İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE TEVHİD – İBN TEYMİYYE ÖRNEĞİ –

TEVHİD KAVRAMINA GENEL BİR BAKIŞ:

VAN 22.10.2016 12:14:15 0
İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE TEVHİD – İBN TEYMİYYE ÖRNEĞİ –
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Tevhid inanca ve inancın sistematik yapısına rengini veren en temel dini ilkedir.
Gümüşhane Üniversitesi Yayınları 2013
TEVHİD KAVRAMINA GENEL BİR BAKIŞ:
Tevhid inanca ve inancın sistematik yapısına rengini veren en temel dini ilkedir. “Allah kavramı etrafında örülen bir hayat görüşü ve yaşam tarzına dayalı sistem” fikrinin çekirdeğinde tevhid kavramı yatmaktadır. Dinin içindeki bütün diğer unsurlar, tevhidin bozulması veya yok olmasıyla bozulmakta ve yok olmakta; tevhidin varlığıyla da varlık bulmakta ve canlılıklarını devam ettirebilmektedir.(28) Allah, Hz. Âdem’den beri bütün insanları, tevhid dininin esaslarını kav-rayıp benimseyecek ve hayatlarını bu esaslara göre düzenleyecek seviyede, zihnî, ruhî ve bedenî kapasiteye sahip kılmıştır. Kur’an, Rum 30/30 ayetinde (29) buna işaret etmektedir. İslâm âlimleri de bu ve benzeri ayetlere ve bu hususa işaret eden hadislere dayanarak, insanda hak dinini benimseme temayülü (eğilim) nün fıtrî olduğunu, nitekim “hanif” kavramının “doğru dini benimsemeye yatkın, hayırdan şerre meyleden” gibi anlamlar taşıdığını belirtmişlerdir.(30) Kur’an, Allah’a imana ve O’na yapılması gereken ibadetlere yeni bir anlayış ve kavrayış tarzı getirmiştir. Böylelikle de Allah hakkında müşriklerin ortaya atmaya çalıştıkları tüm yanlış anlamaları ve görüşleri kaldırmaya çalışmış, Allah’ın birliğini ve inancını kabul ettirmek için çabalamıştır.(31) Aslında Allah adı, Cahiliye ve İslâm devirlerinde müşterek bir addır. Yani Kur’an vahyi, bu kelimeyi kullanmaya başladığı zaman o devrin Araplarına yeni ve yabancı bir isim getirmiyordu. O halde Kur’an’ın Allah düşüncesi, İslâm’dan önceki Allah kavramının bir devamı mıydı, yoksa tam bir kopukluk mu vardı?(32) Hemen ifade edelim ki Kur’an’ın tanıttığı Allah, elbette İslâm öncesi dönemin Allah anlayışından ciddi biçimde farklıdır. Kur’an, bu yanlış Allah anlayışı yerine mutlak tevhid prensibini hayata geçirmeyi amaçlamıştır.
İşte Kur’an’ın tevhid kavramı üzerinde bu kadar ciddi ve yoğun bir şekilde durmasının temelinde İslâm’dan önce Müşriklerin, Yahudilerin ve Hıristiyanla rın bu inancı yozlaştırmış olmalarının etkisi yatmaktadır.(33) Yeni bir peygamberin gelişine zemin hazırlayan gelişmeler de, tevhidin yerine ikame edilen şirkten ve bu şirkin zemin hazırladığı her türlü insanî davranış biçiminden kaynaklanmak tadır. Bu durumda Allah’ın, tarihin bir kesitine müdahalesi olarak görebileceğimiz peygamber göndermenin arkasındaki temel sebep de, tevhidi yeniden aslî formuna kavuşturma ve bu aslî formun tahrif edilmesiyle varlık tasavvurunda ortaya çıkan her türlü tahribi de yeniden düzeltmedir. Bu yönüyle İslâm dininde ekmel formuna kavuşan tevhid, o ana kadar yapılan her türlü hatalı vurguyu yeniden düzeltme iddiası sebebiyle en kapsamlı onarım ve dini halis/katışıksız formuna kavuşturma hareketi olarak görülebilir.(34)Tevhid krinin insanlık için getirdiği en büyük kazanım, insanları birçok tanrıya inanmanın getirdiği zihin parçalanma sından ve bağımlılık duygusundan kurtarmasıdır. Kur’an, evrende varolmakta olan her şeyi tek bir varlığa bağlamak suretiyle, iyiliğin kaynağını bir ilaha, kötülüğün kaynağını ise bir başkasına atfeden yahut yaratan ve yarattığının devamını sağlayacak kudret ve inayete sahip bir varlık olarak Allah krine sahip olmakla birlikte, ona götürecek başka aracı varlıkların peşine de düşen her türlü putperest tezahürü yıkmaktadır.(35)Tevhid, dini yalnız Allah’a tahsis etmeyi, ibadette Allah’a başkalarını ortak koşmamayı hedef edinir. Tevhid, şımarıp haddi aşan toplumların ilahlarını, hatta put haline dönüşen değer yargılarını ortadan kaldırmak, onların bu inançtan kaynaklanan menfaatlerini, çıkarlarını kökünden söküp atmak ister. Bunu yaparken de insanları sımsıkı sarıldıkları ilmi değerden yoksun bayağı değer yargılarından kurtarmayı, onların, İslâm’ın öngördüğü manevi değerlere tutunmasını sağlamayı, ayrıca kişinin Allah ile bağlarını güçlendirmeyi gaye olarak kabul eder. İşte insanlığa hidayet ve yol gösterici bir kitap olarak gönderilen Kur’an’ın gayelerinden belki de en önemlisi, Allah’ın zâtını, her türlü noksanlıktan tenzih ederek, insanoğlunu hurafeler den kurtarıp, onun yeryüzün de gerçek mutluluğunu sağlamaktır. (36) Allah’ın varlığı, delil getirme ya da tartışmaya ihtiyaç bırakmayacak ölçüde bir gerçek olduğundan dolayı Kur›an-ı Kerim, Allah›ın varlığını tartış-maya açarak değil, dikkatleri evrene çekerek Allah›ın varlığını anlatma yolunu seçer: “Acaba onlar yaratıcısız mı yaratıldılar, yoksa kendileri mi yaratıcıdır-lar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Onlar düşünüp hakikati anlamazlar”37 âyetinde olduğu gibi. Yüce Allah, rubûbiyyet ve birliğini ispat eden delilleri evrene yerleştirmiş ve insan aklına da bunları anlama yeteneğini vermiştir. İnsan, varlıktaki delillerden hareketle hidayet ile sapıklığı birbirin-den ayırt etme yeteneğiyle donatılmıştır.(38) Allah inancı insanda fıtrî (yaratılıştan) olduğu için, normal şartlarda çevreden olumsuz şekilde etkilenmemiş bir kişinin Allah’ın varlığını ve birliğini kabullenmesi gerekir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan bahseden ayetlerin çoğu, O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu ayetlerde özellikle tevhid inancı üzerinde durularak Allah’ın ortağı ve benzeri olmadığı ısrarla vurgulanmıştır. Allah’ın varlığı konusu, Kur’an’da insan için bilinmesi tabii, zorunlu ve apaçık bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Selim yaratılışı bozulmamış insanın normal olarak yaratanını tanıyacağı belirtilmiştir.(39) İşte bu noktadan hareketle Allah, insanlara yaradılıştan verdiği bu fıtri özelliğe hitap ederek tarih boyunca tevhid prensibini kabule çağırmıştır. Bütün peygamberlerin ortak hede, insanların farklı sebeplerle değiştirdikleri Allah anlayışlarını düzelterek gerçek anlamda tevhide davet etmek olmuştur. Şimdi bu kavramın tarihi arka plandaki seyrini incelemeye çalışacağız.
Tevhid Kavramının Tarihsel Arka Planı:
İnsanlığın inanç tarihinin seyri hususunda farklı iki görüş bulunmak tadır. Bunlardan birincisine göre, aslında insanlık muayyen bir tanrısı olmayan ve kökeninde bir bağlanma ihtiyacının yansıması olmak üzere, muhtelif varlıklara tanrılık izafe eden bir “Çok Tanrıcılık/Politeizm” dünyasında yaşamaktaydı. Zamanla, çokluk krinin tekâmül etmesiyle, tanrılar arasında bir hiyerarşi ve daha sonra da, tek üstün tanrı inancına ulaşıldı.(40) Aslında bu yargı her şeyi bir tekâmüle, yani nedensiz olarak ilkeldenbaşlayıp daha mükemmele doğru seyretmeye bağlayan “Tekâmülcü bakış açısı” nın bir değerlendirmesidir. Buna göre, teklik, çokluktan çıkmış ve yapay bir olgudur.(41) İkinci anlayış ise, inançların temelinin tek tanrı’ya inanış olduğunu belirtir. Buna göre, insanlık temelde, aynı inanç üzere idi; ancak zamanla, değişik nedenlerle bu bütünlük bozulmuş, cemiyetler din namına değişik şeylere bağlanır ve tapınır olmuşlardır. Böylece asıl olan “tevhid inancı” yozlaşmış, bundan çok tanrıcılık ya da soyut sembolik güçlere inanan dinler zuhur etmiştir. Öyleyse aslolan, tevhid inancıdır; diğer inanışlar ise, bir yozlaşma ve dağılmanın neticesidir.(42) Aslında genel anlamda geçmiş milletlere baktığımızda, hemen hemen hepsinin Allah’ın varlığını kabul ettiğini görürüz. Sadece iki sınıf Allah’ın varlığını inkâr etmiştir. Bu iki sınıftan biri, dehrîler/materyalistlerdir. Materyalist olarak bilinen toplumlarda bile bunların sayısı çok azdır.(43) Kur’an-ı Kerim, onlardan şöyle bahsetmek tedir: “Dediler ki: ‘Ne varsa dünya hayatımızdan ibarettir, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder.’ Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur.”(44) Bu inancı taşıyanlara göre, evreni yaratan ve işleri düzenleyip planlayan yoktur. Her şey bir raslantı sonucudur. Bu dünya hayatına öylesine gelmişiz ve hayatımız bu dünya hayatından ibarettir. Âhiret hayatını reddetmeleri, bu inançlarının bir sonucudur.(45) İkinci sınıf ise, tartışmada galip gelmek, başkasını küçümsemek ve bü-yüklük taslamak gibi duygularla Allah›ın varlığını inkâr eden müstekbirlerdir. Aslında bunlar, içlerinde Allah›ın varlığına inanırlar. Firavun›u buna örnek olarak verebiliriz. Daha önce Hâmân a :
“Bana yüksek bir kule yap ki çıkıp Musa nın tanrısına bakayım”, deyip alay ederken denizde boğulmayla karşı karşıya kaldığında: “Gerçekten İsrail oğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de Müslümanlardanım” demiştir.(46)
Sözü geçen iki grup dışındaki toplumlarda Allah inancı vardır, ancak bu inanç çoğu zaman Kur’an’ın yerleştirmeye çalıştığı tevhid anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Kur’an onların bu sakat Allah anlayışlarını anlatan kıssalarla doludur. Bu sapıklığı ortadan kaldırmak için yüce Allah her dönemde değişik toplumlara kendi içlerinden peygamberler göndermiş ve son olarak da bu görev için Hz. Muhammed’i memur kılmıştır. Söz konusu bütün peygamberler in-sanları şuna davet etmiştir; bütün anlamları itibariyle Rab sadece bir tanedir. Bu tek Rab ise Allah’tır. Rubûbiyyet bölünmez bir bütündür. Rubûbiyyette hiçbir anlamda hiçbir yaratığın, Allah’tan başka hiç kimsenin en ufak payı yoktur. Kâinat nizamı tek bir ilahın yaratmış olduğu kâmil, külli bir nizamdır. Yine bu nizam üzerinde bir tek ilahın hâkimiyeti vardır. Bu nizamda bütün yetki ve güçlerin sahibi de yine o bir tek ilahtır.(47) Bu çağrı Kur’an’da şöyle dile getirilmiştir: “Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azîzdir ve çok bağışlayandır. Allah sizi bir tek nesten (Âdem’den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karın-larında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?”(48) “(Resûlüm!) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? Allah diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz? İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyor sunuz? ” (49) “Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek üm-met olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin. (İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular.
Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir.”(50) Kur’an’da bu ayetler gibi tevhide çağrı yapan daha onlarca ayet vardır.(51) Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Kur’an, rubûbiyyeti tamamıyla hâkimiyet ve egemenlikle eşanlamda tutmakta ve Rabb’in kâinatın mutlak sultanı, ortaksız sahibi ve hâkimi olduğu şeklinde bir düşünceyi gözlerimizin önüne sermektedir.(52) İnsanların Nuh (a.s) zamanına kadar tek ümmet olduklarını; bozulma ve dejenerasyonun onun zamanından itibaren başladığını söyleyen ve kabul gören görüşü, bizzât Nuh’un adıyla anılan surede bulmaktayız. Nuh Suresi, baştan sona, Nuh’un kavminin serkeşliğini, isyankârlığını ve söz dinlemezliğini; inadına küfürde ısrar ve direnişini konu alır. O ana değin, insanlığın üzerinde olduğu fıtri-tabii dinin, tevhid inancının nasıl yozlaşma ya başladığını ise, Nuh kavmi hakkında nakledilen şu ifadeler çok iyi ortaya koymaktadır.(53)“Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suvâ’dan, Yeğûs’tan, Ye’ûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin! (Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zâlimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!”(54)Ayette geçen Vedd, Süva, Yeğus, Ye’uk ve Nesr birer put ismidir. Hz. Nuh’un gönderildiği toplum bunlara tapıyorlardı. Konu ile ilgili rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, biçim ve muhteva değişmiş olsada, bu putların isimleri bir kült olarak nesilden nesile taşınmış, bazıları evrim geçirerek Hz. Peygamber zamanına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Şimdi, bu putların geçmişte ve ayetin indiği çağda hangi kabilenin totemi olduğunu, aslının neye dayandığını dile getiren bir Buhari rivayetine bakalım. İbn Abbas bu ayetin yorumunda diyor ki: Önceleri Nuh kavmine ait olan bu putlar, sonradan Arapların putları haline geldi. Vedd, Kelb kabilesi-nin Dumetü’l Cendel’deki putuydu. Süva’, Huzeyl’in putuydu. Yeğus, önce Murad kabilesinin putuydu, daha sonra Sebe ile birlikte Cevf’te yer alan Beni Ğatif’in putu oldu. Ye’uk, Hemedan’ın putuydu. Nesr’e gelince, o da Zi’l Kela soyundan gelen Himyerlilerin putu y du. Bunlar Nuh (a.s) kavmine mensup salih insanların isimleriydi. Onlar öldükleri zaman her birinin adını kutsal adak yerlerine verdiler. Önceleri bunu yapıyorlardı, fakat tapınılmıyor du. Ta ki, o nesiller geçip gitti, ve bu kutsal yerler hakkındaki gerçek bilgi unutuldu, sonraki nesiller tarafından ibadet edilmeye başlandı.(55) Taberi’ nin naklettiği bir başka rivayette ise şöyle deniyor: “Bu isimler, Âdemoğul  larından salih bir topluluktu. Onların izini takib eden bağlıları vardı. Bu salih zâtlar ölünce, onların bağlıları şöyle dediler: Keşke onların suretlerini yapsak; onları hatırladığımız zaman, daha bir şevkle ibadet yaparız. Ve başladılar suretlerini yapmaya. Onlar öldüler, yeni gelen nesiller onların izinden gitti. İblis, onlara ‘eski nesiller onlara tapıyorlar, onların hürmetine yağmur yağıyordu’ düşüncesini fısıldayarak onları ayarttı. Bu kez onlar tapmaya başladılar.”(56) Bu rivayet, birinci rivayeti pekiştirdiği gibi, muhtemel bir rivayet hatası nedeniyle arız olan zaafını da gideriyor.Benzer şekilde İbn Kesir de bu ayetin tefsirinde, bu zâtların bir zamanlar salih kimseler olduklarını ifade etmektedir.(57) Bu ayet ile ilgili yorumunda Nese, Vedd’in erkek, Süva’nın kadın, Yeğüs’un arslan, Ye’uk’un at, Nesr’in ise kartal suretinde olduğunu söyleyerek, bunların bir zamanlar salih kişiler olduğunu söylemektedir.(58) Beydavi bu isimler için şu ifadelere yer verir: “Bu zâtlar Âdem (a.s) ile Nuh (a.s) arasında yaşamış salih insanlar idiler.”(59) Tevhid inancındaki yozlaşmanın Nuh (a.s) zamanında başladığını bil-diren bu ayetler ile onların tefsiri mahiyetindeki açıklamalar, bu beş putun adını özellikle zikretmekte dirler. Şu halde insanlar, Nuh zamanın dan itibaren, içinde bulundukları fıtri-tabii safveti bozmaya başlamışlar, kudsiyet ve kulluk duygusunun hakiki objesi, konusu olan Allah’ı ikinci plana iterek, “Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz….”60 ayetinin de ifade ettiği gibi, kutsallığı, tapınmanın yeni objesi olan nesnelere yüklemişlerdir.(61)Öte yandan Kur’an, Nuh kavminden sonra Ad kavmini zikreder. Bu kavim de diğer kavimler gibi aslında Allah’ın varlığını inkâr etmiyor ve ilahlığını yadsımıyordu. Nitekim Hz. Nuh (a.s)’un kavminin kabul edip benimsediği manada bu kavim de Allah’ı Rab olarak görüyor ve benimsiyordu, ancak bu kavimle peygamberleri olan Hud (a.s) arasındaki çekişmenin odak noktasını da yukarıda Nuh (a.s)’un kavmi ile ilgili arzettiğimiz sapmalar, yani Allah’tan başka ilahlar, rabler edinme olgusu oluşturmaktaydı.(62)Bu durum da Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?…Onlar dediler ki: Sen bize tek Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir.”(63)Tarihi süreç içerisinde Ad kavminden sonra en azgın kavimlerden biri olan Semud kavmine baktığımızda onlar da Allah’ın varlığını, O’nun İlah ve Rab olmasını inkâr etmedikleri gibi O’na ibadet etmeyi de yadsımamışlardır. Fakat onlar, Allah’ın yalnız başına ilahlığını, ibadetin sadece O’na yapılacağını ve rubûbiyyetin bütün anlamlarıyla sırf Allah’a ait olduğunu benimsemeyip, Allah’tan başka yardıma koşan, ihtiyaçları karşılayan ve sorunları çözen ilahlar da olabileceği konusunda ısrar etmişlerdir.64Semud kavmiyle ilgili bilgiyi Kur’an’da, Hud Suresinde buluyoruz:“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O halde O’ndan mağret isteyin; sonra da O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir. Dediler ki: Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımı zın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz.”(65)
İbrahim (a.s)’ın kavminin durumu da Nuh, Ad ve Semud kavimlerinden farklı değildir. Onlar da Allah’ın varlığını kabul ediyor, O’nun rab olduğunu, yerin ve göklerin yaratıcısı ve kâinat nizamının yürütücüsü olduğunu biliyorlardı. Hatta Allah’a ibadet etmeyi inkâr da etmiyorlardı. Ancak, gök cisimlerini de rubûbiyyete ortak görüyor, bu nedenle Allah’la birlikte onları da mabud kabul ediyorlardı. (66) Kur’an’ın hiçbir yerinde Hz. İbrahim (a.s)’in, kavmini Allah’ın varlığına ve O’nun Rab ve İlah olduğuna inandırmaya çalıştığını gösteren bir ayet yoktur. Bilakis konuyla ilgili her ayette sadece Allah’ın “tek Rab” ve “tek İlah” olduğu, O’ndan başka rab ve ilah olmadığı olgusu işlenmektedir. Konu ile ilgili ayetler şunlardır:“Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?”(67) “Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.”(68)Hz. İbrahim (a.s)’in ayetlerde geçen sözlerinden, yukarıda kavmiyle ilgili olarak ifade ettiğimiz, Allah’tan habersiz olmadıkları, O’nun âlemlerin Rabbi ve mabudu olduğunu kabul ettikleri, ancak rubûbiyyet ve ulûhiyyette başkalarını ortak koştukları gerçeği açıkça anlaşılmaktadır. Semavi dinlerden Musevilik ve Hıristiyanlığa baktığımızda, önceki kavimlerde görülen sapmaların onlarda da olduğunu görmekteyiz. Ayrıca İslâm öncesi cahiliye Arapları da tevhid konusundaki sapmalarda dikkatle incelenmesi gereken toplumdur. Şimdi bunları müstakil başlıklar altında ele almaya çalışacağız.
Tevhid açısından Hıristiyanlar:
Hıristiyanlar Allah’ın veya bir sıfatının İsa’nın bedenine veya ruhuna geçtiğini ifade eden hulûl inancını benimsemiş lerdir. Bundan inançtan dolayı onların da çoğunlukla saf dinlerini bozarak kendilerini şirke sokmuş olduklarını görmekteyiz. (81)Hulûl teriminin ifade ettiği manaya yakın olmakla birlikte ittihad; Hıristiyan inancına göre Allah’ın veya O’nun bir sıfatının İsa’nın bedeni ile ya da ruhu ile birleşmiş olduğunu ifade etmektedir.(82) Mesela Miladi 325 yılında İznik konsilinde şu deklare edilmişti: İsa, ulûhiyyet ve beşeriyet vasfına ayrı ayrı sahip bulunmaktadır. Bu vasıflar birbirine mezcedilemeyeceği gibi değişme veya cüzlere ayrılma diye bir şey de olamaz. Buna karşı çıkılıp sıfatlar birleştirilemez.(83) Ayrıca Hıristiyanların Allah’ın birliğine ters düşen “teslis” inancı vardır. Teslis dogmasına inanmakla birlikte kendilerini tek tanrıya inananlar olarak görmektedirler. Hıristiyanlar Teslis (üçlü birlik)’ten bahsederken tanrının tek olduğunu kastetmektedirler. Çünkü buradaki üçün matematik ötesi bir sayı olduğunu ve daima birin aynı olduğunu kabul ederler.(84) Teslis doktrini, Hıristiyanlara göre, tek başına insan aklıyla değil, ancak ilhamla anlaşılabilen bir sırdır. Bundan dolayı teslis, “izah edilmesi zor, fakat inanılması gerekli bir sır” olarak formülleştirilmiştir.(85)Bunu genel hatları ile şöyle açıklamışlardır: “Hz. İsa, Allah’ın çocuğu olma vasfını, insanın gömleğini giydiği gibi giymiştir. Lâhut (ulûhiyyet), nâsut (insanlık) gömleğine bürünmüştür.”(86) Kur’an’da Hıristiyanlar’ın bu inancı sert bir şekilde eleştirilmiştir:“Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir.”(87) Ancak bazı müsteşrikler, Kur’ân’ın teslis akidesini eleştirme diğini, bu konuyla ilgili ayetin yanlış anlaşıldığını iddia etmektedirler. Mesela Montgomery Watt bu konuyla ilgili şöyle demektedir :
“Teslis akidesi muğlâk ve ince bir konudur ve çoğu sıradan Hıristiyan bunu bütünüyle açıklayabilme gücünden yoksun olarak sadece kabul eder. Kur’ân’ın genel olarak teslis akidesini eleştirdiği sanılır ama bunun böyle olduğu kesin değildir. Konuyla ilgili ayetlerden biri Maide Suresinin (73’) üncü ayeti olan “Allâh için üçün üçüncüsüdür diyenler küfre sapmışlardır, bir Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur” ayetidir. Gerçek anlamıyla alındığında bu ayet üç uknuma değil üç tanrıya inanmayı yermektedir ve bir Hıristiyan görüş açısından da üç tanrıya inanmak sapıklıktır. Hatta bazı Hıristiyan ilâhîyatçılar, üç esası (uknum) İslâm’daki Allâh’ın sıfatlarıyla mukayese etmişlerdir.”(88) Hangi şekilde izah edilmeye çalışılırsa çalışılsın ayetteki ifade çok açıktır. Sonuçta Hıristiyanlar da tevhid akidesini tahrif etmiş, ulûhiyyet ve rubûbiyyet hususunda sapmış, tevhid ilkesini yozlaştırma hususunda kendilerinden önceki milletlerin durumuna düşmüşlerdir.
 
Tevhid açısından Müşrikler:
Şirk ve müşrik terimleri söz konusu edildiğinde genelde Kur’ân’ın indiği dönemdeki müşrik Araplar zihne gelir. Müşrik Araplar taştan yapılmış putlara tapmakla birlikte Allah’ın varlığını da kabul ediyorlardı.(89)Arap müşrikleri sadece Allah’ın varlığını kabul etmekle kalmayıp O’nun, kendi ilâhları da dâhil olmak üzere bütün âlemin yaratıcısı, maliki ve en üstün Rabbi olduğuna inanıyorlardı.(90) O’nu rab ve ilah olarak kabul ediyorlardı. Herhangi bir sorunla karşılaşınca ya da bir musibetle yüz yüze olma durumun-da, sığındıkları en son makam yine Allah Teâlâ idi. Kısaca Allah’a ibadet ve kulluğu inkâr etmiyorlardı.(91) Kur’an’da Müşriklerle ilgili ayetlere baktığımızda bunu açıkça görmek-teyiz:“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka, ‘Allah’ derler. O halde nasıl (hak-tan) çevrilip döndürülü yorlar?”(92) “Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?’ diye sorsan, mutlaka, ‘Allah’ derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.”(93) “(Resûlüm!) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? ‘Allah’ diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz?”(94) Arabistan paganizminin düşünce sistemi içindeki Allah kavramı yapısın-da şu beş özellik görülmektedir:
Allah dünyanın yaratıcısıdır.
Yağmuru veren O’dur, daha genel olarak Arz üzerinde yaşayan her şeye hayat veren O’dur.
Yemin törenlerine başkanlık eden O’dur.
Geçici diyebileceğimiz bir monoteizm (tevhid)’in objesidir. Kur’an’ın “imanlarını (geçici olarak) yalnız O’na hasrederler”(95) cümlesinde anlaşılan bir varlıktır.
Nihayet Allah, Kâbe’nin rabbidir.(96)
Burada hemen şunu söylemek gerekir ki Kur’an’ın onları yerdiği en önemli husus, onların bir taraftan Allah’ı göklerin ve yerin yaratıcısı olarak kabul etmeleri, ama bunun yanında yalnız O’na ibadet edileceğini, O’ndan başkasına tapılamayacağını bilmemeleri,(97) putları da Allah’a denk tutmaları ve onları da birer ilah kabul etmeleridir.(98)Aslında onları müşrik yapan inkârları değil, Allah tasavvurlarındaki yanlışlıklarıdır. Çünkü onlar Allah’a inanıyorlar, fakat inandıkları Allah’ın “uzak” olduğunu düşünüyorlardı. Bu düşünce onlarda, “kendilerini O’na yaklaştıracak aracı” arayışını geliştirdi.(99) Hatta bununla da yetinmeyerek “Tevhid”e aykırı bir biçimde, Allah’a çocuk isnad ederek, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını iddia ettiler ve böylece O’nun kullarından bir kısmını kendisinin cüz’ü saydılar.(100) Kur’an’da bu durum şöyle ifade edilmektedir:“Onlar, kızların Allah’a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. Beğendikleri de (erkek çocuklar) kendilerinin oluyor.”(101)“Ama onlar, kullarından bir kısmını, O’nun bir cüzü kıldılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür.”(102) Böylece ruhani varlıklara da ulûhiyyet vererek tapmışlardır. Onlar âlemin asıllarından her birini bir meleğe havale ettiğini söylüyor, âlemi tedbir ve tanzim edenin melekler olduğuna inanıyorlardı.(103) Şayet onları razı ederlerse, kendileri için Allah’a tavassutta bulunup şefaat edeceklerini düşünüyorlardı.(104) Ayrıca müşriklerin, yukarıda ifade ettiğimiz uzak Allah anlayışlarından dolayı kendilerini Allah’a yaklaştıracağı na inandıkları muhtelif putlara taptık-larını da bilmekteyiz.Burada üzerinde durulması gereken bir husus şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Bu insanlar acaba putların şahsına mı ibadet ediyorlardı, yoksa onlar birer sembol mü idiler? Bir başka ifadeyle, taştan, tahtadan, madenden yapıl-mış timsallere, hayvanlara ve gök cisimlerine insanların tapmalarının sebebi ve kaynağı ne olabilirdi?(105) Bu hususta eski ve yeni araştırıcıların vardığı ortak kanaat şudur: Kâinatta Allah›tan başka hiçbir varlığa sırf kendisi için tapınıldığına rastlan-mamıştır. Tapınılan bu müşahhas varlıkların arka planında, insanlara, melek-lere, cinlere, hatta bazı mekânlara, kısaca kutlu ve saygın olarak kabul edilen tüm varlıklara tazim vardır. Onlara olan bu hürmet ve saygı, önce şekillere dökülmüş, arkasından gelenler ise bunların ilk delâletlerini unutarak onlara tapınmaya başlamışlardı.(106) Putlar kitabıyla meşhur olan İbnu’l-Kelbi (v. 204/820)’nin anlattığına göre Arapları putlara ve taşlara tapmaya sürükleyen en önemli faktör şu ol-muştur: Mekke’den başka bir yere göç eden kimseler, Kâbeye olan saygıları sebebiyle, yanlarına bu kutlu bölgeden bir taş almaksızın uzaklaşmazlardı. Nereye konaklasalar beraberlerinde götürdükleri taşı bir yere koyar ve tıpkı Kâbeyi tavaf ettikleri gibi, kendilerine uğur getirmesi duygusuyla o taşın etrafını tavaf ederlerdi.107 Böylece taşa tapmaya başlayan cahiliye çağı insanı tapınacağı taşı yanında taşır, daha güzelini görünce de eskisini atar ve bu ikinci bulduğuna tapardı. Taş binek hayvanından düştüğü zaman da, tanrısının düştüğünü söyler ve yeni bir taş daha arardı.(108)Mekkeli her ev sahibinin evinde, taptıkları birer putları vardı. Birisi bir yolculuğa çıktığında evinde yaptığı son iş, eliyle putuna dokunmak olduğu gibi, yolculuk dönüşünde de ilk işi yine ona dokunmaktı. Bu toplum, vasıtasız olarak Allah’a ibadete ehil olmadıklarını söylüyor ve O’na vasıta ve şefaatçiler olmadan, ulaşılamaya cağını iddia ediyorlardı.(109)Onlar şirkte öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, en mukaddes olarak değerlendirdik leri Kâbe’nin etrafında 360 tane putları vardı. Bu durum sadece Arabistan’a has değildi. Hindistan’da o dönemde yani 6. yüzyılda 330 milyon put olduğundan söz edilmektedir. O asrın nüfusu göz önüne alındığında bir kişiye onlarca put düşerdi dersek her halde mübalağa yapmış sayılmayız.(110) Cahiliyye Arapları Hz. İbrahim ve İsmail’den öğrendikleri gibi hac ve umre yapıyorlardı. Araplar, hem puta tapmayı ve hem de ibadet etmeyi çok sevmiş olmalılar ki hoşlarına giden her şeye tapmaya başladılar ve bu durum onlara gerçek dinlerini unutturdu. Hz. İbrahim ve İsmail’den devralmış ol-dukları hanif diniyle kendi uydurdukları sözde dinlerini değiştirmiş oldular. Böylelikle de eski müşrik toplumların düştüğü şirk bataklığına düşmüşlerdi.(111) Kur’an’a baktığımızda Müşriklerin sadece darda kaldıklarında Allah’ı hatırladıklarını görüyoruz. Kur’an’ın birçok yerinde, Arapların hemen hiç kurtuluş ümidi kalmayan bir tehlike içinde, özellikle deniz üstünde kaldıkları zaman “dinlerini yalnız O’na özgü yaparak” Allah’a yöneldiklerini okuyoruz:(112 )“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak (ihlâsla) O’na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zâten bizim âyetlerimizi, ancak nan-kör hâinler bilerek inkâr eder.”(113) Bu da gösteriyor ki hayatlarının hakikaten tehlikede olduğunu sezdikleri zaman müşrik Araplar, geçici bir tevhide başvuruyorlardı.(şirk ten uzaklaşıp,gerçek olan şekilde dua ediyorlardı desek daha doğru olur.ali göçmez) Zira Kur’an’da birçok ayette böyle dua eden kimselerin kıyıya vardıkları, karaya çıkacaklarından emin oldukları zaman derhal dönüp Allah’a ortak koştukları söylenir.(114) “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Ona has kılarak (ihlâsla) Allah›a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah›a) ortak koşmaktadırlar.”(115)
Görüldüğü gibi müşrik Araplar da tevhid konusunda kendilerinden önceki milletlerin düşmüş oldukları sapkınlığa düşmüşlerdir. Her ne kadar Allah’ın varlığını kabul ederek O’na aracılar kılmak üzere putlara tapındıklarını söyleseler de, onları tapındıkları putlar nedeniyle insan-biçimci tanrı anlayışı sınıfına koymak gerekmektedir.
Dipnotlar;
28 : Düzgün, Şaban Ali, “Kur’an’ın Tevhid Felsefesi”, Kelâm Araştırmaları, 3:1, İstanbul, 2005, s. 3.
29 : (Resulüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah›ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.
30 : Çelik, Ahmet, Kur’an ve Sünnet Işığında Kelime-i Tevhid’in Ameli Boyutu, Ekev Yayınları, Erzurum, 2002, s. 23.
31 : Çelik, a.g.e., s. 30.
32 : Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Kevser Yayınları, Ankara, tsz., s. 89.
33: Paçacı, Mehmet, “İhlâs Suresi’nin Sami Geleneği Perspektinden Bir Tefsiri”, İslâmiyat, 1:3, Ankara, 1998, s. 64, 65.
34 : Düzgün, a.g.mak., s. 4.
35 : Düzgün, a.g.mak., s. 6.
36 : Çelik, a.g.e., s. 27.
37 : Tûr, 52/35-36.
38 : Şimşek, M. Said, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 52, 53.
39 : İlmihal, İman ve İbadetler, Komisyon, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2006, s. 83.
40  Kılıç, Sadık, Kur’an’ ı Anlama Sorunu, İhtar Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 166.
41 :Kılıç, a.g.e., s. 166.
42 : Kılıç, a.g.e., s. 166.
43 : Şimşek, a.g.e., s. 53, 54.
44 : Casiye, 45/24.
45 : Şimşek, a.g.e., s. 53, 54.
46 : Şimşek, a.g.e., s. 53, 54.
47 : Mevdudi, Ebu’l-Ala, Kur’an’ın Dört Temel Terimi (Kur’an Ki Çar Bünyadi Istılahi), çev. Mahmut Osmanoğlu, Özgün Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 93, 94.
48 :Zümer, 39/5, 6.
49 : Yunus, 10/31, 32.
50 :Enbiya, 21/92, 93.
51 :A’raf, 7/54; Mü’min, 40/61-65 ; Fatır, 35/11-14; A’raf, 7/3; Al-i İmran, 3/64; Kehf, 18/110; Rum, 30/26-30; Zümer, 39/67; Meryem, 19/65; Casiye, 45/36, 37; Hud, 11/123; Nas, 114/1-3.
52 : Mevdudi, a.g.e., s. 98.53  Kılıç, a.g.e., s. 178.54  Nuh, 71/23, 24.
55 :Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhari, Dâru Sâdır, Beyrut, 2004, Tefsir, 398, (4636).
56 :Taberi, Muhammed b. Cerir b. Yezid b. Halid, Camiu’l-Beyan an Te’vil-i Âyi’l-Kur’an, Darü’l Kütübi’l İlmiyye, Beyrut, 1407, XII, s. 253.
57: İbn Kesir, Tefsir-u İbn Kesir, Dar-u İbn Kesir, Beyrut, 2001, III, s. 551.
58 : Nese, Ahmed b. Mahmud, Tefsiru’n-Nese, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1999, III, s. 545.59  Beydavi, Ömer b. Muhammed eş-Şirazi, Tefsiru’l Beydavi, Darü’l Kütübi’l İlmiyye, Bey-rut, 2003, II, s. 531.60  Zümer, 39/3.
61:Kılıç, a.g.e., s. 179, 180.
62:Mevdudi, a.g.e., s. 57.
63: A’raf, 7/65-70.
64: Mevdudi, a.g.e., s. 58.
65: Hud, 11/61, 62.
66 :Mevdudi, a.g.e., s. 59, 60.
67 :En’am, 6/81.
68 :Meryem, 19/48; ayrıca bkz. Enbiya, 21/56-66; Saffat, 37/85-87; Mümtehine, 60/4.
 
81: Razi, Fahruddîn, Muhammed b. Ömer el-Huseyn b. Ali, et-Tefsîru’l-Kebîr (Mefâtihu’l-Gayb), trc. Suat Yıldırım- Lütfullah Cebeci- Sadık Kılıç- C. Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara, tsz., XVI, s. 191.
82: Razi, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, s. 210.
83:Çelik, a.g.e., s. 26.
84: Aydın, Mehmet, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, s. 47; Maturidi, a.g.e., s. 151.
85:Tümer, a.g.e., s. 258.
86:İbn Teymiyye, Tefsîr-u Sureti’l-İhlâs (İhlâs ve Tevhid), çev. Abdi Keskinsoy, Pınar Yayınları, İstanbul, 2001, s. 94.
87:Maide, 5/73.
88:Watt, Montgomery, Günümüzde İslâm ve Hırıstiyanlık, trc. Turan Koç, İz Yayınları, İstanbul, 2002, s. 90, 91.
84:Aydın, Mehmet, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, s. 47; Maturidi, a.g.e., s. 151.
85:Tümer, a.g.e., s. 258.
86:İbn Teymiyye, Tefsîr-u Sureti’l-İhlâs (İhlâs ve Tevhid), çev. Abdi Keskinsoy, Pınar Yayın-ları, İstanbul, 2001, s. 94.
87:Maide, 5/73.
88:Watt, Montgomery, Günümüzde İslâm ve Hırıstiyanlık, trc. Turan Koç, İz Yayınları, İstanbul, 2002, s. 90, 91.
89: Altıntaş, Ramazan, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Sebat Yayınları, Konya, 1990, s. 77; Tümer, a.g.e., s. 299, 300; Şimşek, a.g.e., s. 42.
90 : Mevdudi, a.g.e., s. 75.
91: Izutsu, a.g.e., s. 96; Özler, Mevlüt, İslam Düşüncesinde Tevhid, Nun Yayınları, İstanbul, 1995, s. 42; Mevdudi, a.g.e., s. 85; İslamoğlu, Mustafa, Alemlerin Rabbi Allah (Bilmek-Tanımak-Anlamak), Denge Yayınları, İstanbul, 2006, s. 24.
92: Ankebut, 29/61.
93:Ankebut, 29/63.
94:Yunus, 10/31.
95  Lokman, 31/32.
96  Izutsu, a.g.e., s. 95.
97  Izutsu, a.g.e., s. 96.
98  Özler, a.g.e., s. 42.
99  İslamoğlu, a.g.e., s. 25.
100  Özler, a.g.e., s. 43.
101  Nahl, 16/57.
102  Zuhruf, 43/15.
103 :Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 220, 221.
104 :İslamoğlu, a.g.e., s. 79.
105: Özler, a.g.e., s. 46.
106:Özler, a.g.e., s. 46, 47.
107:İbnu’l-Kelbi, Hişam b. Muhammed, Kitabu’l-Asnam (Putlar Kitabı), çev. Beyza Düşün-gen, A.Ü.İ.F. Yayınları, Ankara, 1968, s. 26,27; Özler, a.g.e., s. 47.
108: Özler, a.g.e., s. 47.
109 :Özler, a.g.e., s. 44, 45.
110 :Çelik, a.g.e., s. 25, 26.
111:İbnu’l-Kelbi, a.g.e., s. 27.
112 :Izutsu, a.g.e., s. 96, 97.
113 :Lokman, 31/32.
114 : izutsu, a.g.e., s. 96, 97.
115 :Ankebut, 29/65

İktibas Dergisi/ Ekim 2016/454/ Dr. Berat Sarıkaya