KALPLERİN TİTREME ZAMANI GELMEDİ Mİ?

HÜSEYİN BÜLBÜL

VAN 12.02.2016 09:03:18 0
KALPLERİN TİTREME ZAMANI GELMEDİ Mİ?
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Düşüncemizin, içinde yaşadığımız toplumu düzeltmek gibi kutlu bir anlayış olduğunu var sayarak yola koyulalım. Bunun için işe nereden, kimden ve nasıl başlamamız gerekir? Bu konuda her düşünce sahibi bilir ki, düzelme ve bozulma daima merkezden taşraya doğru giden bir güzergâh izler. Toplumun çekirdeğini fertler oluşturmaktadır. Her fert bu toplumun en küçük parçası, toplum binasının bir tuğlası konumundadır. Bu nedenle fertten topluma doğru giden bir yol izlememiz kaçınılmaz olacaktır.
İnsan herhangi bir işi yapmaya karar verdiği zaman ilk akla gelen şey, işe nereden başlamak gerektiği konusu önem kazanmaktadır.  Bulunduğunuz yerden kalkıp yürümek istediğinizde bile, ilk yapacağınız şey hangi istikamete gideceğinize, ne ile gideceğinize, kiminle gideceğinize, nereye kadar gideceğinize, niçin gideceğinize karar vermiş olmanız gerekir. Bunların tümünü daha yürümeye başlamadan önce düşünmelisiniz ki, hedefinize dosdoğru varabilmeniz mümkün olsun. Bunları düşünmeden yürümenin hiçbir önemi yoktur.  Bu nedenle önce bu konuları düşünce dünyanızda halletmiş olmalısınız. Çünkü iradeli bir davranışta düşünmenin önceliği vardır. İnsan önce düşünür sonra yapar. Düşünmeden yapmak sevki tabii ile hareket eden varlıkların özelliğidir. “Ameller niyetlere göredir” hadisi ile anlatılmak istenen de bu olsa gerek. Önce niyet / düşünce sonra da düşünülen şeyi kuvveden fiile çıkarmak için eylem gelecektir.
Düşüncemizin, içinde yaşadığımız toplumu düzeltmek gibi kutlu bir anlayış olduğunu var sayarak yola koyulalım. Bunun için işe nereden, kimden ve nasıl başlamamız gerekir? Bu konuda her düşünce sahibi bilir ki, düzelme ve bozulma daima merkezden taşraya doğru giden bir güzergâh izler. Toplumun çekirdeğini fertler oluşturmaktadır. Her fert bu toplumun en küçük parçası, toplum binasının bir tuğlası konumundadır. Bu nedenle fertten topluma doğru giden bir yol izlememiz kaçınılmaz olacaktır. Bu fertlerin ilkini kendimiz olarak görmek zorundayız. İşte bu işe başlarken kendimizden başlamamız doğru bir karar olacaktır. Çünkü insanlara doğru yolu göstermek üzere görevlendirilen tüm elçiler insanlara Allah’ın vahyini okurken, “İnananların ilki olmakla emrolunduklarını” hatırlatarak;  hiçbir konuda onlardan farklı bir konumda olmadıklarını, tebliğ ettikleri her şeye önce kendileri inanıp yaşadıklarını ifadeye çalışmışlardır. Bu örneklik tarihin her döneminde yerini korumuş, bizim için de korumaktadır. Kendi söylediğini yapmayan bir kimsenin sözüne kimsenin itibar etmeyeceği malumdur. Bu nedenle doğrularımız önce kendimizi doğrultacak sonra başkalarını düzeltecektir. Biz düzelmeden ne toplum düzelir ne de dünya düzelir.
Bu nedenle insanlığı düzeltmek için gönderilen Allah elçilerinin “İnanların ilki olmakla emrolundum” ayetinin ışığı altında sırayla kendisinden, ailesinden, aşiretinden ve toplumuna doğru bir yol izlemesinin hikmeti budur. Fert -fert toplum düzelmeden o toplumun üzerine hiçbir doğru bina edilemez. Bu nedenle tüm Allah elçileri Rad suresi 11. Ayetinin mesajı doğrultusunda öncelikle halkın nefislerine hâkim olan yanlış düşünceyi değiştirmeye yönelmişlerdir. Bu yolda uzun yıllar verilen mücadelenin sonucunda ümmet oluşmuş; Allah da o ümmete devleti nasip etmiştir.
Ancak bir mücadelede işi başlatanlar her zaman nihai sonucu göremeye bilirler. Nitekim bazı Peygamberler hiç ümmeti olmadan emri hak vaki olmuş; kimileri de bizzat kendi toplumu tarafından şehit edilmiştir. Ancak hepsi de kendilerine tevdi edilen Risalet görevinin hakkını vermek, kendisinden isteneni yerine getirme konusunda bütün imkânlarını kullanmışlardır. Yüklendikleri risalet görevini titizlikle ifa etmiş olmalarına rağmen,  davete muhatap olanlar tarafından kabul görmemiş olması elçilerin kusuru değildir. Sözü söyleyen gereği gibi söylemesine rağmen söz, kendisine söylen tarafından gereği gibi anlaşılmamış veya anlamak istememiş olmaları ile ilgili bir durumdur. İşin sonunda elçilere inanmayanlar topluca yok edilirken; İman eden küçük bir topluluk da olsa Allah tarafından kurtarılmıştır. İnsanlık tarihi boyunca Nuh, Hud, Salih ve Lut kavimlerinin başına gelenler bu konunun canlı örnekleridir. Bu durumla da karşılaşıla bilinir demektir. Bu sonuçlar Müslüman için ümitsizlik vermez çünkü başarı sadece dünyevi kriterlere göre değildir. Bu yolda olmak esastır. Sonucu görmeden ölmek ile zaferi görmek arasında fark yoktur. Önemli olan hedefe giden yolda seferde olmak ve bu anlayış üzerinde ölmektir.
“Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara 2/154)
“Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah’ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.” (Ali İmran 3/157) Bunun için ölenle yaşayanlar asında bir ayrıcalık yoktur.
Bu durumu tespit ettikten sonra görünen odur ki işe bizler de kendi nefsimizden başlamak zorundayız.  Fikren, filen ve ahlaken kendimizi düzeltmeden kimseyi düzeltemeyeceğimizi bilmek ve bu gerçeği kabullenmek hayati bir öneme sahiptir. Bunu başardığımız an toplum üzerinde de başarılı olacağımıza inanıyoruz. Aynen herkesi kapısının önünü temizlemeye ikna ettiğimiz zaman şehrin tüm caddelerinin temizlenmiş olacağından emin olduğumuz gibi…
Ancak asırlardır bu ümmetin üzerine çöreklenen bir anlayış vardır ki bu hastalıktan bir türlü kurtulmak mümkün olmuyor. Öğrendiğimiz doğruları başkalarının yanlışlarını tenkit etmek için bir silah olarak kullanma hastalığı. Hal bu ki bizler bu doğrularla önce kendimizi doğrultacaktık. Kur’an’ı öncelikle kendimize okuyacak,  öğrenecek ve öğrendiğimizi yaşayıp ahlak edinecektik. Edinecektik ki, Rabbimizin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağıracak, mücadelenin en güzeli ile mücadele edecektik. Cahiller bize sataştığı zaman “size selam” deyip geçecek; “cahillerden olmaktan Allah’a sığınacaktık.” Sözü dinleyip en güzeline tabi olacak; aleyhimize bile olsa hakkı teslim edecektik. Birbirimize katlanacak, anlamaya ve anlaşmaya gayret edecektik. Allah’ın ipine topluca sarılacak, bir ve beraber olarak gücümüzü koruyacaktık. Allah için birbirimizi sevecek, dinde kardeşler olduğumuzu bilecektik. Düşmanlarımıza karşı şiddetli birbirimize karşı merhametli olacaktık. Kusurlarımızı örtmeye hatalarımızı bağışlamaya çalışacaktık. Kardeşlerimize karşı gönüllerimizden kin ve nefreti atacak, öfkelerimizi yutacak, birbirimizi Allah için sevecektik. Sadece Allah’a kulluk edecek sadece ondan yardım isteyecektik. Zalim ve kâfirlere destek olmayacak, fasıklara itibar etmeyecektik. Dünyanın süsüne aldanmayacak, mal ve evlatlarımızın fitnesine teslim olmayacaktık. Allah’ın rızasını dünya ve içindekilere tercih etmeyecektik. Malımızı ve canımızı Allah’a vererek karşılığında cenneti isteyecektik. Onun yolunda ölmeyi yaşamaya tercih edecektik. Gecelerimizi kaim gündüzlerimizi Saim olarak geçirecek, seher vakitlerinde secdelerde olacaktık. Komşumuz açken bizler tok olarak uyumayacaktık. Mallarını malımız canlarını canımız gibi koruyacak evlatlarını evladımız gibi görüp gözetecektik. Kardeşimizin ayağına batan dikenin acısını duyup ızdırabını gidermeye çalışacaktık. Bencillikten uzak duracak, kendimiz için arzu ettiğimizi kardeşlerimiz için de arzu edecektik. Atalarımızdan intikal eden cahili duygu ve düşüncelere itibar etmeyecek, küfrü imana tercih eden yakınlarımıza sevgi ve sempati beslemeyecektik. Siyahî bir köle başımıza emir olsa, Allah ve Resulüne itaatle emrettiği sürece onu dinleyecek ve itaat edecektik. Allah’a isyanı emreden babamızda olsa dinlemeyecek itaat etmeyecektik. Toplumun menfaatini kendi zararımıza tercih edecek, ümmetin hukukunu koruyacaktık. Kıyamet kopuyor olsa bile elimizdeki bir fidanı yere dikecek, doğayı kirletmeyecek,  tabiatın dengesini bozmayacaktık. Doğrularla amir olacak, yanlışlardan uzak duracak, hakkı ve sabrı tavsiye edecektik. Gözümüzü haramdan, dilimizi yalandan uzak tutacak, helalimizden başkasına yönelmeyecek, namusumuzu koruyacaktık. Bütün bunları yaparken hiçbir kınayıcının kınamasına itibar etmeyecek, Rabbimizin razı olduğu hal ve yol üzere devam edecektik. Bu minval üzere meşruiyet dairesinde yaşayan bir Müslüman olmaktan başka bir düşüncemiz olmayacaktı.  Böylece Allah’ın istediği gibi bir Müslüman olacak, insanları hakka çağıracak iyiliği emredecek kötülüğü yasaklayacaktık.
 
Ama ne oldu ki bu ideallerimizin birçoğunu ayaklar altına aldık? Eğirdiği ipinin kıvrağını bozan kadın gibi yaptıklarımızı heder edip iblisin tuzağına düştük. Başkalarına öğüt verip kendimizi müstağni gördük. Birliğimizi, dirliğimizi, kardeşliğimizi korumak için mücadeleyi bırakıp mazeretlerin arkasına saklandık. Cahili değer yargılarına teslim olduk. Yetmedi onları yüceltmek için kolları sıvayıp işe koyulduk. Densizleştik, bencilleştik yetmedi bireyselleştik derken oda yetmedi kendimizi “biricik eşi bulunmaz Hint kumaşı” sanmaya başladık. Böylece tüm gücümüzü, kuvvetimizi, rüzgârımızı yitirdik.  Batılın karşısında aciz kaldık Güzümüzün önünde paylaşılan mülkümüze sahip çıkamayacak duruma düştük. Bu zilletin zamanı daha dolmadı mı? Gönüllerin Allah’ın zikriyle/Kur’anla titreyip kendine dönme zamanı gelmedi mi? Bunca mazlumun imdadına koşmanın, zalimlere hak ettikleri karşılığı vermenin zamanı gelmedi mi? Özetle Müslüman olduğumuzu hatırlamanın zamanı gelmedi mi? Gelmedi diyorsanız Rabbimizin şu sözüne kulak verelim verelimde taş kesilen yüreklerimiz titreyip kendine gelsin:
 
“İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin titreme zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir. “ (Hadid 57/16)
Sözü dinleyip anlayan düşünen ve doğrusuna tabi olan duyarlı müminlere selam olsun temennilerimizle!..