lır. [143] “Helûa” kelimesi, çabukluk manasını ifade eden, bir ta­raftan da tahammülsüzlük, mızıkçılık, diğer taraftan da şiddet ve hırs gibi çeşitli anlamlar arasında huysuzluğu ifade eden be­lirsiz bir vasıftır ve kendisinden sonra gelen ayetlerce tefsir edil­miştir. [144] Muhammed b. Abdillah'a bu âyetin tefsiri sorulduğun­da o şöyle cevap vermiştir: Cenâb-ı Hak bu ayeti tefsir etmiş­tir. Onun tefsirinden daha açık bir tefsir olamaz. İnsana bir kö­tülük dokunduğunda sızlanıp durur. Ama bir hayır dokundu­ğunda da cimrilik yapar, sıkı sıkı tutar da dağıtmaz. Bu durum onun karakterinin gereği olmakla birlikte insan bu tabiatının zıddına hareket etmek ve ilahî emirlere muvafakat etmekle me­murdur. Âyetteki “şer” kelimesinden kasıt “zarar ve fakirlik”, “hayır” kelimesinden de kasıt “zenginlik ve bolluktur.”[145] Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki bir hadis-i şerifte de “hırs”la ilgili şu bilgileri buluyoruz: “Hırstan kaçınınız. Çünkü o, sizden öncekileri helake götürmüştür. Hırs, onlara cimriliği emretti, cimri oldular. Onlara (akrabalık münasebetlerini) kesmeyi emretti, kestiler.”[146]

Bütün bunlara göre, insanın temel yapısında iyiliğe ve fe­nalığa süratli bir biçimde eğilim gösterebilecek yeteneğin varlı­ğı söz konusudur. O, bunu hayatının değişik safhalarında deği­şik davranışlar halinde belirtme fırsatı bulur.[147]

Ancak bu ayet-i kerimelerde tahlil etmemiz gereken bazı noktalar var:

1. Daha önceki bilginler bu ayetlerdeki “insan” kelimesi ile inançsızların kastedildiğini öne sürmelerine karşın daha son­raki bilginler ise “insan” kelimesinin umumîliğini kabul etmiş­lerdir. Çünkü aynı sûrenin 22. ayetinde namaz kılanlar bu hal­den müstesna tutulmuşlardır. Demek ki dinin gereğini yerine getirmeyen her insan bu âyetlerin hükmüne dahildir.[148]

2. Kâdî diyor ki: “İnsan hırslı olarak yaratılmıştır” âyeti “insan aceleci olarak yaratılmıştır” [149] âyet-i kerimesinin bir benzeridir. Bu âyetten kasdolunan, insanın mutlak şekilde bu vasıf üzerine yaratıldığı anlamı değildir. Bunun böyle olduğuna delil ise, Cenâb-ı Hakk'ın insandaki bu fiili zemmetmesidir. Halbuki Allah, kendi fiilini kötülemez. Hem sonra Cenâb-ı Hak bu mezmum hasleti terk konusunda nefsi ile mücadelede bulunan mü'minleri bu sıfatlardan müstesna kılmıştır. Şayet bu huylar, Allah'ın insanda zarurî bir şekilde yaratmış olduğu şey­ler olsaydı, insanlar bu huyları terketme gücünü gösteremeye­ceklerdi.[150]

Kâdî'nin görüşlerine katılmak mümkün olmasa gerektir.

Çünkü o, “insan, mutlak şekilde bu vasıflar üzerine yaratıl­mamıştır” derken öne sürdüğü ilk delil, Allah'ın, insandaki bu fiilleri zemmetmiş olması ve dolayısıyla bu fiilleri Allah yaratmış olsaydı Allah'ın kendi fiilini zemmetmeyeceği düşüncesidir.

Oysaki, kâinattaki bütün hayır ve serler Allah tarafından yaratılmıştır ve yaratılmaktadır da. Bu dünya, bir imtihan alanı olduğundan insan, kendisine verilen akıl nimeti ile doğru olanı seçme pozisyonunda bırakılmıştır. O, iradesini ister hayra, is­terse şerre yöneltsin Allah onu yaratacaktır. İnsandaki kötülenen vasıflar da böyledir. Şayet insanın karakter yapısı sadece güzel ve iyi vasıflarla donatılsaydı o zaman insanın da imtihan edilmesine gerek kalmaz ve o, melek tabiatlı birisi olurdu. Bu ise muhaldir. İnsanlar hiçbir zaman melek olmamışlardır. İn­sanda hem iyi hem de kötü vasıfların yaratılmasının sebebi, in­sanın kötü vasıflar sayesinde iyiyi, iyi vasıflar sayesinde de kö­tüyü idrak edebilmesi içindir. Çünkü eşyalar zıtlanyla bilinirler. Aydınlığın karanlıkla, sıcağın soğukla bilinebilmesi gibi.

Kâdî “Cenâb-ı Hak kendi fiilini kötülemez” diyor. Böyle menfî karakteri kendisinden silmeyen birçok insan var. O za­man şöyle yanlış bir istifham meydana gelebilir. Kötü insanlar­daki kötü fiiller Allah tarafından yaratılmadıysa, bu kötü fiillerin yaratıcısı kimdir? Acaba eski İran dini olan Zerdüştlükteki Ehriman ve Hürmüz gibi kötülük ve iyilik Tanrılarını kabul etmek mi gerekiyor? Bu iddianın yanlışlığı da ortadadır. Çünkü: “Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de gök de) bozulup gitmişti...”[151]

Razı, “helûa” kelimesini ise şöyle yorumluyor:

a) Bu ya psikolojik bir haldir ki bu halden dolayı insan sız­lanır veya yalvarmaya başlar.

b) Ya da gerek söz ve gerekse fiille ortaya çıkan insandaki bu tür haller onun psikolojik yapısıdır. Bu psikolojik yapı da Allah'ın yaratmasıyla oluşmuştur. Dolayısıyla ruhu bu hal üzere yaratılan kişinin kendi nefsinden o hali izale etmesi mümkün değildir. Yine şecaatli veya korkak yaratılan kişinin de bu halle­ri nefsinden izale etmesi mümkün değildir. Ama gerek fiilen ve gerekse de söz olarak ortaya çıkan hallerin terki mümkün bir hadisedir ve bunların ıslahına çalışmak ihtiyarî bir olaydır.

Bu ayetin hemen devamındaki 20. ve 21. ayetlerdeki “kö­tülük” ve “hayır” kelimelerinden maksat “fakirlik-zenginlik” ve­ya “hastalık-sıhhat” vb. manalardır, insana fakirlik veya hasta­lık isabet ettiğinde sızlanmaya ve halinden şikayete başlar. Ama sıhhatli ya da zengin olduğunda normalde yapması ve vermesi gerekeni yapmaz ve vermez, cimri bir hale gelir, in­sanlara hakîr bakar.

Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir. Bütün bu anlatılanlara bakarak; İnsan hep zarardan nefret eden, rahatı ise talep eden bir varlık mıdır? Bu sual, mantıken doğru ve ge­çerli ise Allah (cc), insanı bu sıfatlarından dolayı neden kötüle­mektedir?

Allah, insanı bu sıfatlarından dolayı kötülemektedir. Çün­kü, insan, dünyevî işler hususunda dar görüşlüdür. Ona gere­ken şey ise âhiret işleriyle meşgul olmasıdır. Bir fakirlik ya da hastalıkla karşılaştığında bu hadiselerin Allah'ın birer fiili oldu­ğunu bilip razı olması ve Allah'ın dilediğini yapan ve dilediği şekilde hükmeden bir ilah olduğunu kabul etmesi gerekir. Zen­ginlik ya da sıhhat bulunduğunda ise bu nimetleri ahirete yöne­lik olarak kullanması icap eder.[152]

Burada yine şu hususu da gözden kaçırmamamız gereki­yor. Kur'ân, insanın ahlâkî zayıflığından bahsettiği pek çok yerde iman edenler ve doğru yolda olanları istisna etmektedir. Şurası kendiliğinden anlaşılıyor ki, doğuştaki bu fıtrî zayıflık da­ha sonraları değiştirilemez değildir. İnsan Allah'ın gönderdiği hidayeti kabul eder ve kendisini ıslah için bilfiil gayret gösterir­se o zaman bu zayıflığını tedavi edebilir. Eğer nefsini gevşek bı­rakırsa bu zafiyetler onun içerisinde yerleşir, gelişir.[153]

Söz konusu bu üç kısa ayet, her kelimesiyle insan denen şu varlığın bir hattını çizmektedir. İnsan, kendisine gelen bir za­rarın ebediyyen devam edeceğini sanarak korku ve evham içe­risinde hayatını sürdürmektedir. Bir an için kendisini saran sı­kıntılar ortadan kalktığında, birtakım güzellikler ve iyiliklere ka­vuştuğunda da bu defa bunların ortadan kalkmayacağını düşü­nür. Bir gün bu nimetlerin de yok olabileceğini hatırına bile ge­tirmek istemez. İnsanın bu menfî haller karşısında ne gibi bir vaziyet takınması gerektiği, sözkonusu âyetlerden hemen son­ra veciz bir üslupla ifade edilmektedir ki biz bu konuyu kitabı­mızın ileriki safhalarında detaylı olarak inceleyeceğiz.

İnsanın cimriliği ile alakalı olarak İsrâ süresindeki şu âyet-i kerime de oldukça ilgi çekicidir: “De ki: Eğer Habb'imin rah­met hazinelerine sahip olsaydınız sarfetmek(le tükenir) kor­kusuyla (onu) tutar kimseye birşey vermez)diniz. Hakikaten insan çok cimridir.”[154]

Âyetteki “katûr” kelimesi lûgavî olarak toplama ve sıkıştırma gibi anlamlara gelir. [155] İbn Abbas ve Katâde'ye göre ise “katur” kelimesinden maksat insanın cimri ve menedici özelliğinin belirtilmesidir. Çünkü, “Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Öyle olsaydı insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi” [156] âyetinde de Cenâb-ı Hak insanı olduğu gibi vasfediyor. [157] Bize göre bu âyetteki “insan” kelimesi de umu­milik arzetmektedir. Bu görüş karşısında şöyle bir soru akla gelebilir: “İnsanlar içerisinde birçok cömert kişiye rastlamak mümkündür. Bunların cimrilikleri nasıl düşünülebilir?”

Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz:

İnsanın aslında/tabiatında cimrilik vardır. Çünkü insan, muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. İhtiyaç sahibi, yani muh­taç canlıların ise ihtiyaçlarını defetmeleri ve bu ihtiyaçlarını defedici malzemeleri kendi yanlarında, kendi nefisleri için tutmala­rı tabii bir olaydır. Ama, kişinin cömert olması haricî bir takım sebeplerden dolayıdır. İnsan, bazen övüldüğü, bazen şeref bul­duğu ve bazen de uhdesinde bulunan dinî bir vecîbeyi/farzı ortadan kaldırmak için infakta bulunur. Kişinin zekât, sadaka vermesi vb. tutum ve davranışlar göstermesi bu sebepledir. Yoksa insan, yine de hakikatte cimridir.[158]

Bu özellikleri tabiatımızdan söküp atmak mümkün görün­mese dahi, ona ayarlayın bir özellik verilebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak yine Meâric sûresinde, şu altı sıfatla muttasıf olan kişileri cimrilik, hased vb. iyi olmayan sıfatlardan istisnada bulunmuş­tur:

a) “Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki namazlarına devam ederler.” [159] Çünkü namaz, yine Kur'ânî ifadeyle kişiyi her türlü kötülüklerden ve fenalıklardan alıkoyar. Burada bir inceliğe temas etmemizde fayda olduğunu zannedi­yorum: Cenâb-ı Hak Meâric, 23. âyette “Onlar ki namazları­na devam ederler” dedikten sonra aynı sûrenin 34. âyetinde de “onlar ki namazlarını korurlar” buyuruyor. Aradaki incelik şudur: Namaza devam etmenin manası onu vakitlerinden hiç eksiltmeden kılmak demektir. Onun muhafazası ise, nama­zın en mükemmel şekilde ifa edilebilmesi için ona gereken ehemmiyetin ve önemin verilmesidir. Bu ehemmiyeti ifa etme, bazen namazdan önce birtakım şartların yerine getirilmesi, ba­zen de namazın içinde ve namazdan sonra birtakım şartların yerine getirilmesiyle meydana gelir. Namazdan öncekiler kısa­ca; namaz vakti girmeden önce kalbin namaz vakti ile alakalı olması, abdestli bulunması, setr-i avret üzere olması, kıbleyi araması, temiz elbise ve mekan bulması, namazı cemaatle ve mübarek mescitlerde kılması, namaza girmeden önce kalbin bir takım boş ve Allah'tan başka şeylerden uzaklaşması için ça­ba göstermesi, riya ve gösterişten sakınmak için oldukça gay­ret etmesi vb. şeylerdir.

Namaz dahilinde iken dikkat edilmesi gerekenler ise; na­maz anında sağa-sola dönmesi, kıraat esnasında kalbinin uya­nık olması duaları anlaması, namazın hükümlerine riayet etme­si vb. şeylerdir.

Namazdan sonra ise; oyun eğlence ve boş sözlerle meşgul olmaması, namazlardan sonra günaha girmekten oldukça sa­kınması gibi şeylerdir.[160]

b) “Onların mallarında belli bir hisse vardır. İsteyen ve istemeyen için.”[161]

Bu âyet de insanın cimrilik özelliğini eğitime tabi tutmakta­dır. Kişi, kendi malında bir başkasının da hisse sahibi olduğunu öğrenmekte, zekat ve sadaka gibi yardımlarla, kendisinde bulu­nan fakirin hissesini verme durumunda katmaktadır.

Âyette geçen  “ma'lûm” kelimesinde ihtilaf edi­liyor. İbn Abbas, Hasan ve İbn Şîrîn diyorlar ki; bu kelime, farz olan zekâtı ifade eder. Zekâtını veren kişinin sadaka vermeme­sinde bir beis yoktur. Ayrıca bu kelimenin zekâta şu iki yönüy­le işareti vardır.

aa) Takdir edilmiş, ma'lum (belli) olan hak, ancak zekattır. Sadakada ise bir ölçü tayin edilmemiş olup gayr-ı ma'lumdur.

bb) Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîme ile zemmetmiş olduğu kişilerden bir istisnada bulunuyordu. Böylece ayette belirtilen “hakk”ı vermeyen kişi mezmum yani kötülenmiş olur. Bu sı­fatlar üzere beliren ancak zekâttır. Çünkü sadaka vermeyen ki­şi kötülenmeyi hak etmemiştir. Selef ise, bu kelime ile zekat dı­şındaki yardımlann da kastedildiğini, bu âyetin ancak bir uyarı şeklinde kabul edilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Yine âyette geçen “mahrum” isteyemeyen, iffetinden dolayı zengin zannedi­len kişidir. “Sail” ise isteyen manasmdadır.

c) Üçüncü bir sıfat ise kişinin ceza gününü tasdik etmesi olarak belirmektedir:  “Onlar ki ceza gününü tasdik eder­ler.”[162] Yeniden dirilişe ve haşre inanırlar. Kişi, ahiret inancıy­la hareket ettiği zaman, dünya ve onun içindekilerin geçici, fânî şeyler olduğunu idrak eder. Böyle düşünen fertler ise hırs ve tamahtan uzak dururlar. Çünkü onlar ebedî ve fani olmayan bir zenginlik ummaktadırlar.

d) Dördüncü olarak beliren sıfat ise: “Onlar ki, Rabb'lerinin azabından korkarlar” [163] âyeti ile ifade edilmektedir. Korku, iki şeyden dolayı olur: Kişi, ya dinî vecibelerini yerine getirmemekte ve bundan dolayı Rabb'in gazabını çeke­ceğinden korkmaktadır. Ya da haram irtikap etmekte ve hara­ma girdiğinden dolayı korkmaktadır.

Kendisine bir sorumluluk yüklenmiş kişide korku ve endişe devam ederse, kendisine ister ilmî isterse de amelî bir sorumlu­luk yüklenmiş olsun, en küçük bir hata yapmamaya çalışır.

Sonra, Cenâb-ı Hak bu korkuyu: “Çünkü Rabb'lerinin azabına güven olmaz” [164] âyeti ile de te'kid etmiştir. İnsan, her zaman için yükümlülüklerini tam olarak yerine getiremez. Kötülüklerden de tam anlamıyla sakınamaz. Öyleyse Allah'a karşı devamlı bir mehafet, korku içerisinde bulunacaktır.[165]

e) Beşinci sıfat ise şöyle ifade edilmektedir: “Ve onlar ırz­larını korurlar.” [166] Kişi, bazen en iyiyi ve en güzeli elde ede­bilmek için hırsla uğraşır. Bunlar öyle insanlardır ki yalnız nefsî arzularına uyarlar. Kendilerine bir şey verildiğinde memnuni­yetlerini ifade ederler. Birşeyden mahrum bırakıldıklarında da hemen gazaba gelirler. Kişide “ırzını korumak” gibi bir duygu, düşünce yeşermemişse o kişi evli dahi olsa hırstan dolayı baş­kalarının ırzına göz dikebilecektir. Bilindiği gibi Adem'in oğlu Kabil'in Habil'i öldürmesinin sebebi, kendisine verilen eşi beğenmeyip, Habil'in eşini kıskanması, hırsla onu talep etmesi, alamayınca da kardeşini öldürmesiydi.

Îbnu'l-Arabî diyor ki: Bu âyet hariç daha önce geçen diğer âyetler kadınlar ve erkekler hakkında umumidir. Ama bu âyet sadece erkeklereAocalara hitap etmektedir. Bunun delili de kendinden sonra gelen “ancak eşleri yahut ellerinin sahip olduğu (cariyeler) hariç” [167]âyet-i kerimesidir.[168]

f) Altıncı sıfat ise emanete ve verilen sözlere riayet olarak belirmektedir: “Ve onlar emanetlerini ve ahidlerini gözetir­ler.”[169]Emanet ve ahid, insanın gerek fiilen ve gerekse de kavlen din ve dünya işlerine ait üzerine yüklendiği ve sorumlu­luğunu kabul ettiği şeylerdir, insanlarla İyi geçinmek, söz verip tutmak vb. gibi. “Emânet” kelimesi “ahd” kelimesinden daha geneldir. Bu durumda, verilen her söz aynı zamanda bir ema­nettir de. [170] Kişi, hırslılığı ya da cimrliği ile bazen emanete hıyanet eder, vermiş olduğu sözlerden de döner. İşte Kur'ân-ı Kerîm emanete riayeti ve verilen sözlerden dönülmemesi ge­rektiğini, kişi hırslı dahi olsa hırsını yenerek bu gibi güzel vasıf­larla bezenmesini ulvî bir gaye olarak tahakkuk ettirmektedir. [171]

 

H. İnsanın Aceleci Olması
 

Acelecilik bizim tabiatımızda yaratılışımızdan vardır. Öyle acelecidir ki, sanki “insan, aceleci yaratılmıştır.” [172] Ayette insan cinsi kastolunmaktadır. Allah, insanda acelecilik hissini terkip etmiş ve sanki insanı aceleden yaratmıştır. Aşırı aceleci­lik insanın lazımı gibidir. [173] Şu halde acelecilik insanın tabiatın­da ve yapısında vardır. Gözünü her zaman içinde bulunduğu anın ötesine diker ve geleceği kucaklamak ister. Aklına gelen herşeyi o anda yapmak ister. Kendi zararına da olsa vaad edi­lenlerin hepsinin hemencecik gelip çatmasını arzu eder. Ancak Allah'a bağlanıp O'na dayanarak huzura eren ve herşeyini Al­lah'a havale ederek bekleyenler bunun dışındadırlar. Aslında iman insana güven, sabır ve huzur verir.[174]

Bu âyetteki “insan” kelimesinin ihtiva ettiği mana hakkın­da iki görüş ileri sürülmektedir:

Birinci görüşe göre bu kelime İle insan nevi kastolunmaktadır. Birinci görüştekilerin yorumuna göre âyetin daha öncesinde anlatılan insanlar Allah'ın azabını ve O'nun varlığını ka­bul etmeyi mecbur hale getirebilecek bazı delilleri acele bir şe­kilde istiyorlar ve “bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)?” diye soruyorlardı. Allah, onları bu tutumlarından dolayı kınayarak sanki şöyle diyor: “Sizin acele etmeniz garip değil Çünkü si­zin cibilliyetiniz, fıtrat ve tabiatınızda acelecilik vardır.”[175]

İkinci görüştekilerin yorumuna göre ise ayette muayyen bir şahıs kastedilmektedir ve o da Adem peygamberdir. İbn Cüreyc'in Mücahid'den yapmış olduğu bir rivayette Allah herşeyi yarattıktan sonra Cuma gününün sonuna doğru Adem'i yaratmış, ruh Adem'in henüz başına girmiş ama ayaklarına ulaşmamışken “Ya Rabbi, yaratılışımı güneş batmadan acele ederek tamamla”   demiştir. Leys diyor ki, işte “insan acele­den yaratılmıştır” sözü ile bu anlatılmak istenmektedir. Süddi'ye göre ise Adem'e ruh üfürüldüğünde ruh henüz baş tarafındayken hapşırmış, melekler Adem'e “Elhamdülillah de” di­yerek uyarmışlar, o da “Elhamdülillah” demiş, ruh göz tarafı­na ulaştığında Cennet meyvelerini görmüş, ruh karnına ulaştı­ğında da canı bu meyvelerden yemek istemiş, ama ruh henüz ayaklarına ulaşmamış olduğu için yürümek istediğinde yürüyememiştir. İşte bu sebeple onun evlatları da acelecilik tabiatına varis olmuşlardır.[176]

İnsan, istemek konusunda da acelecidir. “İnsan hayra dua eder gibi, şerre dua etmekte (hayrı ister gibi şerri istemektedir. İnsan pek acelecidir.”[177]  İnsan, sonucuna bakmaksı­zın hatırına gelen herşeyi yapmak ister.[178] Hadiselerin ne şekle gireceğini ve neticenin ne olacağını bilemez. Bir işi yaparken o işin sonunda şerle karşılaşacağından habersizdir ve bilmeyerek işin bir an önce olması için acele eder. Bazen de şerle karşılacağını bildiği halde kendine hakim olamadığı için yine o işin ol­masını ister. [179] Bunun sonucu olarak insan:

1. İyilik ister gibi kötülük de ister.

2. Allah'ın âyetlerini (mucizelerini) görmek ister.

Oysa gerek kötülük istemek, gerekse Allah'ın âyetlerini hemen görmeyi istemek normal insanın davranışını ortaya koymuyor. Söz konusu tavrı belirtmek aceleci yapının ürünü oluyor.[180]

Bir şeyi bekleme konusunda da insan aceleci davranmak­tadır. Üstelik bu acelecilik vasfı onlan bilgi konusunda da ya­nıltmaktadır. Yani aceleciliğin hakim olduğu bir fert ya da top­lumda genellikle cehalet vasfı mündemiçtir. Hatta acelecilikle cehaletin doğru orantılı olduğunu bile söyleyebiliriz. “De ki: (Azabın ne zaman geleceğine dair) bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Ben, benimle gönderilen şeyi size duyuyorum; fa­kat sizi cahillik eden bir kavim görüyorum.” Nihayet (aza­bın) geniş bir bulut halinde vadilerine doğru geldiğini gö­rünce: “Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur” dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azap bulunan bir rüzgardır.” [181] Âyette, bu insanlann acele­cilik vasfının tek nedeni cehalet olarak görülüyor.

İnançsızlık veya şüphe de insanı aceleciliğe sevk ediyor, bu ortamı hazırlıyor: “Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler.” [182] Buradan hareketle inançlı kişi­lerin daha olgun bir yapıya büründüğünü anlamak zor değildir.

“Rahman'ın kulları ki yeryüzünde mütevazı olarak yürür­ler” [183] âyeti de bu hususa parmak basmaktadır. [184]

 

İ. Zayıf Yaratılışlı Olması
 

İnsandaki temel karakterlerden birisi de onda zayıf yönle­rin bulunmasıdır. Hemen belirtelim ki burada zayıflık ya da za­af kelimeleri ile belirtmek istediğimiz şey, kelime anlamı itibarı ile zayıflık ve bu zayıflığın mutlaka her insanda bulunması ge­rekli bir unsur olduğu iddiası değildir. Burada zaaf ya da zayıf­lıkla ifade etmek istediğimiz nokta kişinin sabırsızlık gösterdiği noktalardır. Mesela fazla sorumluluk yüklenmekten uzak dur­mak aslında bir kaçısın ve dolayısıyla da zaafın işaretidir. Yine başarı yönü itibariyle hep başkalarından Önde olma isteği de bir zaafın işaretidir. Ancak bu zaaf çeşidini yermek ya da kötü­lemek gerekmemektedir. Çünkü başarı hırsı ve tutkusu her ne kadar kişiye ait zayıf yön olsa da neticesi itibarıyla güzel bir şeydir. Bu nedenle fertte kötü netice ve tesirler bırakan zaafı bu ikincisinden ayrı tutmak lazımdır ve bizim konumuz da bi­rincisi ile ilgilidir.

Kur'ân'da: “Allah sizden (ağır teklifleri) hafifletmek isti­yor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır” [185] denmektedir. Bu âyette de kastedilen zayıflık bedenî ya da fizikî bir zayıflık değil­dir. Bu zayıflık, insanın şehvet ve lezzet hislerine tabi olması yönündeki zayıflıktır. [186] İnsan, çoğu kere şehvetine sabredemez ve itaatin getirdiği güçlüklere tahammül edemez [187] İtaat ve ibadetin getirebileceği bazı zorluklara karşı insanın taham­mülsüzlüğünü izah etmesi açısından Buharî'deki şu hadis ol­dukça ilgi çekicidir.

Buharî'nin rivayetine göre, Allah bu ümmet için miraç ge­cesinde elli vakit namaz farz kılmış, Hz. Peygamber de bu farziyyeti yüklenerek dönüş yolculuğuna başlamıştı. Musa pey­gamberle karşılaştığında Musa ona:

“Allah ümmetine neyi farzetti?” diye sormuş o da:

“Elli vakit namaz farzetti” de­miştir. Karşılıklı konuşma daha sonra şöyle cereyan eder:

“Rabb'ine dön(de şefaat iste), zira ümmetin buna güç yetiremez”.

“Müracaat ettim. Allah yarısını indirdi.” Ben de Mu­sa'nın yanına dönüp:

“Yarısını indirdi” dedim. (O yine):

“Rabb'ine müracaat et, zira ümmetin güç yetiremez”dedi. (Bir daha) müracaat ettim. Allah, yine kalanın yarısını in­dirdi. Ben de Musa'nın yanına döndüm. (O yine):

“Rabb'ine dön zira ümmetin buna yine güç yetiremez” dedi. (Bir da­ha) müracaat ettim. Allah:

“Onlar beştir. Ama yine onlar ellidir. Benim nezdimde hüküm değişmez” buyurdu. Mu­sa'nın yanına döndüm. (O yine)

“Rabb'ine dön” dedi. Ben de:

“Artık Rabb'imden utanır oldum”dedim.”[188]

Aslında insandaki sabır özelliği isletilebilse o zannettiğin­den daha güçlü ve dayanıklı olduğunu çabucak anlayıverecektir. Bu hususa şu âyet işaret etmektedir: “Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti, sizde zaaf bulunduğunu bildi. Bundan böy­le sizden sabreden yüz kişi olsa iki yüz kişiyi yenerler. Ve eğer sizden bin kişi olsa Allah'ın izniyle iki bin kişiyi yener­ler. Allah sabredenlerle beraberdir.” [189] Görülüyor ki zayıflı­ğın önüne ancak sabırla geçilebilmekte, sabretmekle insan kendi zaafını yenebilmektedir. [190]

 

J. Mucadaleci Olması
 

İnsanın yapısındaki temel karakterlerden birisi de onun mücadeleci bir ruha sahip olmasıdır. Pek çok insanın hayatta en fazla yaptığı, zevk aldığı, kendisini kabul ettirmek için baş­vurduğu silah tartışmadır.

Şüphesiz tartışmanın faydalı yönleri olduğu gibi zararlı yönleri de vardır. Gerçeğin bulunmasına, ilmî ve fikrî hayatın gelişmesine yardım eden tartışma yeni ufukların açılmasına se­bep olurken faydalı, amacı yalnızca tartışmak olan kinci ve ya­pıcı olmayan tartışmalar zararlıdır. Kur'ân'da insanın herhalde menfî yönden yaptığı tartışmalara işaret edilmekte, bu yönüyle insanın yaptığı tartışmalar yerilmektedir. [191] Meselâ:

“Andolsun biz bu Kur'ân'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.”[192]

“İnkâr edenler hakkı batılla yok etmek için mücadele ediyorlar.”[193]

“Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında tartışırlar.”[194]

“Allah'ın âyetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak'tan)çevrildiklerini görmedin mi?”[195]

“Ta ki âyetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.”[196]

“Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bu­nu sadece tartışma için ortaya attılar.”[197]

Görüldüğü üzere âyetlerde işaret edilen insanın tartışmacılık yani mücadelecilik yönü, genelde gerçeğe karşı çıkma, doğruyu kabul etmemede gösterilen peşin hüküm ve ön yargı gibi menfî yönleri belirtmektedir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi gerçeğin bulunması yönünde yapılan ilmî, fikrî ve edebî münakaşa ve tartışmalar hiç şüphesiz insanlara gerçeğin bu­lunmasında en yardımcı faaliyetlerdendir diyebiliriz. Çünkü fi­kirlerin çarpışmasından ancak gerçek ortaya çıkar.

İnsandaki temel karakterleri böyle sıralayıp bırakmak el­bette yeterli ve kâfi değildir. Ayrıca Kur'ân'm insandaki bu ka­rakterleri yani şahsiyet eğitimini ne şekilde ele aldığını bulup ortaya koymak gerekmektedir. Şimdi bu konuyu yani, Kur'ân'ın bu temel karakterleri nasıl eğittiği bahsini ele almaya çalışacağız. [198]

 

2. Kur’ân’ın İnsandaki Temel Karakterle­ri Eğitimi
 

İnsandaki bozgunculuk duygusunu Kur'ân, mutedil bir dil kullanarak eğitir. Mesela: “Ey inananlar!.. Bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevketmesin, İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çe­tindir.” [199] Âyet, sadece duyulan bir kinden ötürü müslüman toplumun başka bir topluluğa saldıramayacağını belirtiyor. Hatta, müslüman toplum, meşru bir müdafada bulunduğu an­da dahi karşı taraf barışı seçiyorsa, müslüman toplumun da ba­rışı seçmekten başka bir çaresinin olmadığını şu ayet dile geti­riyor: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de barışa yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir.”[200]

Yine, İnsandaki nankör karakteri ifade eden ve daha önce bahsi geçen Hac süresindeki 66. âyeti de tek başına değerlendirmemiz mümkün değildir. Çünkü Allah, insanlardaki bu men­fî karakteri müsbet hale kanalize edebilmek için daha önceden aynı sûrenin 63. âyetinde yağmuru yağdıranın, yeryüzünde bit­kiyi var edenin kendisi olduğunu beyan ederek çok lütufkâr ol­duğunu ifade etmiştir. Bu lütufları da göremeyenlere 64. âyet­te göklerde ve yerde mevcut bütün eşyanın Allah'ın olduğunu, herşeyin kendisine muhtaç ama kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını, bu sebeple gerçekten Övgüye layık ulunduğunu, ifa­de etmiştir. Daha sonraki âyetle de insanlığa özellikle karada ve denizde sağladığı imkanları, dolayısıyla onlara olan engin şefkat ve merhametini hatırlattıktan sonra 66. âyet, Allah'ın en büyük lütfü olan hayata; sonra insanın ölüm ile birlikte, en büyük korkuyu duyduğu yokluğa mahkum edilmeyip yeniden kavuşturulacağı ikinci hayata işaret etmektedir. Dolayısıyla bü­tün bu nimetlere karşı insanın nimetin kadir ve kıymetini bilir bir tavır alması, nimetlere karşı kadirşinas olması istenmekte­dir. Ancak Allah'ın insanoğlunun şükrüne ihtiyacı yoktur. Şük­reden kendi nefsi lehine şükretmekte, nankörlük yapan da kendi nefsi aleyhine nankörlük yapmaktadır.

Zulüm yapmaktan korunabilmesi, zâlim sıfatını üzerinden atabilmesi için insanların yapmaları gerekeni ise Kur'ân şöyle açıklar:

“Allah'ın mükafatı şu kimseler içindir ki;

a) İnanıp Rab'lerine dayanırlar,

b) Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar,

c) Kızdıkları zaman affederler,

d) Rablerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar,

e) İşleri aralarından danışma iledir,

f) Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler,

g) Ancak bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman kendilerini savunurlar.”[201]

Açıkça görüldüğü üzere Kur'ân, yukarıda maddeleştirdiğimiz sıfatları taşıyanlar için mükafat vaadetmektedir. Ancak zu­lüm ve saldırganlık sıfatını taşıyanlara da ceza öngürmekte ve onların sakınmalarını amaçlamaktadır. Yani Kur'ân zulme ve zalime asla razı ve taraftar değildir. “Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki, insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar. İşte bunlar kınanırlar ve böylelerine acı bir azap vardır.”[202] Görüldüğü gibi zulüm ve zalim kınanmakta­dır, ama zulmün karşısına Kur'ân bazı müsbet hareketleri alter­natif olarak getirmektedir. Kur'ân'ın genelde zulüm olarak ni­telendirdiği davranışlar şunlardır: Mescidlerde Allah'ın anılma­sının yasaklanması, [203] şahitliğin gizlenmesi, [204] Allah adına ya­lan uydurulması veya O'nun ayetlerinin yalanlanması, [205] Al­lah'ın âyetleri okunduğunda yüz çevrilmesi.[206]

Kur'ân'ın zâlim karakter karşısında koyduğu müsbet ka­rakter “muhsin” olmalıdır. Bu husus şöyle belirtilir: “Onların neslinde muhsin de var, açıkça kendisine zulmeden de.” [207] Ayrıca Kur'ân'daki şu âyet de konumuz açısından oldukça ilgi çekicidir: “Sonra Kitab'ı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi or­ta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçen­dir. İşte büyük lütuf budur.” [208] Görüldüğü gibi âyet, insanla­rı “nefsine zulmeden', “orta giden” ve “hayırlarda öne ge­çen” diye üç bölüme ayırmaktadır. Demek ki “zulüm” karşılığında insan için iki alternatif görünmektedir. Vasat olma ve ha­yırlarda yarışma. Diğer yarışmaların ise şahsiyet bozucu bir ya­nı var. Mağlup olunduğunda hissedilen stres ve bunalım gibi duygular şahsiyeti menfî manada etkiler. Bunun da sebebi bu tür yarışların sunî olmasıdır. Ama hayırda yarış duygusu böyle değildir. Çünkü Kur'ân, insanları fıtrî bir yarışa yönlendiriyor ve karakteri düzeltici bir fonksiyon meydana getiriyor. Bu duru­mu basit bir misalle biraz daha açmak istiyoruz. Meselâ, muh­taç kişi ya da kuruluşlara yardımda bulunma bir “hayır” ifade eder. Yardım konusu bir cami yapımı içinse, sadece bir tuğla satın alacak kadar maddî destekte bulunanla, en büyük yardımı yapan kişi arasında “yardımda bulunmuş olma” duygusu ya da manevî yönden rahatlama hisleri açısından pek büyük bir fark görülmez. İşte hayırda yarışmanın bu özelliği diğer yarış­ma çeşitlerinde görülmez. Bunun nedenini hemen herkes farkedebilir. Bir spor yarışmasında birincilerin sevinçten, kazan­mayanların da üzüntüden ağladıkları çoğu kez müşahade edi­len vakalardandır.

Söz konusu âyetle ilgili Kurtubi'den şu nakilleri yapmakta fayda mülahaza ediyoruz:

“Nehhas'a göre “nefsine zulmeden”den maksat inanç­sız kişidir. İbni Abbas da bu âyete göre kurtulan iki kısım insandır diyor. O zaman cümlenin Arapça takdiri şöyle ol­maktadır: Kullarımızdan bir kısmı yani kafir olanlar nefisle­rine zulmedenlerdir. Hasan'a göre ise, bir sonraki ayette “cennete girerler” cümlesinde bulunan zamir, muktesit ve sa­bık bi'1-hayrât için geçerli olup, zâlim kişi bu zamire dahil olma­maktadır. İkrime, Katade, Dahhak ve Ferrâ'dan gelen bir gö­rüşte ise muktesid, asi mümin; sabık ise mutlak manada mutta­ki kişidir. Bu âyet Vakıa süresindeki şu âyetlere benzemektedir. “Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman; sağın adamları, ne uğurlulardır onlar! Solun adamları, ne uğursuzlardır onlar! Ve o sabıklar, (inançta ve amelde duraksamadan) ileri geçenler!”[209]

Ayrıca âyette “seçtiklerimiz” ibaresi var ki zalim kişinin bu zümreye dahil olması düşünülemez. Mücahid, nefsine zul­medeni solun adamı, muktesidi sağın adamı, sabıkı da bütün insanları hayır konusunda geçen kişiler olarak yorumlamakta­dır.

Bazıları da “cennete girerler” kelimesindeki zamirin, âyette belirtilen zâlimin kâfir ya da fasık olmaması şartıyla bü­tün üç sınıfa şamil olduğunu belirtmektedirler. Bu takdirde ma­na şöyle olmaktadır: Nefsine karşı zâlim olan küçük ve değeri az amelde bulunanlar; muktesid ise dünya ve ahirete hakkını verendir.

Üsâme b. Zeyd, Hz. Peygamberin bu âyetleri okuduktan sonra “hepsi de cennettedir” dediğini nakleder. Ömer b. Hat-tâb da bu âyetleri okumuş ve bu âyetler konusunda Hz. Pey­gamberin şöyle dediğini nakletmiştir: “Geçenlerimiz geçmiş­tir. Muktesidimiz kurtulmuştur. Nefsine zulmedenimiz de affolunmuştur.”[210]

Bu âyetle ilgili olarak İslâm bilginlerinin görüşleri gökkuşa­ğı renkleri gibi çeşitlidir. Biz bütün bu görüşleri eserinde sırala­mış olması açısından yine Kurtubî'den nakletmeyi uygun görü­yoruz:

“İslâm bilginlerinin zâlim, muktesid ve sabık hakkında­ki görüşleri farklılık arzetmektedir. Âyet herşeyden önce Muhammed ümmeti hakkındadır. Sehî b. Abdillah'a göre sabık âlim; muktesid, müteallim; zâlim ise câhildir. Zünnûne Mısrî'ye göre zâlim, Allah'ı sadece dili ile zikreden, muktesid kalbi ile, sabık da O'nu hiç unutmayandır. Antâkî'ye göre zâlim, sâhib-i ahvâldir. İbn Atâ'ya göre zâlim, Al­lah'ı dünya için seven; muktesid ukbâ için seven; sabık da sadece Hakk'ı dileyendir. Ayrıca şöyle de denilmiştir: Zâlim cehennem korkusuyla, muktesid cennet umuduyla, sabık da sırf rızâsı için Allah'a ibadette bulunandır. Bir başka gö­rüşte ise zâlim, dünyada zühd içerisinde yaşamaya çalışan­dır. Çünkü zâhid kişi zühd gayretiyle nefsine zulmetmekte dolayısıyla zâlim olmaktadır. Yine, zâlim belâ anında sızla­nan, muktesid belâlara sabreden, sabık da belalardan lez­zet alan olarak tarif edilmiştir. Yine, zâlim, Allah'a gaflet içerisinde ve gelenek şeklinde ibadet eden, muktesid ise O'na korku ve ümit içerisinde ibâdet eden, sabık da O'na mehabetinden dolayı ibadet edendir. Yine, zâlim, eline mal geçtiğinde infak etmeyip cimrilik eden, muktesid ise kendi­sine verildiğinde saçan, sabık ise verilmediği halde şükür ve îsarda bulunandır. Yine zâlim, mali ile kendini müstağni gören, muktesid kendini dinî ile müstağni gören, sabık da kendini Rabb'i ile müstağni görendir. Yine zâlim, Kur'ân'ı okuyan ama onunla amel etmeyen; muktesid, Kur'ân'ı hem okuyup hem de onunla amel eden; sabık da Kur'ân'ı oku­yan, onunla amel eden ve bilgilenen kişidir. Yine, sabık mescide müezzinin ezanından önce giren, muktesid mesci­de girdiğinde ezan okunan, zâlim ise mescide girdiğinde ezan okunmuş olan kişidir. Bazı ehl-i ilim ise şöyle demiş­lerdir. Sabık, vakti ve cemaati kaçırmayarak iki fazileti bir­den elde eden; zalim, namazdan gafil olup da hem cemaatı hem de vakti kaçıran kişidir. Yine, zalim nefsini seven, muktesid dinini seven, sabık da Rabb'ini sevendir. Aişe radıyallâhu anhâ da diyor ki: Sabık, hicretten önce müslüman olan, muktesid hicretten sonra, zalim de ancak kılıç zoruyla müslüman olandır.”[211]

İnsanın cehalet vasfı da Kur'ân'da birçok yollarla eğitilir. Bunlardan birisi ilmin ve âlimin yüce tutulması, insanların ilme teşvik edilmesidir. Mesela: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”,[212] “Rabbim benim ilmimi artır de” [213] ve “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısın­dan yarattı. Oku ve öğren1. İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabb'in Ekrem'dir (en cömerttir)” [214] gibi ayet-i kerimeler ilim ve ona teşvik konusunda Kur'ân'da çok açık bir şekilde beyan edilen âyetlerdir. Üstelik Kur'ân'da insa­nı tefekkür, teakkul, tedebbür ve bunlara müteradif manalarda-ki hasletlere yani ilme ve bilgiye çağıran diğer Kur'ân âyetleri -ki bunların sayısı yediyüz'ü geçmektedir konumuza başka bir misal teşkil eder. Kur'ân'da dikkati çekecek çoğunlukta gelen ve mukayese belirten se-ve-ye kökünden kelimelerin bulundu­ğu âyetler ilmi azîz, cehli de zelîl göstermekte, insanın cehalet karakterini ilim ve bilgi noktasına kanalize etmeye çalışmakta­dır. [215] Meselâ “Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur” [216] âyeti bize ilmin söz ve fiilden daha önce geldiğini ima etmektedir. Çünkü “bilme” fonksiyonu öne alınmıştır.

Şükür ise çok yönlü bir ibadettir. İnsanın nankör değil de şekûr yani çokça şükreden ve mü'min olması bile Allah'ın aza­bına büyük bir perdedir. Kur'ân'da bu husus; “Şayet inanır ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin?” [217] şeklinde be­lirtilmektedir. Şükür, nimetlerin artmasına sebeptir. [218] Şükreden kendi nefsi için şükretmiş olmakta, nankör olan da sadece kendi aleyhine nankörlük etmiş olmaktadır. Çünkü Allah (cc), şükredenin şükrüyle, nankörün de küfrüyle ziyadeleşmemekte ya da noksanlaşmamaktadır. O, Kur'ân ifadesiyle “Ganiy” ve “Hamid” dir. [219] İbrahim peygamber nimetlere karşı çokça şükreden bir kul olduğundan dolayıdır ki Allah tarafından elçilik vazifesi verilmiş, doğru yola iletilmiştir.[220]

Yine Kur'ân, insanın içine düşmüş olduğu zor durum ve sıkıntılardan dolayı ümitsizliğe düşmesini hoş görmemiş, in­sandaki bu menfî karakter öğesini “ümitli olma” yönüne kanalize ederek eğitmeyi hedeflemiştir. Mesela Yakup peygam­ber, oğullarına şöyle bir öğretide bulunuyordu: “Ey oğulla­rım!.. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira inançsız toplumdan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” [221] Melekler İbrahim peygambere bir çocuğu olacağını müjdele­dikleri zaman o buna şaşırmış ve

“bana ihtiyarlık dokun­muşken mi beni müjdelediniz” demiş, melekler de;

“Sana gerçeği müjdeledik ümit kesenlerden olma!” demişlerdi. İb­rahim peygamber de karşılık olarak; “Sapıklardan başka kim Rabb'inin rahmetinden ümit keser” demişti. [222] Demek ki bırakınız en zor anları, vukuu bize imkansız gibi görünen anlarda dahi ümitli olma ve ye'se düşmeme zorundayız. Bu­na karşılık verilen nimetler karşısında böbürlenmeme de önemli bir özelliktir. Kur'ân, böbürlenip şımaranlann sonunun genelde helaket olduğunu bildirmekte, üstelik Allah'ın, kurum­lu ve böbürlenen insanlan sevmediği bazı âyetlerde belirtilmektedir. [223] Karun'a büyük bir zenginlik verilmişti.  O, bu zenginliğine bakıp böbürlenince kavmi ona: “Şımarma, Al­lah şımaranları sevmez” [224] demişti. Ancak o, süsüne ve deb­debesine bakıp mağrur oldu. Bazıları da onun ihtişamına bakıp yerinde olmayı arzu etmişlerdir. Allah, onu da evini de yere batırınca dün onun yerinde olmayı isteyenler “demek inanç­sızlar gerçekten iflah olmazlar” [225] demeğe başladılar. Kur'ân, ahiret yurdunun, yeryüzünde böbürlenmeyenlere veri­leceğini belirtiyor. [226] Öyleyse Allah'ın rahmetinden ümit kes­memek ne derece önemliyse, verilen nimetler karşısında da aşırı bir şekilde ve asıl vereni unutacak bir tarzda böbürlenip şımarmamak da o derece önem arzetmektedir. Kişi, her hadise­de vasatı tercih etmeli, ifrat ve tefritten uzak yaşamalıdır.

İnsandaki acelecilik vasfı da sabırla eğitilir. Kur'ân Hz. Peygambere ve müslümanlara sabrı tavsiye etmiştir. “O halde sen de, peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin sabret­tikleri gibi sabret, onlar için acele etme.” [227] âyeti, acelecili­ğin velev dinî duygu ve düşünceyle meydana gelmiş olmasını dahi hoş görmüyor. İnsanlara hakikatleri anlatma, duyurma gi­bi çok temiz, masum hareketlerde bile acele edilmesi güzel karşılanmıyorsa dünyevî herhangi bir konuda aceleden karar­lar vermek hiç hoş olmasa gerektir. Öyleyse sabır önemli bir vasıftır. Kur'an'da sabredenler övülmüş, Allah sabredenlerle beraber olduğunu birçok ayette dile getirmiştir. Zaten insan­lar ahiret mükafatına da ancak sabır sayesinde ulaşabilecek­lerdir. [228] Bu nedenle Kur'ân dünyayı “el-âcile” olarak adlan­dırır. [229] ve bu dünyayı isteyenlere kendisinin dilediği kişilerle sınırlı olmak üzere vereceğini beyan eder. Sabır, Kur'an'da genelde salih amel, Allah'ın rızasını umma, namaz ve tevekkül gi­bi kavramlarla beraber kullanılmaktadır. Bu da bize sabrın as­lında bizatihi zor ve güç olduğunu, dolayısıyla salih amel, tevek­kül, namaz vb. manevî dinamiklere muhtaç olduğunu hissetirmektedir. Çünkü başa gelen herhangi bir darlık, sıkıntı, musi­bet vb. şeylerden ötürü insan acele ile reaksiyonlarda bulunur. İşte sabır, insana bir başka felaketi getirmesi muhtemel bulu­nan aceleciliğe karşı alınmış bir önlemdir ve yine Kur'ân'ın ifa­desiyle başa gelen musibetlerden dolayı sabretmek büyük irade isteyen bir fonksiyondur. [230] Dolayısıyla daha önce de belirttiği­miz gibi sabır manevî dinamiklere ihtiyaç duyar.

Aslında insandaki duygular aşırılığa meyillidir. Bu duygular ister manevî isterse maddî alanda bulunsunlar, vasatı edinmedikçe daima aşırılığa yönelirler. Biz buna psikolojik tabirle pozi­tif feed-back diyoruz. İşte bu pozitif feed-back'ler negatife doğ­ru çekilmediği müddetçe, namaz kılan kendisini çokça namaza verebilme ya da çokça ibadet edebilmek maksadıyla gerekirse direğe bağlayacaktır. Oruç tutan kişi de hergün oruç tutmak isteyecektir. Dünyevî olanlarına bakalım. Zengin olmak isteyen büyük bir hırsla başkalarının elindekine göz dikecek, başarı hır­sı ile dolu olan etrafındaki kişilerin daima zevalini arzu edecek, başkasına hayat hakkı dahî tanımak istemeyecektir. İşte Kur'ân, davranışlardaki versiyonu negatif feed-backlerle ger­çekleştirir. Bir örnekle konuyu müşahhas hale getirmek ister­sek “ümitsizlik” kavramını ele alabiliriz.

Fert, hayattan ya da inançlarından ümidini tam anlamıyla kesme noktasına geldiği anda yaşama mücadelesini de kaybet­me noktasına gelmiştir. Yani, ümitsizlik, insanı helake götüren bir hastalıktır. Kur'ân ise hangi safhada olursa olsun ümitsizliği yermekte ve insanları ümitli olmaya davet etmektedir. İşte bu çağrı, pozitif noktada bulunan ümitsizlik feed-back'ini negatif noktaya doğru çekmekte dolayısıyla insanı hayata döndürmek­tedir. Bu, karakter noktasında böyle olduğu gibi, kişilerin ma­nevî iç dünyasında da kendisini, hayat veren nefesi ile hissetirmektedir. Hayvan karakteri ise pozitif feed-back'lerle denge ve uyum gösterir. Yani hayvan genelde tek tabiatlıdır. Mesela onun görevi ya yük çekmedir ya da süt vermedir. Dolayısıyla onlarda negatif feed-back düşünülemez. İnsanlardaki durumu bir şema ile izah etmeye çalışalım.

Kur'ân, bütün bu duyguları ve burada yer almamış olan di­ğerlerini hep bir seviyede tutmaya çalışır. Böyle bir dengeleme hedeflenmeseydi müslüman şahsiyetler dahi inançsız fertler gi­bi düşünce ve aksiyonda icabında büyük kitleleri dahi peşinden sürükleyebileceği yanlış ideoloji ve saplantılara maruz kalabile­ceklerdi. [231]

 

2- İNSANDAKİ TEMEL KARAKTERLERİ EĞİTMEK İÇİN KUR'AN'DA KULLANILAN
METODLAR
 

1. Metod Kavramı
 

Metod, araştırma yoluyla bulunup ortaya konabilecek mü­şahhas sebep-sonuç ilişkilerini, mümkün olduğu takdirde bu ilişkilerin temelinde yer alan ilmî kanunları, dayandıkları değiş­mez sebep-sonuç münasebetlerini tesbit edebilmek için izlen­mesi gereken yol anlamına gelir.[232]

Öğretimde yeni davranışlar kazandırılmasının nasıl gerçek­leştirileceği, metod problemini ortaya koyar.[233]

Öğretim metodu, öğretilmek istenen konuya ve yetiştiril­mek istenen insanın vasfına göre değişiklik arzeder. Onun için bir eğitim metodunu kendi tabiî şartları içinde değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte iyi bir metodun özelliklerini şöyle sıra­layabiliriz:

1. Konunun ve öğretimin amaçlarına uygundur.

2. Konunun özellikleri dikkate alınmıştır.

3. Psikolojinin prensiplerinden yararlanır.

4. Uygulamaya fırsat hazırlar.

5. Estetiğe önem verir.

6. Ekonomiktir.

7. Öğretmenin kişiliğine uygundur.

8. Öğrencide istek uyandırır.

9. Şahsiyeti geliştirir.

10. Mantığa uygundur.

11. Statik değildir.

Öğretilmek istenen bilginin insana en kısa yoldan, kalır bir şekilde öğretilmesi için, başta insanı çok iyi tanımak gerekir. [234] İşte insanı en iyi bilen varlık olarak Allah, Kur'ân vasıtasıyla in­san karakterini eğitmeye çalışmaktadır. [235]

 

2. Kur’an’da Genel Eğitim Ve Öğretim Metodları
 

Bir binayı yapmada mimarın, topraktan iyi ürün elde et­mede ziraatçinin, teşhis ve tedavide doktorun nasıl bir metodu varsa, insanlara bilgi ve tecrübelerin aktarılmasında da eğitim­cinin (ve yine aynı şekilde Kur'ân'ın) bir metodu olduğunu düşünmekteyız.[236]

İslâm, insanı madde ve mana, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlık, tüm temayül ve davranışları ile bir bütün olarak ele alır, herşeyi ile ilgilenir. Gaye, insanı mükemmelliğe ulaştırmakdır. Onu Allah'ın yarattığı fıtratla kucaklar, yaratılışında ol­mayan hiçbir şeyi ona yüklemez.

Kur'ân'ın eğitim metodları, bütünüyle insan fıtratına ve in­san şahsiyetine uygundur, metodlar insan yapışma göre kon­muştur. Ölçü insanın yapısıdır. Metod olarak lüzumsuz ve yü­zeyde kalan şeylerle uğraşmaz. İnsan davranışını idare eden merkezleri eğitmekle işe başlar. Mesela kalbin terbiye ve ıslahı büyük önem taşır. Zira davranışlar kalbe göre şekillenir, ondan fışkırır. Hatta insanın iyiliği ve kötülüğü bile ona bağlıdır. Kalp terbiyesi insanı huzura kavuşturur.[237]

Kur'ân'ın parlak bir terbiye metodu vardır. O, kişinin ter­biyesinde, öncelikle kalbe, Allah'a ve ahiret gününe imanı yerleştirir. İnsanın tepki ve duygularını tahrik ederek, aklı ikna eder, böylece aklı ve duyguyu birlikte terbiye eder. Bunu da zorluk olmaksızın, basit bir yolla ve insan fıtratına uygun ola­rak yapar. Kalbi de aynı yolla eğitir.[238]

Bu kısa girişten sonra şimdi de Kur'ân'ın genel eğitim metodlarına geçebiliriz. [239]

 

A. Örnek Yolu İle Eğitim
 

İnsanoğlunun bir örneğe ihtiyaç duyması, beşer ruhuna yerleştirilen bir tabiattan kaynaklanır ki o da takliddir. Taklid, çocuğu, zayıfı ve halkı, üstün bir insanı örnek edinmeye, kuv­vetliyi ve reisi örnek almaya teşvik eden bir duygudur. Nite­kim askerde erin bir komutana, bir örneğe ihtiyacı vardır. Fa­kat bu, taklid çeşitlerinden sadece birisidir. Taklid, cemiyetin yükselmesi ile gelişir. Yani cemiyet ilerledikçe fertlerin örneğe olan ihtiyacı da artar. İslâm eğitiminde taklid zirveye ulaşır. Çocuk ana-babayı, öğrenci öğretmeni, müslüman peygamberi, çırak ustayı, asker komutanı örnek alır.

Taklidin esaslarını öğrendiğimiz zaman konu daha iyi an­laşılacaktır: Taklidin unsurları üçtür:

a) Örnek alma ve uymaya duyulan istek: Çocuk ve genç, anlayamadığı gizli bir duygunun etkisi altındadır. Mesala o, düzgün konuşanı hoşuna gittiği için taklid eder. Hatta hareket ve davranışlarda, okuma, yazma, konuşma gibi tüm faaliyetler­de bile bu durum açık olarak görülür. Şu halde her insanda ol­duğu gibi, çocuk ve gençte de en iyi hareket eden, yapan, ya­zan okuyan kişi gibi yapma ve olma arzusu vardır. Meşhur biri­sinin giyim kuşamının bir anda moda olması da bundandır. İşte çocuklardaki bu taklid gayesizdir, fakat sınırlanamaz. Taklid eden kişi farkına varmadan tamamen veya kısmen taklide şa­yan olanı taklid eder.

b) İnsanoğlu muhtelif yaş seviyelerinde aynı kabiliyet ve güce sahip değildir. Küçüklerde bu kabiliyet ve güç daha sınırlı­dır.

c) Her taklidin bir gayesi vardır. Fakat bu gaye mukallid ta­rafından bazen bilinir, bazen de bilinmez. Yani mukallid bazen bilerek, bazen de şuursuzca taklid eder. Şuursuzca yapılan tak­lid, tabiî olan, çocuklar ve toplum tarafından yapılan takliddir.[240]

Kur'ân insan karaterini eğitmede yine kendi ifadesiyle en güzel bir örnek olması açısından Hz. Muhammed'in şahsiyetini gözler önüne koyar.

Çünkü İslâm nazarında örnek edindirme, güzel örnek su­nabilme en büyük eğitim metodlarından birisidir. Hz. Peygam­ber de insanlığın bu uzun tarihi boyunca beşeriyet için en güzel örneği oluşturmuştur. O, peygamber olmadan önce dahi şahsî yaşayışıyla bir terbiyeci ve doğruluk rehberi olmuştur. Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla hakkında şöyle dediği ümmeti oluş­turmuştur: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en ha­yırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Al­lah'a inanırsınız.” [241] Hz. Peygamberin bu örnek şahsiyeti sade­ce bir asra ya da nesle ait bir örnek de değildir: “(Rasûlüm!) Biz seni, ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” [242] “Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”[243]

Şunu da açıkça söylemek gerekir ki bütün insanlığa hitap eden, zaman, coğrafya, ırk engellerini aşmış bir eğitimcide, di­ğerlerinden farklı “örnek olma” özellikleri vardır. Bu özellikleri kısaca izah etmek, konuyu daha anlaşılır hale getirecektir: [244]

 

1. Gizli Ve Kapalı Tarafının Olmaması
 

Peygamberlerin hayatlarını gözden geçirirsek, bunların arasında İslâm peygamberi'nin hayatını daha açık ve seçik araştırma şansına sahibiz. Diğer peygamberler için böyle bir imkanımız yoktur.

Tevrat'ta geçen peygamberler nasıl kişilerdi? Bu peygam­berlerin hayatlarının ve ahlâklarının nasıl olduğu tam olarak bi­linmemektedir. Onlara yakıştırılan çirkin kıssaların da burada anlatılmasını uygun görmüyoruz. Tevrat ravileri, bu gibi hika­yeleri uydurmuş, o masum peygamberlerin hayat hikayelerine eklemişlerdir. Kur'ân ve Hadis ise, bu uydurma isnadları pey­gamberlerden uzaklaştırmaktadır. Yine bu raviler Hz. Nuh'dan, Hz. İsa'ya kadar gelip geçen ne kadar peygamber varsa hepsini karalamışlardır.

Hz. İsa'nın otuz üç senelik hayatının yalnız üç senesini bili­yoruz. Bu zaman dilimine ait bilgilerimiz de bir kısım mucize­ler ve harika hallerden ibarettir. Hayatının asıl özellikleri belli değildir.

Peygamberleri bir tarafa bırakalım.  Hindistan,  İran ve Çin'deki dinî şahsiyetlerin ahlâki yaşayışlarını tam olarak araş­tırmak için bile elimizde yeterli malzeme yoktur.

Görülüyor ki, dünyanın büyük eğitimcileri arasında yalnız İslâm eğitimcisinin yaşayışı harfi harfine, noktası noktasına bi­linmektedir. Yani O'nun hayatı baştanbaşa belli ve açıktır.[245]

 

2. Kamil Ve Mükemmel Oluş
 

İnsanları eğitme durumunda olan kişi için kemal şarttır. Ancak, bu vasıf sayesinde başkalarına karşı daha etkili olunabi­lir. İnsanlar hiçbir zaman eksik gördüğü kişilerin arkasından uzun süre gitmezler. Yani, insanlardaki eksiklikleri giderebil­mek için eğitimcinin mükemmel olması gerekir. Başkalarını te­mizlemek isteyen kişinin, başta kendisinin temiz bir vasfa sahip olması zorunludur. Şu halde büyük eğitimcilerin hayatlarını araştırmak istediğimizde, en başta dikkat edeceğimiz nokta, söylediklerini yaşama ve kişilik bakımından güvenilir olup olmadıklarını ortaya koymaktır.

Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, bir eğitimcinin hayatı, tarihî sıhhat bakımından ne kadar sağlam olursa olsun, kemal vasfını taşımadıkça, insanlar için uyulacak “ideal örnek” sayılmaz.

Hz. Muhammed'in (sav) hayatı tarih yönünden bütün safhalarıyla bilinmektedir. Doğumundan tutunuz da sütanneye veril­mesine, çocukluğuna, gençliğine kadar, hepsi bütün ayrıntıla­rıyla apaçık bilinmektedir. Doğruluğu, vefakarlığı, iyilikseverli­ği, herkesin yakinen bildiği sıfatlarıdır. Bu sebepten kavmi O'na güvenilir anlamına gelen “el-Emiri” sıfatını vermişti.

Kabe tamir edilirken, Hacer-i Esved'i yerine koyma husu­sunda büyük bir anlaşmazlık çıkar. Çünkü her kabile bu şerefin kendisine ait olmasını istemektedir. İşler iyice kızışır. Bir anda yemin edip kavga hazırlıkları yaparlar. Hatta, bu uğurda ölümü göze aldıklarını ifade etmek için, bir çanakta kan getirip ellerini sokar ve ahitleşirler. Dört ya da beş gün bu gerginlik devam eder. Daha sonra konuyu çözümlemek için bir araya gelirler. Kureyş'in en yaşlısı olan Ebu Ümeyyetü'bnü'l-Muğire (Ebu Huzeyfe) şöyle bir teklifte bulunur.

“Mescidin kapısından ilk girecek kişiyi, ihtilaf ettiğiniz konuda hakem yapınız,”

İlk defa kapıdan giren Hz. Muhammed (sav) oldu. Onu gö­rünce hep birden:

“Emin bu! Buna hiç itirazımız olmaz. Mu­hammed bu!” diyerek sevinç gösterisinde bulundular.

Hz. Muhammed (sav) yanlarına varınca meseleyi kendisine anlatırlar. Dinledikten sonra, onlara bir yaygı getirtir ve Hacer-i Esved'i bizzat kendi elleriyle bu yaygının üzerine koyar. Daha sonra kabile temsilcilerine dönerek şu açıklamayı yapar:

“Her kabile yaygının bir köşesinden tutsun, sonra hep birlikte kaldırınız.” Dediği gibi yaparlar. Konulacak yerin hizasına ge­lince, yine Hz. Muhammed (sav), kendi elleriyle taşı alıp yerine yerleştirir.[246]

Burada Hz. Muhammed'in (sav) eşsiz bir “problem çözme” dehası ve kemâl örneğine şahit olmaktayız. Meseleyi, öncelikle herkesin ortak davası haline getirmiştir. Özellikle eğitimcilerin bu noktaya çok dikkat etmeleri gerekir.[247]

 
B. Kıssa [248] Yolu İle Eğitim
 

Bu metodun Kur'ân'da kullanılan eğitim-öğretim metodları arasında önemli bir yeri vardır. Bu sayede mazideki önemli hadiseler büyük bir ahenk içerisinde ortaya konur. İnsan, tarihi bilmek zorundadır. Çünkü tarih, geçmişten geleceğe akan bir nehirdir. Tarihi iyi bilen istikbale güvenle yönelir.

Yaşlı insanlar daima gençlik yıllarını anarlar. Çünkü bu, onlara yeni bir güç verir. İnsanlık tarihi de, insan ömrü gibidir. İnsanın maziyi bilme, tarihi öğrenme arzusu olduğu gibi, top­lumların da tarihî hadiseleri öğrenme, güç alma, iyi olanlar gibi olma, kötü olanlardan da ibret alma arzusu vardır. Diyebiliriz ki, insan tabiatı icabı kıssa ile eğitime ihtiyaç duyar.[249]

Kıssalar hemen hemen Kur'ânî bütün hedefleri içine alır. Kıssa yoluyla insandaki bozgunculuk duygusu imar etme duy­gusuna, nankörlük şükre, cahillik bilgiye, sadece zarar anında dua etme veya Allah'ı hatırlama devamlı bir kulluğa kanalize edilmektedir. Yine cimrilik, acelecilik ve mücadeleci olma gibi sıfatlar da kıssa vasıtasıyla yerlerini cömertliğe, teenniye ve yardımlaşmaya bırakır.

Kur'ân'da zikri geçen kıssaları başlıca üç gruba ayırabiliriz:[250]

a) Tarihî kıssalar: Bu kıssalarda isimler, şahıslar, yerler ve hadiseler özet olarak alınmıştır? Bütün peygamber kıssaları, peygamberleri yalanlayanların kıssaları ve bunların yalanlama­dan dolayı başlarına gelen hadiselerin nakledildiği ayetler hep bu gruptandır. Musa ile Firavun, İsa ile Isrâiloğulları, Hud pey­gamber ve Âd toplumu, Şuayb ile Medyen ahalisi, Nuh ve kav­mi gibi.[251]

b) Vaki'î kıssalar: Beşerî bir durum için örnek arzeden kıs­salardır. Gerçek şahıslar ile örnek gösterilen herhangi bir şahıs arasında fark yoktur. Hz. Adem'in oğulları arasında geçen ha­dise ile ilgili kıssa gibi. Söz konusu kıssa Kur'ân'da şöyle nakledilir:

“Onlara Adem'in iki oğlunu gerçek bir kıssa olarak oku: Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, kurban birin­den kabul edilmiş, ötekinden edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, kurbanı kabul edilene: “Seni öldüreceğim” demişti. O da: “Allah sadece korunanlardan kabul eder” dedi.”

“Andolsun eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam. Çünkü ben alemlerin Rabb'ından korkarım.

Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş halkından olasın! Zalimlerin cezası budur.”

Nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, (o da nefsine uyarak) onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.

Derken Allah, bir karga gönderdi, (karga) ona, kardeşi­nin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyor­du. “Yazık bana, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedi­ni gömmekten aciz miyim” dedi ve pişman olanlardan oldu.”[252]

Bize göre bu kıssa ile Kur'ân, insanlardaki bozgunculuk karakterini törpülemeyi ve bozgunculuğun yerine de insanı sevmeyi, hürmet etmeyi, fesadın önünü almayı, kültürü ve nes­li en yüksek ve güzel derecede yaşatmayı amaçlamaktadır. Za­ten bundan dolayıdır ki, Kur'ân bir canı yok etmeyi bütün bir insanlığı yok etmekle eşit tutmuştur.[253]

c) Temsilî Kıssalar: Bizatihi gerçeği temsil etmeyen, her­hangi bir anda ya da geçmişte vukuu muhtemel olan kıssalar­dır. [254] İki bahçe sahibinin kıssası bu nevidendir ki bu kıssa Kur'ân'da şöyle dile getirilir:

“Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan bi­rine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalar­la donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik.

Her iki bağ da yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştu Aralarından birde ırmak fışkırtmıştık.

Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıy­la konuşurken ona şöyle dedi: “Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlü ve şerefliyim.”

(Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam.

Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülüp O'na götürülürsem, hiç şüphem yok ki (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.

Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, se­ni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah'ı inkâr mı ettin?

(Servetinin ve adamlarının çokluğuyla gururlanan bu kişi­nin ve bu kişi şahsında diğer nankör yani, Kur'ân'ın ifadesiyle “Kefûr” karakter arzeden bu insanların duygu, karakter ve vic­dan eğitimi, karşı taraftaki inançlı kişinin şu sözleriyle verilmek isteniyor gibidir).

Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.

Bağına girdiğin zaman: Maşâallah! Kuvvet yalnız Al­lah'ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlatça beni kendin­den güçsüz görüyorsan (Şunu bil ki:)

Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ, kupku­ru bir toprak haline gelir.

Yahut bağının suyu dibe çekilir de, bir daha onu arayıp bulamazsın.

Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. “Ah diyordu, keşke ben Rabbime ortak koşmamış olsaydım!”[255]

Açıkça görüldüğü üzere kıssanın sonunda, menfî bazı ka­rakterleri kendisinde bulunduran kişi hüsrana uğramaktadır. İnançlı, yani müsbet karakterleri kendisine haslet edinmiş kişi de kazançlı çıkanlardan olmaktadır. Anlayabildiğimiz kadarı ile bu kıssada kişilerdeki büyüklük (kibir) karakteri mutedil bir va­sata getirilmek istenmektedir. Ayrıca, rahmet alındığında ümit­siz bir tavır sergileyen insanın durumu gözönüne getirilerek, yanlışlıklara baştan çözüm getirilmesi gerektiğine dair de bir işaret sezmekteyiz. Çünkü kıssadaki bu insanın, inançlı arka­daşına karşı tavrı onun biraz cehalet içerisinde bulunduğunu göstermektedir. Öyleyse, yanlış davranışları sonuç verebilecek bilgisizliğin, yani cehaletin daha ilk baştan bilgi ile tedavi edil­mesi gerekmektedir. Bilgi, insanı hem yanlış davranışlardan muhafaza etmekte, hem de, ona mutedil bir karakter kazandır­maktadır.

Gerek Kuran ve gerekse hadislerde geçen kıssalar, her seviyedeki insanların eğitiminde son derece etkilidir. Çünkü kıssa, dinleyicinin ve okuyucunun dikkatini çeker, derse karşı ilgiyi arttırır, bilginin en kolay bir şekilde sunulmasını sağlar. Özellikle çocukların eğitiminde daha da etkilidir.[256]

 

C. Öğüt Yolu İle Eğitim
 

Öğüt, birine nasihat edip kalbini yumuşatacak ve Allah'ın azabından korkutacak şeyleri anlatmak suretiyle, o kişinin müsbet karakter arzeder duruma gelmesini sağlamayı amaç edinen bir faaliyettir. Kur'ân, aynı zamanda bir öğüt kitabıdır. Bu isim­lendirme bizzat Kur'ân'da yer almaktadır.[257]

Kur'ân'da öğüt kelimesi şu şekillerde kullanılmaktadır:

“İşte bu Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere verilen bir öğüttür”.[258]

“Sizden Allah'a ve ahiret gününe inanmış olanlara işte bununla öğüt verilir.”[259]

“Eğer, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu.”[260]

Kur'ân'da bir hayli öğüt vardır. Bu öğütlerin bir kısmı pey­gamberlerin [261], bir kısmı anne-babaların [262] ve bir kısmı da hükemâ (alimlerin) öğütleri şeklinde sunulmaktadır.[263]

Kur'ân'da bu kadar çok öğüt bulunması, insanın nasihatten etkilenen bir psikolojiye sahip bulunduğunu göstermektedir.[264]

Gerçekten de insan psikolojisi, kendine söylenenlerden et­kilenme kabiliyetine sahiptir. Fakat bu durum geçicidir. Bu se­beple öğüdün sık sık tekrar edilmesi gerekir.[265]

Eğitimde sadece öğüt tek başına yeterli olmayıp, öğüdün yanısıra taklid edilebilecek bir de güzel örnek lazımdır, örnekle yapılan öğüt, ruh ve vicdan için daha bir tesirli hale gelmekte­dir. Sadece güzel örneğin bulunması da bazen fayda verme­mektedir. Mesela annesi babası sigara veya içki içmediği halde çocukları içebilmekte veya annesi ile babasında ya da çevresin­deki kişilerde müsbet karakterler bulunabilmesine karşın fertte bazı menfî karakter ve tutumlar bulunabilmektedir, insan, tabi­atında bulunan zayıflık karakteri sebebiyle bazen basit hareket­ler yapabilmekte, düşük davranışlar sergileyebilmektedir. Öy­leyse fertlerin, mutlaka güzel örneğe ve nasihatlere devamlı bir şekilde İhtiyaçları vardır diyebiliriz,

Kur'ân canlı öğütlerle doludur. Bilhassa Hz. Lokman'ın oğluna verdiği öğütler -ki bunlan daha ileride belirteceğiz- in­sanların tutum ve davranışlarını şekillendirme, bozuk ve menfi karakterlerin yerine müsbetlerini yerleştirmesi açısından hem oldukça önemli hem de Kur'ân'daki genişliği ile ilgi çekicidir:

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür”, demişti.

Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmi­şizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.

Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat et­me. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yap­mış olduklarınızı haber veririm.

(Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti:)

“Yavrucu­ğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir. Doğrusu Allah, çok lütuf kardır, her şeyden haberdardır.

Yavrucuğum! Namaz kıl, iyiliği emret, kötülükten vaz­geçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeğe değer işlerdir.

Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek gezme. Zira Allah, kendini beğenmiş övüngen kimseleri asla sevmez.

Yürüyüşünde tabiî ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[266]

Kur'ân, Hz. Lokman'ın diliyle yapmış olduğu bu öğütle hiç şüphesiz insanların en güzel bir şekilde eğitimini amaçlamakta ve şu noktalara değinmektedir:

a) İnsanın zalimlik vasfını üzerinden atması: Daha önce de belirttiğimiz gibi insan, ya verilen nimetlerin şükründen gafil ol­makla nimetlere karşı; ya da haramlara yönelmekle nefsine karşı zâlim bir konuma düşmektedir. Bu durum, yani nimetlere karşı şükürsüzlük, aynı zamanda Rabbİ tanımama gibi bir yan­lışlığı da beraberine getirmektedir. İşte Kur'ân, bunun önüne geçiyor ve “şirk, büyük bir zulümdür, “diyor.

b) Ana-babaya itaat: Burada da Kur'ân, insanın tabiatında bulunan mücadelecilik vasfını mutedil bir hale getirmek istiyor olabilir. Çünkü İnsan, en sevdiği kişi karşısında bile genelde mücadeleci bir tarz sergiler. Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Hidayet üzere olduktan sonra dalalete düsen bir topluluğa ancak cidal (birbiriyle çekişme) verilir.”[267]

Ana-babaya itaatin Allah'a iman konusu, iman ve salih ibadetin meyvelerinden bir meyve olduğunu beyan için, Allah'a ibadet ve şirk yasağından sonra gelmiş olduğunu görüyoruz.

Kur'ân ana-babaya iyilik etmeyi Allah'a iman için ikinci bir merhale saymıştır. [268] Bu husus şu âyetlerde de görülmektedir.

“Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana-babaya iyi­lik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlayacak olurlarsa, onlara karşı “öf” bile deme, onları azarlama, ikisine de hep tatlı söz söyle.”[269]

“Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin.”[270]

Hz. Peygamber de ana-babaya iyilik yapılması konusunda oldukça hassas davranmıştır diyebiliriz. Çünkü, bir defasında Hz. Peygamber'e bir sahabî geldi ve:

“Ya Resûlallah! İnsanlar içinde benim hizmet ve ülfet etmeme en layık olan kimdir? diye sordu. Resûlullah da “Annendir” buyurdu.

“Sonra kim­dir?” diye sordu, Resûlullah yine

“Annendir” buyurdu.

“Son­ra kimdir?” deyince de

“Sonra babandır” diye cevap verdi.[271]

c) Namaz kılmak: Lokman oğluna namaz kılmasını emret­mekle, oğlunun, Rabbi ile arasındaki manevî bağın kuvvetlen­mesine, nefsini tezkiyeye ve kalbini temizlemeye çağırmakta­dır. Namaz, kul ile Rabbi arasında bir bağ olduğundan dolayı “salat” yani “kavuşturan, bağ” diye isimlendirilmiştir. Böyle­likle kulun kalbi alemlerin Rabbi olan Allah'a kavuşmuş olur. Kul, bir günde en az beş defa O'nun önünde durur ve O'na müracaatta bulunur. Dua ve niyazda bulunarak boyun eğer, hayatın yüklerine karşı daha güçlü hale gelir. [272] Kur'ân, buna işaret ederek şöyle buyuruyor:   “Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeyler­den vazgeçirir.”[273]

d) İyiliği emredip, kötülüğü önlemek (Emr-i bi'1-ma'ruf nehy-i ani'l-münker): İyilikten yana olmak ve kötülüğü önlemek toplumu ıslah eder, olgunluğa eriştirir, toplumun ahlakını ve fa­ziletinin korur. “Kötülük”(münker) kelimesi “günah” (ma'siyet) kelimesinden daha geniş bir anlam taşıdığı için Kur'ân “mün-keri önlemek” diye bahsetmiştir. Bunun sebebi büyük-küçük her günahın kötü oluşu, fakat her kötünün günah olmayışıdır. Mesela, mükellef bir kimsenin içki içmesi hern münker hem de günahtır. Fakat bir delinin veya çocuğun içki içmesi günah sa­yılmasa da münkerdir. Bu nedenle, henüz rüşdünü isbat etme­miş, ilk ve orta dereceli okullarda okuyan çocukların münker davranışlarına mani olmaya çalışmak gerekir.[274]

Emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker hususunda dikkat edilmesi gereken bazı hususları şöyle sıralayabiliriz:

1) Emir ve nehiyde yumuşaklık, incelik, tatlılık lazımdır. “(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabb'inin yo­luna çağır ve onlarla iyi biçimde mücadele et.” [275] Peygam­ber Efendimiz de şöyle buyuruyor: “Bir şeyde yumuşak davra­nış özelliği bulunursa, o işi güzelleştirir. Şiddet ise, bulun­duğu işi lekeler.”[276]

2) Münker veya ma'siyet açık bir şekilde meydana gelme­diği müddetçe, mani olmak gayesiyle kötülüğün ya da günahların araştırılması yani tecessüs de uygun görülmemiştir.[277]

3) Kişi, uyarma esnasında sabırlı da olmalıdır. Çünkü ister istemez bazı eziyetlerle veya istenmezlikle karşılaşabilecektir. Sa­bırsız davranması sonucunda, yapmak isterken bozabilir. Hz. Muhammed'e risaletin verilmesiyle birlikte bilindiği gibi ilk defa Alak sûresinin beş âyeti indirilmiş daha sonra da Müddesir suresi­nin şu ayetleri verilmişti: “Ey bürünen peygamber! Kalk da (kavmini Allah'ın azabı ile) korkut, Rabbini yücelt; elbiseni te­miz tut, azabı gerektiren şeyleri terk etmede sebat et. Az bir şey verip karşılığında çok şey isteme. Rabbinin rızası için sab­ret” [278]. Görüldüğü gibi âyetler emir ve inzar (uyarı) ile başlayıp, sabır emriyle son buldu. Demek ki uyarı esnasında davetçinin sa­bırlı olması gerekiyor. Sabırla ilgili bazı ayetleri aşağıya alıyoruz:

“Rabbinin hükmüne sarbet; çünkü sen, bizim muhafa­zamız altındasın.”[279]

“Ve inkarcıların diyeceklerine, (sana iftira ve yalanları­na) sabırlı ol ve onları güzel bir şekilde terk edip ayrıl.”[280]

“O azim ve sebat sahibi peygamberler gibi sen de sab­ret.”[281]

“Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret.”[282]

“O halde (Ey Rasûlüm), sabret; senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir.”[283]

“Kaviminin eziyetlerine ve ibadete sabret; çünkü Allah, iyilik edenlerin mükafatını zayi etmez.”[284]

Buradaki son âyetten de anlaşılacağı üzere emredilen iyi işleri yaparken gerekli olduğu kadar; mahzurlu ve yasak şeyleri terketmeye çalışırken de aynı sabır gereklidir. Sıkıntılara karşı sabretmek de buna girer. İbadetler noktasında da aynı sabrın gösterilmesi gerekmektedir.

e) Tevazu: Lokman, oğluna, Allah'ın kullarına karşı büyüklenmemesini, yüzünü çevirmemesini, insanları küçümsememesini tavsiye etmektedir. Bu tavsiye; kibirlenmenin, böbürlen­menin, eserde işlediğimiz anlamda fahrin zıt anlamlarıdır. İn­san, karakter yapısındaki bu olumsuzluğu, tevazu hasleti ile gi­derme durumundadır. Hz. Peygamber bir defasında: “Size Ce­hennem ehlini haber vereyim mi? Onlar insafsızca böbürle­nen kimselerdir” [285] demiştir.

Kişinin elbisesinin temiz, görünüşünün güzel olması kibir­lenme ve büyüklenme manasını taşımamaktadır. Çünkü bir de­fasında Hz. Peygamber kalbinde zerre miktar kibir taşıyanın Cennete giremeyeceğini haber verince sahabilerden birisi

“Ya Rasûlallah! İçimizde elbisenin ve pabuçlarının güzel olma­sından hoşlanan insanlar var” demiş, Hz. Peygamber de:

“Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise, hakkı beğenme­mek ve insanları küçümsemektir” [286] karşılığını vermiştir.

Buraya kadar naklettiklerimiz Kur'ân'ın öğütleri konusun­da sadece bir örnek, numune hükmündedir. Yoksa Kur'ân bü­tünüyle bir mev'ize ve insanlar için bir doğruluk rehberidir. “Bu Kur'ân insanlara bir açıklama, Allah'tan korkanlara yol gösterme ve öğüttür.”[287]

 

D. Tergîb-Terhîb (Teşvik Ve Sakındırma) Yolu İle Eğitim
 

İslâm terbiyesinin bu metodu, Allah'ın insanı, rağbetten doğan lezzet, nimet, refah vs. ile sakındırmadan meydana ge­len elem, acı, kötü, sonuç üzerine üzülme fıtratıyla yaratması üzerine bina edilmiştir. Teşvik ve sakındırmanın en alt derecesinde insanlarla hayvanlar beraberdir. Hemen hemen kainatta­ki bütün canlılar hissettikleri an kendilerine eziyet veren şey­den derhal uzaklaşırlar ve kendi hayatlarının veya cinslerinin hayatının devamında rol oynayan lezzetleri kabul ederler. Kor­kuda benzerlik olmasına rağmen ümit duygusunda ayrılırlar. Allah insanı öğrenme, ibret alma, düşünme, amel etme vs. gi­bi vasıflarla onlardan ayırmıştır.[288]

1) Aslında ceza her şahıs için zaruri değildir. İnsan vardır, bir örnek ve öğüt yeter, hayatı boyunca cezaya ihtiyaç duy­maz. Bütün insanlar şüphesiz böyle değildir. Yine öyle insanlar vardır ki, bir değil, bin defa cezayı hak ederler.

Yine ceza, bir eğitimcinin aklına gelmesi gereken ilk ve en kolay yol da değildir. Eğer kişi örnekle yola gelmiyorsa öğüt verilir, hayra çağırılır ve kabul edebileceği düşüncesiyle -ki kita­bımızda bir nebze değindik- uzun bir süre sabretme yoluna gidilir:[289]

“(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyi­likle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bu­lunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Buna ancak sabredenler kavuşturulur.”[290]

“(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [291]

“Onların dediklerine sabret.”[292]

2) Kur'ân, bütün eğitim yollarını kullanır. İnsan ruhunda bu terbiyevî yollardan herhangi birisinin ulaşamayacağı en kü­çük bir açık nokta bile bırakmaz. Aynı şekilde sakındırmanın da bütün derecelerini kullanır. En basit gibi görünenden, İnsan ruhuna en şiddetli gelen dereceye kadar bütününü kullanır.

a) Kur'ân bazen insanları Allah'ın razı olmaması ile korku­tur. Bu korkutma en kolay yol gibi görünse de mü'min ruhu için şiddetli gelebilir. [293] Meselâ:

“İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, kalpleri kararmış bulunanlar gibi ol­masınlar. Onlardan birçoğu (dinlerinden çıkmış) fasıklardır.”[294]

b) Kur'ân bazen de Allah'a ve Rasûl'üne harp açmakla korkutur:

“Ey inananlar, Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız fa­izden (henüz alınmayıp) geri kalan kısmı bırakın.

Eğer böyle yapmazsanız o halde Allah ue Rasûlüyle sa­vaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz, ana sermayeniz si­zindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.”[295]

c) Bazen de ahiret cezası ile sakındırır:

“Ve onlar ki Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmaz-lar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ue zina etmezler. Kim bunları yaparsa günahının cezasını bu­lur.

Kıyamet günü onun için azab kat kat yapılır ve azabın içinde hor ve hakir olarak kalır.”[296]

d) Ve bazen de dünyevî bir ceza ile sakındırır: “Eğer topluca çıkmazsanız, (Allah) size acı bir şekilde azab eder ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir.”[297]

“Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükafat ve­rir; ama önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz, size acı bir şekilde azab eder.”[298]

“Eğer dönerlerse Allah onlara dünyada da, ahirette de acı bir biçimde azab edecektir. Yeryüzünde onların ne velî­si, ne de yardımcısı yoktur.”[299]

“Onların ne malları, ne de evlatları seni imrendirme­sin. Allah bu mal ve evlatlarla onlara dünya hayatında azab etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.”[300]

Görüldüğü gibi değişik derecelerdeki insanlar için yine çe­şitlilik arzeden sakındırma cümleleri var. İnsanlardan kimisi var ki, ona çok uzak bir işaret bile kafi gelir, kalbi titrer, vicdanı ür­perir. Böylece daha önceki yanlışlığını düzeltir. Kimisi de çok açık bir öfke olmaksızın yaptığı yanlışlıktan dönmez. Bir kısmı­na da acele gelecek bîr azab tehdidi yetişir. Bir kısmının da bu dünyada cezayı bedenleri üzerinde hissetmeleri gerekir ki bir daha aynı günahı irtikap etmesinler. Zaniye ve hırsızlara veril­mesi gerekli cezalarda [301] olduğu gibi.

Teşvik konusunda ise Kur'ân, inananlara hem dünya hayatında hem de ahirette mükafat vaadeder:

“Takva sahipleri için de kurtuluş vardır:

Bahçeler, bağlar,

Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar,

Dolu dolu kadehler,

Orada ne boş söz, ne de yalan işitirler;

Rabbinden bir karşılık, yeterli bir bağış olarak;”[302]

“İyiler elbette nimet içindedirler.

Koltuklar üzerinde oturup bakarlar.

Yüzlerinde nimetin sevinç ve parıltısını sezersin.

Onlara, mühürlü, halis bir şaraptan içirilir,

Ki sonu misktir (içildikten sonra misk gibi kokar).

İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.”[303]

“Allah da onları ölgünün şerrinden korumuştur ve on­lara bir parlaklık ve sevinç vermiştir.

Sabrettiklerinden dolayı onları Cennet ve ipekle müka­fatlandırmıştır!               

Orada koltuklara dayanırlar. Ne (yakıcı) güneş görürler orada, ne de dondurucu soğuk.

Cennetin gölgeleri üzerlerine yaklaşmış, meyvaları da aşağı eğdirildikçe eğdirilmiştir.

Yanlarında gümüşten kaplar, billur kupalar dolaştırılır. Gümüşten kadehler ki onları türlü ölçü ve biçimlere koymuşlardır.

Onlara orada, karışımı zencefil olan kadehten içirilir. Bu, orada bir çeşmedir ki, adına “Selsebîl” denir.

Çevrelerinde de ölümsüz gençler dolaşır ki, onları gör­sen saçılmış inci sanırsın.

Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.

Üstlerinde yeşil ipekten ince ve kaim giysiler var. Gü­müşten bilezikler takınmışlardır.  Rableri onlara tertemiz

bir içki içirmiştir.

(Onlara şöyle denmiştir): “Bu, sizin mükafatmızdır. Ça­lışmanıza karşılık verilmiştir!.”[304]

Yukarıdaki ve benzeri âyetler uhrevî mükafatı vaadederken şu tür ayetler de dünyevî yardımı vaad etmektedir:

“Muhakkak ki biz, elçilerimize ve inananlara dünya ha­yatında yardım ederiz.”[305]

“Kim Allah'ın dünyada ve ahirette ona yardım etmeye­ceğini sanıyorsa öfkesini gidermek için her çareye başvursun.”[306]

Hz. Muhammed'in (sav) de teşvik ve sakındırma konusunda­ki şu sözlerini bir örnek teşkil etmesi açısından aşağıya alıyoruz:

“Üç sınıf insan için iki mükafat vardır:

1. Ehl-i Kitaptan olup peygamberine iman eden kimse, Muhammed'e erişir, ona da iman eder ona da tabî olup tas­dik ederse, işte bu kimseye iki mükafat vardır.

2. Başkasının mülkü olan bir köle hem Allah'ın hakkı­nı, hem de efendisinin hakkını öderse, ona da iki mükafat vardır.

3. Cariyesi olan bir kimse o cariyeyi besler, gıdasına iyi bakar: Sonra onu eğitir ve terbiyesini iyi becerir de sonra azad ederek kendisi ile evlenirse, ona da iki mükafat var­dır. “[307]

Bir başka üç tip insan hakkında da sakındırmayı amaçla­yan şu açıklamayı görüyoruz:

“Üç kişi vardır ki, kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onları tezkiye de etmeyecektir. Hem onlar için acıklı bir azap vardır.”

Bunların kim olduğu Hz. Muhammed'e (sav) sorulduğunda şu cevabı verir:

1. Kibirinden dolayı elbisesini yerde sürükleyen,

2. Verdiğini başa kakan,

3. Ticaret malı için yalan yere yemin ederek fiat yük­selten.” [308]

Hz. Muhammed'in (sav) arkadaşlarını her vesileyle iyi dav­ranışlara özendirdiğini, kötü huylardan da uzaklaştırdığını mü­şahede etmekteyiz. Ancak bunu yaparken son derece ölçülü olduğu da görülmektedir. Bu ölçüler Kur'ân'dan alınmış olup bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. Kur'ân'daki terğib (teşvik) ve terhib (sakındırma) ikna esasına dayanır. Çoğunlukla da direkt ya da endirekt olarak Al­lah'a ve ahirete imanı konu alır. Hitap ise mü'minleredir. Bu da gösteriyor ki terğib ve terhib, tebliğ vasıtası değil, eğitim va­sıtasıdır.

2. Terğibde açık bir üslupla, herkesin anlayacağı ölçüde cennet nimetlerinin tasviri, terhibde de aynı şekilde cehennem azabının tasviri yer almaktadır.

3. Terğib ve terhib, hem duyguları, hem de vicdanı etkiler. Bu da İslâm eğitiminin hedeflerindendir.[309]

Sonuç olarak diyebiliriz ki bütün eğitimciler, bu metodu nazar-ı itibara alarak; öğrencilerinin zihnî ve kalbî melekeleri­nin daha iyi bir hale gelmesi için uğraş verebilir, onları ne aşırı korkutarak ve ne de aşırı güven hissi vererek yanlışlığa düşme­lerini önleyebilirler. [310]

 

Sonuç
 

Eğitim, ferdin doğuştan getirdiği kabiliyetleri geliştirmede yardımcı bir unsur olarak görülür. Bu nedenle, dünyaya aciz ve bilgisiz olarak gelen insanoğlunun doğuştan gelen kabiliyetleri­nin gittikçe mükemmel bir hale gelmesi ancak eğitim ve çevre ile mümkündür. Bizatihi zor olan eğitim, bazen yanlış metodlar ve uygulamalarla daha da zor bir hale gelebilmektedir. Çünkü, insanların, eğitilebilen varlıklar olarak çoğu zaman farklılıklar arzetmesi, eğitim seviyelerine göre terbiyelerinin güç ya da ko­lay oluşu, konuyu daha da girift bir hale getirmektedir.

Kur'ân'da anahatlarıyla çeşitli terbiye usulleri gösterilmiş­tir? Karakter, daha çok kalbî bir anlam taşdığından, amacı iman esaslarını yerleştirmekle birlikte, öncelikle kalbin eğitimi olan Kur'ân, bu öğretisiyle insan karakterinde de bir denge oluşturmaktadır denilebilir. Çünkü Kur'ân; her yaş ve eğitim seviyesindeki insana hitap edebilme özelliğine sahiptir. Bu özelliğinden dolayı da güçlü bir karakter yapısına sahip, her iki aşırı uçtan uzakta, denge sahibi bir toplum oluşturma konusun­da Kur'ân oldukça başarılıdır. Eğitimin başarıya ulaşması ayrı­ca uygun bir prototipin sunulmasıyla da doğru orantılıdır. Kur'ân ise bu prototipi bütün hayatî unsurlarını çizerek sun­muş, insanlık yüce bir örneği Kur'ân'la yakalayabilmiştir.

Bilindiği gibi, insan bedeninin eğitilmesi ya da ona arız olan hastalıklar konusunda mutlaka egzersize ve doktora ihti­yaç duyar. İşte, bu herşeyden, elemden, üzüntüden, stres, se­vinç ve heyecanlardan etkilenen ve nazik bir organ olan insan kalbi ile buna bağlı olarak zihnin rahatlaması ve denge göster­mesi ise ancak Kur'ân'ın mücadelesi, müdahalesi ile olmakta­dır. Biz burada insanın madde ve manadan müteşekkil bir varlık olduğunu isbat etme durumunda değiliz. Bu, akl-ı selim sa­hiplerince zaten bilinen bir gerçektir. Biz ancak, Kur'ân'ın, insanlarda rastlanabilecek yanlış ve bozuk karakter yapısını nasıl ve hangi usullerle eğiterek, hangi nicelikte örnek bir insan mo­deli koymaya çalıştığını izah ve isbat edebilme gayreti içerisin­deyiz.

Araştırmamızda vardığımız sonuç şudur. Kur'ân, bir mad­de ve mana eğitimcisidir. Dolayısıyla, tezimizde işlemeye çalış­tığımız âyetler ve metodlar, belki de farkına varamadığımız di­ğer âyet silsileleri ve metodlarla Kur'ân, baştan sona kadar in­sanı, yani onun maddî ve manevî karakter yapısını eğitmeyi hedeflemektedir. Çünkü bu mesaj sadece ve sadece insana hastır. Allah, tabir caizse Kur'ân vasıtasıyla insanlarla konuş­maktadır. Zaten Kur'ân âyetlerini her ele alışımızda, insan un­surunu daima ön plana alarak konuya girme durumundayız.

Ayrıca çalışmamızın başlangıcında uzun müddet bizi tered­düde sevkeden âyetlerdeki “insan” kelimesinin sadece mü'minleri mi yoksa bütün insanlığı mı kastettiği konusunda da vardığımız sonuç-bazı yorumcular aksi tezi savunmuş olsalar bile- bütün insanlığı kasdettiğidir.

Bize göre Kur'ân, araştırmamızın başından itibaren naklet­tiğimiz hususlar ışığında, saygıdeğer insan karakteri meydana getirmeyi çabalamakta ve metodlarını da bu konu üzerine bina etmektedir. Bu tesbitlerimiz günümüz bilim dünyasına az da ol­sa bir ışık tutarsa kendimizi bahtiyar addedeceğiz. [311]

 

Bibliyografya
Ana Kaynaklar
 

1- el-Buharî, Ebu Abdillah Muhammed İbn İsmail, Sahîh-i Buharı, I-VIII, Kahire, 1958.

2- Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyrî en-Neysabûrî, Sa­hîh-i Müslim, I-III, Kahire, 1955.

3- Ebu Davud Süleyman İbnu'i-Eş'as es-Sicistanî el-Ezdî, Sünenü Ebî Davud, I-IV Dâru İhyâi's-Sünnetü'n-Nebevı, Beyrut.

4- et-Tirmizî, Ebu İsa Muhammed îbn İsa b. Sevre, Sûnenü't-Tirmizî,-V, Çağrı Yay. İst. 1981.

5- İbn Mace, Ebu Abdillah Muhammed Abdullah İbn Müslim îbn Kuteybe, Sünenü İbn Mace, I-II, Çağrı Yay., İst. 1981.

6- Darimî, Ebu Muhammed Abdullah İbn Abdirrahman, Sünenü'd-Danmî, İst. 1981.

7- Ahmed b. Hanbel, Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, I-VI, Çağrı Yay., İst. 1981.

8- en-Nesâî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü'n-Nesâî, I-VIII, Çağrı Yay., İst. 1981.

9- Buharı Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi, I-KII, Başbakanlık Bası­mevi, Ank. 1978.

Diğer Kaynaklar

1- Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetle­ri, İst., 1984.

2- Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, I-VIII, Gelişim Yayınları, İst.

3- Devellioğlu, Ferit, Türkçe Sözlük, İst., 1975.

4- Gölcük, Şerâfettin, Kur'an'da İnsanın Değeri, İst., 1983.

5- Grolier Universal Encyclopedia, New York, 1971.

6- Guy, Palmade, Karakter Bilgisi (Çev. Afif Ergunalp), Anıl Yayınevi, İst.

7- Hazin, Muhammed b. İbrahim el-Bağdâdî, Lübâbu't-Te'vil fî Meani't-Tenzil I-VI, Matbaa-i Âmire.

8- İbn Faris, Mekâyisu'l-Lüğa, I-V, Beyrut.

9- İbn Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviye I-1V, Thk: Mustafa es-Sekha ve Diğerle­ri, Mısır,1955.

10- İbn Teymiyye, Emr-i bi'l-Mar'uf Nehy-i ani'l-Münker, (Tere. Cemaleddin Sancar), İst. 1987.

11- İsmail b. Kesir, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, I-III, (İhtisar: M. Ali es-Sabunî), Beyrut.

12- Kâdi Beyzavî, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te'vil, I-VI, Mısır, 1955.

13- Kerschensteiner, G., Karakter Kavramı ve Terbiyesi, (Tere: H. Fikret Kanad).

14- Kurtkan, Amiran, Sosyal ilimler Metodolojisi, İst., 1974.

15- el-Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, I-XX, Daru'l- Kütübi'l-Arabî, Kahire, 1967.

16- Kutub, Muhammed, Menhecu't-Terbiyetİ'l-îslâmî, Mısır, 1980.

17- Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l-Kur'ân, I-XVI, Tere. İst.

18- Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefî Antropoloji, İstanbul, 1971.

19- Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ, Tefhimu'l-Kur'ân, I-V1I, İnsan Yayınlan, İst. 1988.

20- Meydan Larousse, Büyük Lügat ve Ansiklopedi, I-XVII, İst.

21- el-Muhasibî, Ebu Abdillah el-Haris, Daru'l-Kütübi’l İlmiyye, Beyrut.

22- Nesefî, Abdullah b. Muhammed b. Mahmud, Medâriku't-Tenzil ve Hakaiku't-Te'vil I-VI, Matbaa-i Âmire.

23- Oğuzkan, A. Ferhan, Eğitim Terimleri Sözlüğü, T.D.K. Yayınları, Anka­ra, 1981.

24- Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, Selam Yayı­nevi, Konya 1988.

25- Özen, Mustafa Nihat, Osmanlıca- Türkçe Sözlük, ist.

26- Razî, Fahruddin, Tesiru'i-Kebir, I-XXX, Mısır.

27- Tavukçuoğlu, Mustafa, Lokman Sûresi Işığında İnsanın Eğitimi (Basılma­mış Doktora Semineri)- Konya, 1989.

28- Türkçe Sözlük, T.D.K. Yayınları, İst.

29- Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, I-X, İst.

30- ez-Zerkanî, Muhammed Abdü'l-Azim, Menahilü'l-İrfan fi Ulûmi'l-Kur'ân, Daru İhyâi’l-Kütübi’-Arabî, I-II, Mısır. [312]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: IIV-V

[2] Muhammed Abdu'1-Azim ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fi Ulûmi'l-Kur'ân, I-II, Danj İhyai'l-Kütübi'l-Arabî. c.I., s.7; Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefî Antropoloji, sh. 42. İstanbul, 1971.

[3] Mengüşoğlu, Takiyettin, a.g.e., 42.

[4] Mengüşoğlu, Takiyettin, a.g.e., 43

[5] Mengüşoğlu, Takiyettin, a.g.e., 43

[6] Kitabımızın bundan sonraki kısımlarında da gerek "terbiye" ve gerekse "eğitim" kelimeleri­ni ayırım yapmadan müteradif kelimeler olarak kullanacağız.

[7] Kerschensteiner, G. Karakter Kavramı ve Terbiyesi, 17, (trc. H. Fikret Kanad).

[8] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 64.

[9] İbn Faris, Mekâyisu'1-Luga.

[10] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 64.

[11] Taha, 20/49-50.

[12] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 3-6.

[13] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Gelişim Yay., "Karakter" maddesi.

[14] Meydan Larousse, Büyük Lügat ve Ans., "Tabiat" md.

[15] Büyük Larousse Söz. ve Ans., "Tabiat" md.

[16] Özön, Mustafa Nihat, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, "Seciyye" md.

[17] B. Larousse, "Huy" md.

[18] M. Larousse, "Mizaç" md., B. Larousse, a.g.m.

[19] Türkçe Sözlük, T.D.K. Yayınları, "Seayye" md.

[20] Grolier Urıiversal Encyclopedia, "Character" md. New York, 1971.

[21] Kerschensteiner, G., Karakter Kavramı ve Terbiyesi, s. 15.

[22] A.g.e.,s. 15.

[23] A.g.e.,s. 28.

[24] Grolier Universal, Encyclopedia, a.g.m.

[25] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 16

[26] Kerschensteİner, G., a.g.e., s. 16

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 6-9.

[27] M. Larousse, a.g.m.

[28] Palmade, Guy, Karakter Bilgisi, (Çev. Afif Ergunalp), Anıl Yayınevi, İstanbul.

[29] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 9-10.

[30] Tabii ki eğitimde statik manada bir değişmezlik ruh sağlığını bozar.

[31] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 28

[32] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 28-29.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 10-11.

[33] Oğuzkan, A. Ferhan, Eğitim Terimleri Sözlüğü, T.D.K. Yay., Ankara Üniversitesi Basıme­vi, Ankara, 1981.

[34] el-Muhasibî, Ebu Abdillah el-Haris, Daru'l-Kütübi'l-İlmiye, Beyrut,

[35] Kerschensteiner, G., a.g.e., s.98.

[36] Kerschensteiner, G., a.g.e., s.94.

[37] Hacc: 22/77.

[38] Mu mimin: 23/51.

[39] Kerschensteiner, G., a.g.e., s.94

[40] Kalem: 68/1.

[41] Âl-i İmran: 3/104, 110, 114; Tevbe: 9/71, 112.

[42] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 11-13.

[43] Tin: 95/4.

[44] Âl-i İmran: 3/59.

[45] Enam: 6/2.

[46] Saffat: 37/11.

[47] Hicr: 15/26.

[48] a.y.

[49] Secde: 32/8.

[50] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 17-19.

[51] Tevbe: 9/47

[52] Bakara: 2/30.

[53] Bakara: 2/31.

[54] Bakara: 2/205,

[55] Bayraklı, a.g.e., s. 111.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 19-20.

[56] Mu'cemu Mekayisu'1-Luğa, c.V, s. 191.

[57] Adiyat: 100/6.

[58] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İst. trz., c.K, s. 6020.

[59] İsmail b. Kesir, Muhtasaru Tefsiru İbn Kesir (İhtisar: M. Ali es-Sâbûnî) Beyrut, trz., c. III, s. 669.

[60] Zuhrûf: 43/12-15.

[61] Hazin, Muhammed b. İbrahim  el-Bagdâdî, Lübâhu't-Te'vîl fî Meâni't-Tenzil Matbaa-i Amire, 1318, c.5, s. 124.

[62] Şura: 42/48.

[63] Nesefî, Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medâriku't-Tenzil ve Hakâiku't-Te'vil, Matbaa-i Amire, 1318, c.V. s. 418.

[64] İbnKesir,a.g.e.,c.m,s. 282.

[65] Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ, Tefhîmu'l-Kur'ân, I-VII, İnsan Yay., İst. 1988, c.V, s. 237.

[66] Razi, Fahruddin, Tefsiru'l-Kebir, c.XXVII, s. 184.

[67] İsrâ: 17/37.

[68] Razî, a.g.e.,c.XXVII, s. 184.

[69] İsrâ: 17/67.

[70] İbn Kesir, a.g.e., c.II, s. 388; Razî, a.g.e., c.XXI, s.ll

[71] Hac: 22/66.

[72] İbn Kesir, a.8.e.,c.II, s. 554,

[73] Beyzâvî, a.g.e., c.IV, s. 322; Hazin, a.g.e., c.IV, s. 322.

[74] Nesefî, a.g.e.. c.IV, s. 322.

[75] Razî, a.g.e., c.XXIII, s.63.

[76] Kutub, Seyyid, Fi Zilali'l-Kur'an, c.X s.276-277. Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 20-26.

[77] Mu'cemu Mukâyîsi'l-Lûğa, c.III, s. 468.

[78] Yunus: 10/54.

[79] Söz konusu âyetler için bkz.; Âl-i İmran: 3/21; A'raf: 7/33; Hac: 22/40.

[80] İbrahim: 14/34. Âyetteki "mâ" harfi "olumsuzluk mâsı" olarak kabul edilirse o takdirde mana "istemediğiniz halde herşey verildi demek olur. Çünkü insan, Allah'ın nimetleri­ni "isteme" vasıtasıyla smırlayamaz. Bırakınız tek tek saymayı verilen nimetlerin nevi­lerini, cinslerini saymayı dahi beceremez. Buna rağmen insan, ya verilen nimetlerin şükründen gafil olmakla Allah'a karşı, ya da haramlara yönelmekle nefsine karşı zâ­lim bir konuma düşmektedir," (Beyzavî, a.g.e., c.III, s. 530).

[81] Ahzab: 33/72.

[82] İbn Teymiyye, Emr-i bi'1-Ma'ruf Nehy-i ani'l-Münker, (Tere. Cemaleddin Sancar), İst., 1987, s. 48.

[83] Râzi a.g.e., c.IXX, s. 130-131.

[84] Lokman: 31/13.

[85] Şura: 42/42.

[86] Talak: 65/1.

[87] Bakara: 2/114.

[88] Bakara: 2/140.

[89] En'am: 6/21.

[90] Kehf: 18/57.

[91] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 26-28.

[92] Ahzab: 33/72.

[93] Yazır, Hamdi, a.g.e., c.VI, s. 3935.

[94] En'am: 6/82.

[95] Bakara: 2/31.

[96] Razî, a.g.e., c.XXV, s. 237.

[97] Hazin, a.g.e., c.V, s. 144.

[98] İbn Kesir, a.g.e., c.ffl,s.ll8.

[99] Kutub, Seyyid, a.g.e., c.XII, s.

[100] En'am: 6/111.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 28-31.

[101] Yunus: 10/12.

[102] İbn Kesir, a.g.e., c.II. s. 186.

[103] Nesefî, a.g.e., cifi, s. 233.

[104] Yunus: 10/11.

[105] Râzi, a.g.e., c.XVII, s. 49-50.

[106] Kutub, Seyyid, a.g.e., c.VII, s. 528.

[107] Razî, a.g.e., c.XVII, s. 50,

[108] Müslim, Zühd, 64; Dârimî, Rikak, 61; Ahmed b. Hanbel, c.V, s. 24.

[109] İnşikâk: 84/6.

[110] İnsan: 76/1.

[111] Mü'minun: 23/12.

[112] Kaf: 50/16.

[113] Razî, a.g.c, c. XVII, s. 51.

[114] Zümer: 39/8.

[115] Zümer: 39/49.

[116] Razî, a.g.e., c.XXVl, s. 287-i

[117] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 31-36.

[118] Hud: 11/9-10.

[119] M. Luğa, c.IV, s. 480.

[120] M. Luğa, c.VI, s. 153.

[121] Elmalı, a.g.e., c.VI, s. 2767.

[122] Asr: 103/1.3.

[123] Mearic: 70/19-22.

[124] Razî, a.g.e., c. XVII, s. 190,

[125] Kutub, Seyyid, a.g.e., c.VII, s. 125.

[126] Beyzavî, a.g.e-, c. III, s. 305.

[127] Beyzavî, a.g.e., c. III, s, 306.

[128] İbn Kesir, a.g.e., c.II, s. 213.

[129] Mevdudî, a.g.e., c.II, s. 353.

[130] Elmalı, a.g.e., c.IV, s. 2768.

[131] Razî, a.g.e., c.XXVII, s. 138.

[132] Fussilet:41/49-51.

[133] Nesefî, a.g.e., c.V, s. 394.

[134] İbn Kesir, a.g.e., c.III, s. 267.

[135] Kutub, Seyyid, a.g.e., c.XIII, s. 63-64.

[136] İsrâ: 17/83.

[137] İbn Kesîr, a.g.e., c.II, s. 396-397.

[138] Razî,a.g.e.,c.XXI, s.35.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 36-41.

[139] İbn Teymiyye, a.g.e., S.4b.

[140] Mearîc: 70/19-21.

[141] M. Luga, c.V, s. 278.

[142] M. Luğa, c.I, s. 453.

[143] M. Luğa. c.VI, s. 62.

[144] Elmalı, a.g.e., c.VIII, s. 5357.

[145] Nesefî, a.g.e., c.VI, s. 357.

[146] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.II, s. 160.

[147] Gölcük, Şerâfettin, Kur an'da İnsanın Değeri, s. 18, İst. 1983.

[148] Razî, a.g.e., c.XXX, s.128.

[149] Enbiya: 21/37. Bu konu ileride tasfilatlı olarak ele alınacaktır.

[150] Razî, a.g.e..c. XXX, s. 129.

[151] Enbiya: 21/22.

[152] Razı, a.g.e., c.XXX, s. 128-129.

[153] Mevdûdi, a.g.e., c.Vl, s. 421.

[154] İsra: 17/100,

[155] M. Luga, "Katur" md.

[156] Nisa: 4/53.

[157] İbn Kesîr, a.g.e., c.II, s. 403.

[158] Razî, a.g.e., c.XXI, s. 63, Hâzin, a.g.e., c.IV, s. 74.

[159] Meâric, 70/22-23.

[160] Razî, a.g.e., c. XXX, s. 129.

[161] Mearic: 70/24-25.

[162] Mearic: 70/26.

[163] Mearic: 70/27.

[164] Mearic: 70/28.

[165] Râzî, a.g.e., c.XXX, s. 130.

[166] Mearic: 70/29.

[167] Meâric: 70/30.

[168] el-Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî, d-Camiu li-Ahkami'l-Kur'an, Dam'! Kütübi'l-Arabî, Kahire, 1967, c. XII, s. 105.

[169] Mearic: 70/32.

[170] Kurtubî, a.g.e., c. XII, s. 107.

[171] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 41-51.

[172] Enbiya: 21/37.

[173] Nesefi, a.g.e., c.IV, s. 248.

[174] Kutub Seyyid, a.g.e., c.X, s. 132-3.

[175] Râzî, a.g.e., c. XXII, s. 171.

[176] Râzî, a.g.e., c. XXII, s. 171.

[177] İsra: 17/11.

[178] Beyzâvî, a.g.e.. c.IV, s. 24.

[179] Kutub, Seyyid, , a.g.e., c.IX, s. 292.

[180] Gölcük, Şerafettin, Kur'ân'da İnsanın Değeri, s. 20-21, İst., 1983.

[181] Ahkaf: 46/23-24.

[182] Şûra: 42/18.

[183] Furkan: 25/63.

[184] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 51-54.

[185] Nisa: 4/28.

[186] Râzî, a.g.e., c. X, s. 68.

[187] Beyzavî, a.g.e., c.II, s. 57.

[188] Buharî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c.I, s. 277-279.

[189] Enfal, 8/66.

[190] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 54-55.

[191] Gölcük, Şerafettirı, a.g.e., s. 22.

[192] Kehf: 18/54.

[193] Kehf: 18/56.

[194] Mü'min: 40/35-56.

[195] Mü'min:40/69.

[196] Şura: 42/35

[197] Zuhruf: 43/58.

[198] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 55-57.

[199] Maide: 5/2.

[200] Enfal: 8/61.

[201] Şûra: 42/36-40.

[202] Şûra: 42/42.

[203] Bakara: 2/114.

[204] Bakara: 2/140.

[205] En'âm: 6/21.

[206] Kehf: 18/57.

[207] Saffat: 37/113.

[208] Fatır: 35/32.

[209] Vakıa: 56/7-10

[210] Kurtubî, a.g.e., c. XIV, s. 346.

[211] Kurtubî, a.g.e., c. XİV, s. 348-9.

[212] Zümer: 39/9.

[213] Taha: 20/114.

[214] Alak: 96/1-5.

[215] Söz konusu âyetler için bkz.: Secde: 32/18; Maide: 5/100; En'am: 6/50; Ra'd: 13/ 16; Nahl: 16/76; Fatır: 35/19; Zümer: 39/9; Ğafir: 40/58.

[216] Muhammed: 47/19

[217] Nisa: 4/147.

[218] İbrahim: 14/7.

[219] Lokman: 31/12.

[220] Nahl: 16/121.

[221] Yusuf: 12/87.

[222] Hicr: 15/53-55.

[223] Bu âyetler için bkz.: Nisa: 4/36; Lokman: 31/18; Hadid: 57/23.

[224] Kasas: 28/76.

[225] Kasas: 28/82.

[226] Kasas: 28/83.

[227] Ra'd: 13/24; Mü'minun: 23/111.

[228] İsra: 17/18.

[229] Rûm: 30/54.

[230] Lokman: 31/17.

[231] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 57-67.

[232] Kurtkan, Amiran, Sosyal İlimler Metodolojisi, s.3, İst., 1974.

[233] Özbek, a.g.e.,s. 139

[234] Özbek, a.g.e.,s. 140.

[235] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 71-72.

[236] Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, s. 138, Selam Yayınevi, 1988-Konya.

[237] Buharı, Sahih, İman, 39.

[238] Bayraktar, Dr. M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri, İst. 1984.

[239] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 72-73.

[240] Bayraktar, a.g.e., s. 40.

[241] Âl-i İmran: 3/110.

[242] Enbiya: 21/107.

[243] Sebe: 34/28.

[244] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 73-75.

[245] Özbek, a.g.e-, s. 258-259.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 75.

[246]İbn Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Thk: Mustafa es-Seka ve Diğerleri, 2.Baskı, Mısır- 1955,c I,s l96198.

[247] Özbek, a.g.e., s. 262-263.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 76-77.

[248] Kıssa: Fıkra, hikaye, söylenti, rivayet manalarına gelir, Bkz. F. Devellioğlu, Türkçe Sözlük, İst. 1975, s. 709. (Kıssa md.).

[249] Bayraktar, a.g.e., s. 48.

[250] Kutub, Muhammed, Menhecu't-Terbiyeti'l-İsİamiyye, Mısır, 1980, s. 194.

[251] Misal olarak bkz. İbrahim Sûresi,

[252] Maide: 5/27-30.

[253] Maide:5/32.

[254] Kutub, M. a.g.e., s. 193.

[255] Kehf: 18/32-12.

[256] Özbek, A.,a.g.e.,s. 242.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 77-81.

[257] Yunus: 10/57.

[258] Talak: 65/2.

[259] Bakara: 2/232.

[260] Nisa: 4/66.

[261] Maide: 5/72; Mü'minun: 23/23; Nahl: 16/36.

[262] Hud: 11/42; Yusuf: 12/5; Lokman: 31/13-16-17.

[263] Kehf: 18/72; Yasin: 36/16-20.

[264] Özbek, A., a.g.e.. s. 286.

[265] Kutub, M., a.g.e., s. 187.

[266] Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 44.

[267] Lokman: 31/13-19.

[268] Tavukçuoğlu, Mustafa, Lokman Sûresi Işığında İnsanın Eğitimi, (Basılmamış Doktora Se­mineri), s. 20, 1989-Konya.

[269] İsra: 17/23.

[270] Nisa: 4/36.

[271] Buharı. Edep, 20; Müslim, İman, 141-142.

[272] Tavukçuoğlu, a.g.e., s. 21

[273] Ankebut: 29/45.

[274] Bayraktar, a.g.e., s. 57.

[275] Nahl: 16/125.

[276] Müslim, Birr, 23.

[277] Hucurat: 49/12.

[278] Müddesir: 74/1-7.

[279] Tur:52/48.

[280] Müzzemmîl:73/10.

[281] Ahkâf: 46/35.

[282] Kalem: 68/48.

[283] Nahl. 16/127.

[284] Hûd: 11/115.

[285] Buharî, Edep, 6; Müslim, Cennet, 46.

[286] Müslim, İman, 47.

[287] Al-i İmran: 3/138.

Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 82-88.

[288] Bayraktar, a.g.e., s. 55.

[289] Kutub, M., a.g.e. s. 190.

[290] Fussilet: 41/33-35.

[291] Nahl: 16/125.

[292] Müzzemmil: 73/10.

[293] Kutub, M., a.g.e., s. 191.

[294] Hadid: 57/16.

[295] Bakara: 2/278-279.

[296] Furkan: 25/68-69.

[297] Tevbe: 9/39.

[298] Fetih: 48/16.

[299] Tevbe: 9/74

[300] Tevbe: 9/55

[301] Nur: 24/2; Maide: 5/38

[302] Nebe: 78/31-36.

[303] Mutaffifin: 83/22-26.

[304] İnsan: 76/11-22.

[305] Ğâfir: 40/51.

[306] Hâcc: 22/15.

[307] Buharî, İlm, 31; Hk, 14; Cihad, 145; Nikah, 17; Enbiya: 48; Müslim, İman, 241; Ebu Davud, Nikah, 5; İbn Mace, Nikah, 42; Darimî. Nikah, 46; Ahmed b. Hanbel, c.4, s. 390, 398, 408, 414.

[308] Buharî, Ahkam, 47; Tevhid, 34; Müslim, İman, 171, 172, 173; Ebu Davud, Büyü, 60; Libas, 25; Nesaî, Buyu, 5-6

[309] Özbek, a.g-e.,s. 284.

[310] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 88-94.

[311] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 95-96.

[312] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 97-98.