KÜFRÜN LEKESİNİ KEFARET TEMİZLEMEZ

Tüm saptırıcılar doğruları kendine payanda yaparak işe başlarlar. İkiyüzlü bir yöntemi kabullenerek yollarına devam ederler. Sonunda gölgesine sığındıkları doğruları da bırakarak kendileri bizzat doğru olurlar. Bu noktadan itibaren

VAN 16.09.2017 10:42:16 0
KÜFRÜN LEKESİNİ KEFARET TEMİZLEMEZ
Tarih: 01.01.0001 00:00
HÜSEYİN BÜLBÜL/İKTİBAS
Her düşünce insan ile başlar. Çünkü düşüncenin taşıyıcısı insandır. Bu nedenle düşüncesinin yaşamasını isteyen kimse, öncelikle insanı muhatap almaktadır. Bir fikre muhatap olan insanlar o fikri kabul veya ret etmesine göre değerlendirilirler. Bu nedenle İslam da insanları inanç bakımından Mümin, Münafık,  Kâfir ve Müşrik olmak üzere dört kategoride ele almıştır.
Mümin: Allah’a ahiret gününe, meleklere, kitaplara,  Allah’ın elçilerine bütün kalbiyle inanan kimsedir.  Mümin’i imanındaki yakini derecesine göre de üç şekilde tanımlar: Eslemna diyenler, Amenna diyenler ve İbrahim (as) gibi “Tatmeinne kalbî” diyen mutmainlik makamına ulaşanlar.
Kâfir: Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Hak ve hakikati örten Allah’ın ayetlerini alenen inkâr eden kimsedir.
Müşrik: Allah’a ve Ahiret gününe inandığı, ibadetini de yaptığı halde Allah’ın yanında bir takım varlıkları ilahlar edinen veya Allah Teâlâ ya ait olan bir sıfatı başka bir varlığa veren kimselerdir.
Münafık: Hak ve hakikate bakışı aynen kâfir gibi olmasına rağmen kâfirden farklı olarak inkârını gizleyerek müminlerin yanında onlar gibi inandığını; kâfirlerin yanına geldiğinde ise onlar gibi inkâr ettiğini söyleyen ikiyüzlü kimselerdir.  Bu insanların anlayış ve davranışları hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde «Allah’a ve ahiret gününe inandık» derler.”
“Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.”
“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır.”
“Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.”
“Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.”
“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit «Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!» derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler. “
“Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: «İnandık» derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: «Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.» derler.”  (Bakara 2/8-14)
Mümin ve kâfir sıfatı verilen insanlar açıkça ne olduklarını ifade eden, duruş, düşünce ve anlayışlarını açıkça sergileyen, karanlık yüzü olmayan kimselerdir. Biri imanının gereğini diğeri de küfrünün gereğini yapmaya çalışır. Savaşta da barışta da dostluğunda da düşmanlığında da mert ve nettir. Münafıklara gelince asla böyle bir netliği ve mertliği göremezsiniz. Bukalemun gibi bulunduğu ortamın rengine bürünen,  güçlünün yanında yer alan, sorumluluktan ve fedakârlıktan kaçan,  çıkarları uğruna fitne ve fesat çıkarmak için insanlar arasına nifak tohumları eken,  yeryüzünü fesada vermek için elinden geleni ardına koymayan kimselerdir.  Niçin böyle yapıyorsunuz: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.” Rabbimizin Kur’an’daki beyanları ile bütün özelliklerini bildiğimiz bu zümre; insanlık tarihi boyunca çeşitli kılıflara bürünerek insanlığı ifsada devam etmişlerdir.  İlk günden itibaren en çok kullanılan yöntem din istismarcılığıdır. Henüz Rasulullah hayatta iken ona yaranmak isteyen bu zümre huzuruna girip şöyle demişlerdi:
“Münafıklar sana geldikleri vakit: «Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin.» derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.” “Çünkü onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah’ın yolundan alı korlar. Onların yaptıkları ne kötüdür.” (Münafıkun 63/1-2)
Bu zümre, Resulullah’ın irtihalinden sonra ise züht ve takva kılığına bürünerek İslam’ı içten çürütecek yalanlarını Allah resulüne isnat ederek nakletmeye başlamışlardır.    Özellikle Raşid halifelerin irtihalinden sonra hilafeti saltanata dönüştüren zihniyetin bu zümreye çanak tutması ekmeklerine yağ sürmüştür.  Bir taraftan iktidarın yanında kendi ayaklarına yer edinirken; diğer taraftan da toplum nezdinde iktidarı meşrulaştıracak yeni nakiller uydurmayı ihmal etmemişlerdir.  Öyle bir gayret sarf etmişler ki,  bunların yalanları halk arasında meşhur hale gelmiştir.  Bir müddet sonra da bu yalanlar“meşrulaşmış” oldu.  İslam dünyası bununla da kalmadı. Sürekli fetihlerle genişliyordu.   Hz. Ömer döneminde İran Sasani imparatorluğu tamamen fethedilerek doğuda sınırları Orta Asya’ya kadar uzanmıştı.  Romanın ise kolu kanadı kırılıyor; her gün fetih için olgunlaşıyordu.
Yeni fethedilen ülke ve beldelerdeki değişik inanç ve düşünce sahibi insanlar,   İslam ordularına karşı koyamayacaklarını, Müslümanlarla baş edemeyeceklerini anlayınca; pasif ize olarak eski inançlarını İslamî bir kılıfa bürüyüp insanlara züht ve takva yolu olarak sunmayı bir yöntem olarak benimsediler.   Bu anlayışla Zerdüştler, şamanlar, Hahamlar, Rahipler İslamî bir kimliğe bürünerek Şeyh, veli, üstat ve âlim olarak halkın karşısına çıkmışlardı.   Henüz İslam konusunda derunî bir bilgiye sahip olmayan halk ise, bunları kabullenmekte bir direnç göstermedi.  Bizim halkımız o kadar saf ki rengi yeşil olan her şeyi dinden zannediyorlardı.                                         Osmanlının son günlerinde Erzurum da bir camide imamlık yapan bir Rus casusu yakalanır. Kazım Karabekir Paşa bunu karargâha getirtir ve mahkûm eder. Mahalle halkı karargâhın önüne gelir ve imamlarının bırakılmasını ister ve onun casus olamayacağını savunur. İşte bunun üzerine Paşa şu mısraları yazarak tarihe bir not düşer:
“Ey Türkoğlu! Sen o kadar safsın ki, seni herkes aldattı.
Erdim diyen, döndüm diyen, çemberinden atlattı.”
İşte İslam bu erenlerin ve dönenlerin eliyle değişime uğrayarak adeta değişik inançlardan oluşan bir din haline geldi.  Ümeyye oğulları ile başlayan saltanat ve sultanlık Osman oğulları ile son bulana dek böyle devam etti.  Tüm bu işler kotarılırken hem siyasiler /sultanlar, hem de sinsice saman altından batıl ideallerine hizmet eden münafıklar,  hep aziz İslam’ı kullandılar. Kelimenin tam anlamıyla insanları Allah ile aldatarak batıl düşüncelerini HAK kılıfına bürüyüp halka servis ettiler.  Kitleleri arkalarına alarak dünyevi emellerine ulaşmak isteyen hâkim zümre, bu fırsatı kaçırmadı. Karşılıklı menfaat ilişkilerini devam ettirdi.  Devletler politikaları gereği, onların düşüncelerine alan açarak anlayışlarını meşrulaştırırken; onlar da ideolojisine bakmadan iktidarları meşrulaştırmış oluyorlardı. Bu anlayış, tarihin dönüm noktalarından geçen devletler, ideolojisini değiştirmesine rağmen, bu zümre bu özelliğini değiştirmeden yenisi içinde desteğini aynen sürdürdü.   Bu kırılmadan sonra yeni bir düşünce daha devreye girdi. Bu yeni dinin adı demokrasi idi.  İnsanın kendi hevasını ilah edinen bir şirk düşüncesinden başka bir şey değildi.
Şirk öyle bir inanma biçimidir ki,  onun olmazsa olmaz şartı Allah’a inanmaktır. Allah’a inanmayandan müşrik olmaz.  Allah’a inanacak, Allah ile birlikte bir başka ilahı daha olacak. Kâfir gibi inkâr eden, münafık gibi yerine göre inanan, yerine göre inkâr ettiğini söyleyen bir anlayışa sahip olandan müşrik olmaz. Müşrik, Allah’a ve ahiret gününe inanacak,  bunun yanında kendince seçip önemsediği, itaat edip tabi olduğu ikinci bir ilahı daha olacak. O ilah, sanal bir varlık olabileceği gibi rahipleri, bilginleri, liderleri, şeyhleri, ağabeyleri, heva ve hevesi,  yâda bir topluluğu diğer topluluğun ilah edinmesi gibi. Bunların her birinin Kur’anî delili mevcuttur.    Müşrikler o kadar “samimidirler” ki,  bu kabulleri ile Allah’a yakınlaşmak istediklerini söyleyecek kadar. Allah ise bunların özelliklerini şöyle ifade etmektedir:
“İyi bil ki; halis din, Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenlere; (niçin Allahtan başka veliler/ ilahlar-rabler edinerek Allah’a şirk koşuyorsunuz denildiğinde?) Onlar, biz onları Allah’a şirk olsun diye değil; sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye veliler edindik derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.”(Zümer 39/3)
Yaşadığımız dünyada böyle düşünen insanlar hala var mıdır?  Yoksa tarihin bir döneminde olup biten bir olay mıdır? Elbette insanlık var olduğu sürece bu düşüncelere yenileri de eklenerek varlığını sürdürecektir.   Nitekim Avrupa’daki Reform ve Rönesans’ın ardından insanlık yeni bir inanç sistemiyle tanıştı. İnançta Laik,  siyasette Demokrat, Ekonomide Kapitalist olan paganist bir din ortaya çıkardılar.  Önce kendi halklarını bu beşeri dine zorlayan batı; daha sonra tüm dünyaya bu dini dayatmaya yöneldi. Bununla birlikte bu dinin Mümini, kâfiri ve münafığı da ortaya çıktı. Daha önce Müslüman olan kitlelere şirin görünüp insanları yeni dine adapte etmek için Müslüman görünümlü demokratlar olarak arzı endam edenler.  Daha sonra “Müslümanlıklarını” gizleyerek bu defa da demokrat görünmeye çalışırlar.  Gonjoktür neyi gerektiriyor ise o kılığa girmeye çalışmak  bu insanların  genel karakteri olmuştur.   Demokrasiyi insanlara benimsetmek isteyenlerin kendi itirafları şöyledir: “Demokrasinin başlangıçta kendinden olmayan düşüncelere anlayış göstermesi, onları kabul ettiğinden değil; zaman içinde onları asimile edeceğine olan inancından dolayıdır.”  Toplum hayatına hükmeden anlayış/din,  marjinal düşünceleri, zamanın değirmeninde öğüterek kendisine benzeteceğinden emindi.  Bundan hiçbir düşünce kurtulamaz.  Nitekim bu ülkede 60-70 yıllık demokratik uygulamanın ardından öyle bir değişim ve dönüşüm meydana getirildi ki,  başlangıçta demokratlar Müslüman görünmeye çalışırken,  zamanın inançlarda meydana getirdiği erozyonun sonucu; “Müslümanlar” demokratlardan daha çok /daha ileri seviyede demokrat olduklarını iddia etmeye başladılar.  Yapıp ettiklerini sayıp dökerek bu iddiadaki samimiyetlerini göstermeye çalıştıkları izahtan varestedir. İşte bunlar da Müslümanların yanında samimi bir Müslüman, demokratların yanında ise en ileri seviyede demokrat olarak görünmeye gayret göstermeleri olağan hale geldi. Demokratik siyasetin iki yüzlüğünden bunlarda nasiplerini almaya başladılar.  Bir düşüncenin akidesi o akideye/ inanca sahip olanların hem anlayışlarına hem de davranışlarına aynen yansıması kadar tabii bir şey yoktur.  Çünkü insandaki şahsiyeti ve ahlakı oluşturan düşüncedir.   Dervişin fikri ne ise zikri de fikrinin cinsinden olacaktır.  Koskoca bir devlet olan ABD nin bu güne kadar uluslar arası ilişkilerinde izlediği rotayı tüm dünya gözlemlemektedir. Bu gün dost diye bağrına bastığını yarın “post” haline getirmesi hiç garip değildir. En bariz örneği Saddam ve Irak devletidir. Dünyada sayısız örnekleri vardır. Bu gün terör kabul ettiği bir hareketi yarın mazlum bir mücadele olarak isimlendire bilir. Hiç garip değildir.  Onların tek ilkesi var.  ABD nin çıkarları İsrail’in güvenliği. Buna hizmet etmeyen hiçbir şeyin masumiyeti ve meşruiyeti yoktur.  Bir gazeteci dış işlerinden sorumlu bir ABD yetkilisine sorar: Ben anlayamıyorum. Siz Vietnam’a giriyorsunuz kurtarıcı oluyorsunuz, Rusya İskandinav ülkelerine girince işgalci oluyor, bu nasıl bir anlayıştır ben bunun mantığını anlayamıyorum?
Cevap gayet kısa ve basit: Biz ne yaparsak doğru,  başkaları ne yaparsa yanlış…  Çünkü bu insanlar kendilerini yeryüzünün ilah’ı olarak görüyorlar. İlahlar kendi değerleri ile dünyayı ve olayları değerlendirir. Sonuçta her zaman kendi yapmış olduğu doğru, başkalarının yaptığı yanlış olacaktır.  Aynı düşünceyi kabullenen kimselerin farklı olmasını beklemek elbette safdillik olur.  Bunun Asyalısı,  Avrupalısı,  Türkiyelisi de aynıdır.  Yukarıdaki ikilemi anlamak şimdi daha kolay olacaktır.  “Bizim anlayışımız doğru, başkalarının anlayışı yanlıştır”diyen insana,  yaptığının doğru olmadığını kabullendirmek mümkün olmayacaktır.  Tüm saptırıcılar doğruları kendine payanda yaparak işe başlarlar. İkiyüzlü bir yöntemi kabullenerek yollarına devam ederler.  Sonunda gölgesine sığındıkları doğruları da bırakarak kendileri bizzat doğru olurlar. Bu noktadan itibaren onlar ne yapıyorlarsa doğru başkaları ne yapıyorsa yanlıştır.
İşte bu, yeni bir ilah olmaya atılan ilk adımı oluşturur. Sonrası ise malum… Artık onu İLAH edinenlere düşen kayıtsız şartsız ona itaat etmektir.  Akletmek mi?!..  Akıllarını ta baştan devre dışı bırakanlar, ne ile akledecekler ki?! Akıllarını İlah edinenler,  akılsızlıklarının kurbanı olmaya mahkûm olurlar!  Zira küfrün lekesini kefaret temizlemez!..