İslamoğlu İle “İnsan”a dair - [SÖYLEŞİ]

İnsan ve beşer arasındaki fark nedir?

VAN 4.02.2014 18:19:35 0
İslamoğlu İle “İnsan”a dair - [SÖYLEŞİ]
Tarih: 01.01.0001 00:00

Mustafa İslamoğlu İle “İnsan”a dair - [SÖYLEŞİ] - BİLGE ADAMLAR DERGİSİ
Mustafa İslamoğlu Hocamızın İnsanın Yaratılışı ile ilgili Bilge Adamlar Dergisine verdiği söyleşi:
Mustafa İslamoğlu İle “İnsan”a dair…..
Nuh tufanında ne olmuştur mesela her hayvandan birer çift alınması ne demektir penguenleri nasıl toplamıştır..2.olarak mesela inanma bir önkabuldür diyor.yani kutsala inanma ihtiyacı korkuları ile başedemeyip sığınma ve güvenme ihtiyacından kaynaklanır diyor. 3.şayetakletmiyorlarsa; seni dinlemelerine rağmen sağırlarsa sen mı işittireceksin"(yunus10/42) ayetine acaba akledildiği için karşı çıkılmış olamazmı yani sadece inananlar mı aklermiş oluyor gibi bir çok soru çıkmazı mevcut
BİLGE ADAMLAR: Her alanda konuşan ve fikir üretenler olmamıza rağmen, kendi varlığımız, insani kimliğimiz yaratılış ve sorumluluğumuz üzerinde gereği kadar düşünmediğimiz kanaatindeyim. İnsan nedir? Biz neyiz? diye başlarsak, Kuran’dan mülhem nasıl bir insan tanımı yaparsınız?
MUSTAFA İSLAMOĞLU: İnsanın tanımı, nerden bakıldığına bağlı olarak değişse gerektir. İnsan, insana göre tanımlanacak olursa; “insan, insanın sorunudur”. İnsan Allah’a göre tanımlanacak olursa; “insan, Allah’ın umududur.” İnsan tabiata göre tanımlanacak olursa; “insan, tabiatın halifesidir, ustasıdır.” Nereye baktığınıza bağlı olarak bir insan tarifi yapmak mümkündür.
İnsan ve beşer arasındaki fark nedir?
Esasında fakirin Kur’an’dan yola çıkarak vardığı bir takım sonuçlar var. Bu sonuçlar çok yeni olduğu için çok fazla seslendirilebilmiş, sindirilebilmiş sonuçlar olmasa da bendeniz bunu fırsat düştükçe, yeri geldikçe açıklıyorum. Kur’an’ın bize ifade ettiği hakikatin bu olduğuna inanıyorum. Bunun için de çok rahatım, gönlüm çok rahat, çünkü insanı Allah’tan daha iyi kimse tanıyamaz. İnsanı tanıyacağımız birinci kaynak onu yaratandır. O nedenle Kur’an’dan yola çıkarak bu sualinize cevap verecek olursak; insan, insan olmadan önce beşer idi. Al-i İmran suresinin 35. ayetinde dört unsur sayılır Allah’ın seçtiği: “şüphe yok ki Allah, Adem’i ve Nuh’u seçti. İbrahim ailesini ve İmran ailesini de seçti.” İlk ikisi fert, son ikisi aile. İlk seçilen Adem. Bir şeyin seçiminden söz ediliyorsa orada içinden seçildiği birden çok alternatif var demektir. O zaman Adem neyin içinden seçildi? Eğer Adem Yahudi ilahiyatından bize geçtiği gibi tek ise o zaman Adem’in seçiminden nasıl söz edilebilir. Nuh’un nasıl seçildiğini biliyoruz. İnsan soyu içerisinden seçildi Nuh… İbrahim ailesinin çağının ailelerinden seçildiğini biliyoruz. İmran ailesinin de çağının aileleri içinden seçildiğini biliyoruz. Hepsi kendi türünün içinden seçiliyor. Birçok üye var ve bu üyelerin içinden Rabbimiz birini seçiyor. O zaman insan hangi üyelerin içinden seçildi, suali önem kazanıyor. İşte Adem’in içinden seçildiği o varlıklar canlılar kategorisini temsil ediyordu, insan insan olmadan önce o kategoriye dahil idi.
Adem ruh üflenmeden önce beşerdi. Yani insan, insan suretinde idi. Fakat insan siretinde değildi. Kur’an O’na beşer diyor. Beşere ruh üflenince, akıl, irade ve vicdan verilmiş oldu. Ruh üflenmeden evvel iki şeyden müteşekkildi: ceset ve can… Tıpkı diğer canlılar gibi. Ruh üflenince insan oldu. Zaten ruh üflendikten sonra, meleklere secde emri verildi. Esasında secde ettikleri şey üflenen ruh ile insanın kazandığı mertebeye, yani mubarek İsra suresinin 70. ayetindeki “mükerrem kılınışa” idi. Dolayısıyla insanın insanlaşmadan önceki safhasına beşer diyoruz. Ama bu beşere ruh üflenip de irade, akıl ve vicdan sahibi olduktan sonra beşerlikten çıktığı anlamına gelmiyor. Beşerliğin üstüne irade ve akıl verildi. Ama o öz, o hayvani öz insanda mündemiç oldu. Zaten kıyamete dek bu hep böyle devam edecek. Onun için insanın içinde bir hayvan tarafı hep var. Aslında nefis dediğimiz şey insanı beşer yanına çeken şey.
O zaman insanın tekamül sürecinden söz etmiş oluyoruz. Beşerden insanlığa doğru gelişen, değişen ve yükselen bir tekamül sürecinden bahsetmiş oluyoruz. Peki buradan Darwin’e ekmek çıkar mı?
Çıkmaz… Darwin aslında Allah’ın bir yasasını keşfetti. Tekamül yasasını keşfetti. Allah’ın tekamül kanununa tabii olmayan kainatta hiçbir şey yok! Yani mahluk olup da tekamül etmeyen bir şey yok. Bir şeyin tekamül etmemesi için onun mükemmel olması lazım. Hemen ilave edeyim: Kamil diye gelişmesi devam eden şeye deriz. Mükemmel ise son noktayı bulmuş ve tamamlanmış olana denir. Bu durumda tek mükemmel varlık vardır, o da Allah’tır. Tekamül etmediğini düşündüğümüz şey tanrı olur. Çünkü mükemmel olan tekamül etmez. Noksan olan tekamül eder. Mahlukat noksandır. Ve mahlukatı yaratan da Rabbu’l-Alemin’dir.
Rububiyyet terbiyedir. Terbiye ettikçe terbiye ettiği tekamül edecektir. Bu gayet doğaldır. Yani hem yaratan açısından gerekli hem de yaratılan açısından gereklidir. Bu manada Darwin’e neden ekmek çıkmaz; çünkü Darwin Allah’ın bu yasasını keşfetti ama bunu manipüle etti. Üç operatör bunlar: Freud, Marks, Darwin. Darwin bunu manipüle etti. Zira maksadı insanın eşrefiyetini keşfetmek değildi. Diğer iki operatör gibi “indirgemeciliği” esas aldı. Çıkış paradiğması “indirgemeciydi”. İnsanı biyolojik varlığına indirgedi. Bu, insanı istatistiğe indirgemekti. Darwin türler arasında geçiş teorisine yatırım yaptı. Oysa tezinin en zayıf halkası buydu, ama o tezinin güçlü tarafını zayıf yanlarının üzerini sütre gibi örttü. Bunu da çok iyi delillendirebildiği söylenemez. Fakat biz mümeyyiz bir akılla bakmalıyız. Hakikat müminin yitiğidir, hikmet müminin yitiğidir; Darwin’de de bulsa onu alır. Ama hikmetin içine zehir konmuşsa eğer, o köftenin içine konmuş zehri yiyemeyeceği için onu da almaz. Özetle, seçip ayıran bir akılla baktığımızda Darwin’e ekmek çıkmaz.
İslam felsefe geleneğinde Darwin’in düşüncesiyle örtüşen düşünürler var mıdır?
Evet vardır. İbn-i Miskeveyh bunların başında gelir. Celaleddin Rumi bunlardan biridir. Yani İslam düşünce tarihinde tekamülü buna yakın anlayanlar vardır. Mesela “Suydum; toprak oldum. Topraktım, bitki oldum. Bitki idim hayvan oldum. Hayvandım insan oldum” diye söyleyenler var. İşte Mevlana Celaleddin Rumi bunlardan biridir. Esasında onların da burada teyit ettiği şey Darwin’in nazariyesi değildir. Hepsini bir noktada buluşturan şey Allah’ın eşyaya koyduğu tekamül kanunudur. Tekamül kanununu keşfetmişlerdir, o kadar.
Kur’an’da insanın elementer yaratılışından bahsedilir. İnsanın üç tip yaratılışı vardır: 1) Elementer yaratılış süreci, 2) Anne karnındaki embriyolojik yaratılış süreci, 3) Doğduktan sonraki biyolojik büyüme süreci. İlk süreç olan elementer yaratılış süreci hakkında Kur’an’da biz yedi ayrı ifade buluyoruz. İnsan neden yaratıldı sorusuna Kur’an yedi ayrı cevap veriyor. Bir tek cevap vermiyor. Min turabin: “topraktan” diyor, min salsalin: “balçıktan” diyor, min salsalin ke’l-fahhar: “pişirilmiş vari bir çamurdan” diyor, min hamein: “konsantre balçıktan” diyor. Yani kararmış, artık organik olmaya başlamış, içinde organizmalar üretmeye başlamış balçıktan diyor. Min hamein mesnun: “süzülmüş organik olarak işlenmeye elverişli balçıktan” diyor. Yani yedi tane ayrı şey kullanıyor. Bunların hangisi diye sormak abes. Bunların hepsi de aynı canlıyı aynı anında veya aynı varlığı aynı anında ifade edemeyeceğine göre bir şey hem o, hem o olamayacağına göre, o zaman nedir? Onlar aşamalara tekabül ediyor. Esasında insan suresinin birinci ayetindeki; “insanın üzerinden hiçbir şey olarak anılmağa değer olmadığı çok çok uzun bir süreç geçmedi mi?” ayetindeki o hesaba sığmayan çok çok uzun zaman (hînun min ed-dehr) budur işte.
Adı geçen ayetlerde ilginç bir husus dikkatimizi çekiyor. İnsanı, “Ahsen-i Takvim” olarak tanımlayan ve “Kerem”ini hatırlatan Allah, yaratacağı ve halife seçerek varlığa üstün kılacağı insanı, en süfli ve bayağı bir varlıktan yaratıyor. Böylesi bir tercihte hangi hikmetler saklı olabilir?
Esasında insanın biyolojik yaratılışını ifade eden, başta Hac, Mu’minun ve Mümin olmak üzere Kur’an’da üç-dört yerde anlatılan bu biyolojik ve embriyolojik süreçleri ifade eden ayetlerde embriyolojik süreç “meni” ve “nutfe” ile başlar. Yani bu (min nutfetin) atık bir su, bir nutfe bir damlacık hayat suyu. Bunu iki manaya da alabiliriz. 1) Mecazi manada alabilir ve insanın basit bir varlık olduğu, Allah’ın müdahalesi sayesinde muazzez ve mükerrem bir varlığa dönüştüğü anlamına. Bunun üzerinden Rabbimizin verdiği mesaj şu olsa gerek: Bakın, sizin Allah’a karşı küstahlık yapmanız çok büyük yanlış. Siz esasında hiçbir şeydiniz. Yani atık bir su idiniz. Fakat Allah müdahale ederek böyle atık bir şeyden ahsen-i takvim olan, “en güzel kıvamda” olan bir varlık yarattı.. Onun için ey insanoğlu aslını düşün Allah’a karşı böbürlenme! Allah’a karşı tekebbüre kalkışma! Birincisi bu. Ama çok yaygın olmayan ikinci bir anlamı da var bunun; Nutfe “hayat suyu” demek aynı zamanda. Yani Allah bir mayadan yarattı. Hayatın özüne Allah bu nutfeyi maya olarak kattı. Ve bu mayayı rububiyyeti ile büyüttü. Ve işte insanoğlu Allah’ın Hayy ismiyle tecelli ettiği hayat suyundan meydana geldi. Yani zımnen şöyle dedi Rabbiniz sizinle ilgileniyor. Rabbiniz sizi sadece yaratıp bırakmadı.
Kur’an’daki bu tip insana ilişkin ayeti kerimeler, ayetlerin indiği toplumda var olan yerleşik kanaatlerin bir çetelesini de verir bize. Ha, deriz, demek ki bu ayetlerin indiği Cahiliyye toplumu insanın yaratılışı konusunda kadim dünyanın şu şu fikirlerinden etkilenmiş. İşte Kur’an’daki insanın yaratılışına dair ayetlerden bazıları toplumda taban bulan anlayışlara eleştiridir. Yani Yunanın özellikle eski Yunan filozoflarının; Aristo’nun, Eflatun’un ve daha sonrakilerin, yani Yeni Eflatuncuların onlardan evvel stoacıların ve devam edip giden o batı çizgisinin zihnindeki insanın yaratılış sürecine göre; Allah yaratılışı başlattı ve çekildi. Yani O ilk muharriktir, ilk hareket vericidir Aristo’nun ifadesiyle. Ondan sonra varlık artık kendi yolunu kendisi çizdi. Şöyle dikkatlice baktığımızda anlarız ki, bu ayetler bu mantığı reddediyor. Yani eğer ilk hareket ettirici hareket ettirdi ve bıraktı derseniz bu basit bir sudan, bu mükemmel kamil varlığı, bu ahsen-i takvim üzre olan, kendi üzerine düşünebilecek, kendisi hakkında soru soracak kadar gelişmiş olan bu insan aklının bu hale gelişini siz nasıl izah edeceksiniz! Özetle: ilk muharrik ile açıklayamazsınız bunu. Ya ne ile açıklarsınız? Sürekli müdahil olan bir Allah inancı ile açıklarsınız.
Bir de insanın emaneti yüklenen boyutu Kur’an’da öne çıkıyor. İnsanın emaneti yüklenmesini Rumi; “insana yüklenen emanet, ona bağışlanan irade kabiliyeti, temyiz gücüdür” diyor. İnsana yüklenen emaneti nasıl anlamak gerekir?
Emanet özü itibariyle üflenen ruhtur: “Ve nafahtu fîhi min ruhî” ifadesinde biz bunu buluruz. Ben ruhumdan üfledim. Üflenen ruhtur. Üflenen ruhun içinde zaten üç cevher vardır. Biri irade, biri akıl, biri vicdan… Onun için bunlar o üflenen ruh ile verilmiş olan şeylerdir. Emanet de Allahu alem o olsa gerek. Hatta bu, sahabeden itibaren gelen yaklaşımdır; Rumi ile başlamış bir anlayış değildir. Doğrusu, iradenin de içinde bulunduğu insanı diğer canlılardan ayıran o hasletlerdir emanet. Zira emanet ayetinde şöyle buyurulur “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu yüklenmekten yüz çevirdiler, ondan çekindiler; nihayet onu insan yüklendi”. Buradaki “onu o yüklendi” manasına gelen hameleha’daki fail insanın kendisi. Yani, insan o yükü yüklendi, o yük insana yükletilmedi. Bu çok önemli. Allah emaneti veriyor. Yani karşıda bilinçli bir varlık olmalı ki yüklensin. Yüklenmeme yeteneğine sahip olmalı ki yüklendiği dile getirilsin. Özne olmayanın yani nesne olanın yüklenmesi de söz konusu olmaz. Dolayısıyla burada insan yüklenen… Yükletilen değil. O ayrı bir şey. Ve ayetin bitişi daha ilginç. Ve maalesef tefsir tarihinde çok yanlış anlaşılan ayetlerden biri. “İnnehu kâne zalûmen cehûlâ” Âyetin bu son cümlesi, Hıristiyanlıktaki ilk günah anlayışına yakın bir biçimde anlaşılıyor. Buradan da, sanki Pavlus Hıristiyanlığını doğrular bir sonuç ortaya çıkıyor. Elbette öyle değil. İnsan asla fıtraten çok zalim ve çok cahil bir varlık değil. Burada sır kâne yardımcı fiilinin keynûnet değil sayrûret manasında olduğu göz ardı edilirse sorun çıkar. Bu durumda mana şöyle olur: “Emaneti insan yüklendi, fakat insan emanete riayet etmediğinden, çok zalim ve çok cahil biri olup çıktı.”
Burada kastedilen “ekseru’n-nas” mı, yoksa soyut olarak sorumluluğa karşı sadakat sorunu mudur kastedilen?
Eyvallah… Esasında bu -Araf suresinin 172. ayetinde ifadesini bulan hakikattir: “Ve Rabbin Ademoğullarının sulbünden onların nesillerini çıkardığı her zaman, onları kendileri hakkında tanık kıldı: Ben değil miyim sizin Rabbiniz!” Onlar da “Kesinlikle” dediler, “Buna biz şahidiz” Emanet ayetiyle bu ayeti yan yana getirdiğimizde, şu sonuç çıkıyor: “İnsanoğlu hem Rabbinin “Ben değil miyim sizin Rabbiniz!” sorusuna canu gönülden “evet” diyor, hem de bu asli sözleşmeye aykırı hareket ediyor; işte o zaman da çok zalim ve çok cahil biri olup çıkıyor. Matüridi’nin tefsirine göre akıl ve baliğ olan herkes emaneti yüklenmiş olur. O Eş’ari gibi A’raf 172’deki sözleşmenin “ruhlar aleminde” gerçekleştiğini düşünmüyor. Bizce de öyle. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsana ruh üflenince, irade, akıl ve vicdan da verilmiş oluyor. İşte o akıl reşid olup da yetkinleşince, Rabbini tanımakla mükelleftir. Eğer bu mükellefiyetini yerine getirmiyorsa, ayetin ifadesiyle söyleyelim: kendine zulmeden bir “zalûm” kendini bilmez bir “ceh”ul”dür.
Ruh ile can arasında kısaca nasıl bir ayrım yapabiliriz?
Yahudi ilahiyatı, İslam ilahiyatını bu açıdan da etkiledi. Yahudi ilahiyatında insan iki şeyden oluşur: beden ve can. Bu maalesef İslam ilahiyatına da tesir etti. Bu görüş ruhu, cana nisbet eder. Yani canla ruhu eşitler. Eğer öyleyse hayvanların hepsinin insan olması lazım.
Şunu sormamız lazım. O zaman ölü bir hayvanla diri bir hayvanı ayıran nedir? Eğer ölü bir hayvanla diri bir hayvanı ayıran can diyeceksek, diri bir hayvanla diri bir insanı ayıran nedir, diye sormamız lazım. Diri bir hayvanla diri bir insanı ayıran ruhtur. Yani hayvana verilen beden ve canın üstüne ruhun ilave edilmesidir insanı insan yapan. Beşeri insanlığa terfi ettiren de odur. Kur’an’ın da bize telkin ettiği yaratılış tasavvuru budur. Zira insan ruh üflenmeden evvel beşer olarak yaşıyor. Yiyen, içen, çiftleşen, uyuyan, doğan ve ölen bir varlıktı. Burada bir soru geliyor akla “Adem Yahudi ilahiyatının iddia ettiği gibi çömlek türü bir asıldan mı yaratıldı, yoksa tüm memeli canlılar gibi “hayat suyu” olan nutfeden mi? Bunu Kur’an’a sorduğumuzda, önümüze İnsan suresinin 2. ayeti çıkıyor: “Şüphe yok ki Biz insanı bir emşâc bir nutfeden, yani karışımlı bir meniden yarattık; onu imtihana tabi tuttuk; bunun için işitme ve görme yeteneği verdik” Ayet açık ve net olarak insan türüne giren herkesin nutfe”den, meniden, yani sperm’den yaratıldığını söylüyor. İstitraden belirtelim ki, Kur’an, mesela A’raf suresinin 11. ayetinde “ÂDEM = SİZ” denklemiyle, Âdem’i ademoğulları, ademoğullarını da Adem yerine kullanmıştır. Burada soru şu: Adem’i insan türünden sayacak mıyız, saymayacak mıyız? Eğer bu soruya “Adem insandı” diyeceksek, ayet Adem’in de her memeli canlı gibi “nutfeden” yaratıldığını söylüyor. Bu ayet, “Adem’in de bir ana-babası var mıydı?” sorusuna açık ve net olarak cevap veriyor. Bu cevabı Bakara suresinin 30. Ayeti de teyit ediyor: “Hani Rabbin melaikeye “Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim” dediği zaman, melaike dediler ki “Orada fesat çıkarmakta olan” (yufsidu) ve “kan dökmekte olan” (yesfiku) birini mi tayin edeceksin?” Ayette geçen “fesat çıkaran” ve “kan döken” fiilleri muzari kalıbındadır. Üç zamanı birden içerir: Şimdiki zaman, geniş zaman, gelecek zaman. Bu fiilleri “fesat çıkaracak” ve “kan dökecek” diye gelecek zamana hasretmek külliyen hata. Zira muzari fiili gelecek zamana hasreden sin ve sevfe gibi bir tesvif edatı yok. Bu neyi ifade eder: Ademoğlu, kendisini insan sınıfına yükselten ruh üflenmeden önceki halinde, yani beşer iken, yeryüzünde fesat çıkarıyor, kan döküyordu. Melekler şahit oldukları bir şeyi hatırlatıyorlardı. Zira beşerin kan döktüğünü, fesat çıkardığını görüyorlardı. Sonuç şu: İnsanı insan kılan ruh üflenmeden önce insan beşer idi ve beşer yeryüzünde fesat çıkaran kön döken biriydi. Yani Âdem cansız bir çömlek türüne ruh üflenmek suretiyle değil, canlı bir beşer türüne akıl, irade ve vicdanı temsil eden ruh üflenmek suretiyle yaratılmıştı. Bu durumda, Âdemoğullarının “kardeşin kardeşle evlenmek suretiyle çoğaldığı” gibi ensesti meşrulaştıran bir sözde izaha da gerek kalmıyor. Zaten böyle bir izahı çocuklarınıza anlatamazsınız. “Nasıl yani” diyecek ve orada duracaktır. Kalbine yatmayacaktır, ama sesini de çıkarmayacaktır. Veya çıkaracak ve tümden inkar yolunu seçecektir Allah korusun. Bu ensesti mazur gösterici yorumu savunmak için “Allah’ın kudreti buna yetmez mi?” gibi bir söylem, özrü kabahatinden büyük bir söylemdir. O zaman ona şöyle demek lazım: “Allah’ın kudreti, insanı kardeşin kardeşle evlenmesi dışında başka bir yolla çoğaltmaya yetmez miydi?”
Özetle, elimizde Kur’an gibi bir mucize-i baki dururken, insanın yaratılışını Yahudi ilahiyatının İslam kültürüne taşınmış sorunlu rivayetleriyle açıklamak zorunda değiliz. Bunlar vahiyle Müslümanın arasına gerilen rivayet kültürünün başımıza açtığı dertlerdir. Bu rivayetleri dinmiş gibi savunmak zorunda da değiliz. Asıl hesap vermesi gerekenler, Allah’ın kitabını her kitabın üstüne koyanlar değildir. Asıl hesap vermesi gerekenler, insanın ilk yaratılışı gibi temel bir mevzuu Kur’an’la çözmek varken, şaibeli ve asla savunulamaz rivayetleri din ilan eden anlayıştır.
Kur’an ilk emir olarak “oku” der ve öyle başlar. Akabinde usulü de öğretir ve “Rabbinin adıyla oku” der. Ondan hemen sonra Allah-u Teala’nın insan üzerine dikkatleri çekmesi, embriyolojik safhadan geçiş sürecine dikkat çekmesi… Acaba “oku” derken Allah adına ilk önce kendini oku şeklinde mi okumamız ve anlamamız gerekir? İlahi muradın, zımnen okumaya kendinden başla şeklinde anlamak mümkün mü?
Mümkün olmaktan öte vacip olan budur. Zira ilk inen ayet-i kerimelerin ilki olan “ikra… bismi rabbikllezi halaq” / “yaratan rabbin adına oku.” ayetinde emri veren belli: Allah. Emir belli: Oku. Emrin muhatabı belli: Hz. Nebi. Belli olmayan bir şey var: Okunacak olan şey. Ayette o yok! İki mefulden biri yok. Ne okuyayım? Ne okuyayım? Mef’ulün olmaması, şu manayı verir: her şeyi oku. Ayetin tama açılımı şu olur: Her şeyi yaratan Rabbin adına her şeyi oku. Bu her şeye okuyan insanın kendisi de girer. Zira bir sonraki ayet insandan devam ediyor. Dolayısıyla sualinizin “mümkün müdür?” kısmını, “zorunludur” diye cevaplamam bu yüzdendir.
Gerçi az önceki ifadelerinizden anlaşıldı ama varlık hiyerarşisi içinde insanın yeri ve konumu nedir?
Eskilerin “merabitu’lvucud” dediği varlık hiyerarşisinde insanın konumu, esasında İslam aklının da insana bakışını ifade eder. Yani medeniyetlerin aklı varlık hiyerarşisini hangi sıraya göre dizdikleri ile anlaşılır. Bir medeniyetin aklı şu üç varlık kategorisini hangi sıraya göre dizdiğine bakarak anlaşılır. a) Mafevk b) Madun ve c) hemcins. Mafevk; Allah’tır. Maadun; dünyadır/tabiattır. Hemcins, insandır. Dolayısıyla Allah, insan, tabiat; bu üç varlığı siz hangi sıraya göre diziyorsanız işte ona göre aklınız kimlik kazanır. Yunan-batı aklına göre bu üç varlıktan en öncelikli olanı “insan”dır. Tabiatı hemen arkasına koyar. Çünkü bu ikisi elle tutulan, gözle görülen, özgül ağırlığı olan somut materyallerdir. Özü itibariyle materyalist olması da bu yüzdendir. Tanrıları bile materyaldir. Ve en ihmal edilebilenin yerine de Tanrıyı koyar. Çünkü onun varlığı yokluğu fazla belli değildir ona göre; elle tutamıyor, gözle göremiyor. Materyal değil. O zaman onu nereye koyalım? Mesela Aristo onu nereye koymuş? Tanrıyı üçüncü bir hizaya koymamış. Tanrıyı alemin içine koymuş. Tanrı alemin kendisidir demiş.
Panteizm dedikleri şey bu. Peki İslam aklı bunu nasıl dizer? Bir numaraya Allah’ı koyar. İki numaraya insanı koyar. Üç numaraya tabiatı/dünyayı koyar. Dünya budur işte. Dünya en aşağı varlık.
İnsanı bir numaraya koyduğunuz zaman, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyen hümanizme ulaşırsınız. Tanrı merkezli bakışın (Teosantrik) zıddı olan insan merkezli bakışa (hümanizm) ulaşırsınız. Bizde varlık Allah merkezlidir. Varlığın merkezinde Allah vardır. Mahlukatın merkezinde insan vardır.
Medeniyetlerin insan algısı, öteden beri müktesebatımız içerisinde yoğun tartışmalara konu olmuştur. Acaba değişik medeniyet algılarında insana nasıl bir konum biçilmiştir? Greklerde insan algısı nasıldı? Hint, Çin ve diğer medeniyetlerde insan algısı nasıldı? Kısa bir ufuk turu atsak…
Esasında Yunandaki insan tasavvuruna yakın bir tasavvuru, Hint’te de görüyoruz. Belki de İskender’in ünlü seferi sırasında Hint’e götürmesi yüzünden böyle olmuştur. Belki tersidir. Şu var: Plinius isimli Latin tarihçi Doğa Tarihi adlı eserinde Aristo’nun İskender ile birlikte çalışırken, İskender’in ordusuyla 2000 adamını yeryüzünün bilgeliğini tedvin etmek için yolluyor. Belki de oralardan toplayıp getirdiler. Bilmiyorum. Mesela Aristo, Politika’sında; “insan politik hayvandır.” der. Avrupa’daki “insan hayvandır” diye başlayan aforizmaların babası Aristo’dur. Descartes’da “insan düşünen hayvandır” der. Marks, “insan alet kullanan hayvandır” der. Durhkeim, “insan sosyal hayvandır” der. Sartre, “insan isyan eden hayvandır” der. Yani herkes nereden bakıyorsa onu söyler. Ama değişmeyen bir şeyleri var: insan hayvandır. Buradaki hayvan ile kastedilen “canlı”dır diye düşünülebilir. Fakat bu kadar masum değil. Yunan-batı aklı insanı artıları olan hayvan olarak görüyor. Bu, indirgemeci bir yaklaşımdır. Doğu geneller, Batı indirger. Yani doğunun zaafı genellemedir, batının zaafı indirgemedir. Bu indirgeme aynı zamanda bir bütünü anlamak için parçalarına ayırmayı da içerir. Aristo atomcudur. Bir şeyi incelemek için en küçük parçasına kadar parçalamayı teklif eder. Bütünü parçalarına indirgedikleri için, bütünün hakikatini kaybettiler. Kartezyen düşünce de bu aklın bir devamı. Kartezyen düşünce sanıldığı gibi Descartes ile başlamadı. Yunanla başladı. Mesela Yunan’da çok keskin bir ruh-beden ayrımı vardır. Eflatun’un “ideler alemi” fikri üzerinden geliştirdiği düalist idealizmi de, Aristo’nun aşkın olanın maddede içkin olduğunu söylediği maddeci realizmi de bu indirgeme üzerine inşa edilir. İnsanı aşağıdan yola çıkarak tanımlamanın zaafı şudur; İnsanı aşağıya çekmek. Şöyle bir silsile düşünebiliriz; lahana büyüyen taştır, köpek havlayan lahanadır, insan konuşan köpektir. Hep aşağıya çekiyor. Aşağıya çektiği zaman, insan eşrefiyetini ve kerametini kaybediyor. İstatistiksel bir varlığa indirgeniyor. O zaman, Aristo’nun yaptığı gibi köleleri doğası gereği köle ilan etmek daha kolay oluyor. Toplumu oluşturan sınıfları, efendiler ve köleler ayrımını vicdanına daha kolay anlatıyor. İnsanı öldürmek daha kolay olabiliyor. Oysaki insanın ihsanı kerametinden, kerameti insanı yaratanın ona yüklediği anlamdan kaynaklanıyor. Peki biz ne yapıyoruz? Biz insanı yukarıdan tarif ediyoruz. Eşref-i mahlukat, ahsen-i takvim yani Allah’ın şaheseri. Halıqına nisbetle tarif ediyoruz. Halıqına nispetle tarif edince insan muhterem/hürmet sahibi bir varlık oluyor. İşte iki ayrı bakış açısı, iki ayrı yaklaşım…
Hocam sarkacın diğer tarafına, bir de doğunun genellemeci tavrına baksak, mesela Hint medeniyetinde insan algısını biraz açsak…
Hint’e baktığımızda, atıl aklın bir gereği olarak atıl insan tipinin yüceltildiğini görürüz. Müslüman Tasavvufuna “fena/yokluk/hiçlik” şeklinde taşınan nirvana anlayışının zemini budur. Ruh insana has olan bir şey olmaktan çıkıp, hayvanlara, ineğe, yılana, maymuna, fareye göç eden gezici bir Tanrı’ya dönüşmüştür. İşte bu ruhçu genellemedir. Ecnebilerin re-enkarnasyon bizim“Tenasuh” dediğimiz ruhgöçü anlayışı bu sayede neşvü nema buluyor. Nirvana ile bizdeki insan-ı kamilin kemal’i, “olgunluğu” arasında mahiyet farkı vardır. Nirvana, eylemsizliğin zirvesidir. Kemal ise amel-i salihin zirvesidir. Amel-i salih adı üstünde, “amel” yani “eylem” üzerinde yükselir. Eylem yoksa kemal yok. Eylem varsa kemal var. Eylemsizliğin insanı götüreceği yer hiç’liktin, kemal değil. Bir Budist hiç’likle iftihar edebilir, fakat bir mü’min ve de Müslüman, eğer kendini kaybetmediyse, asla hiçlikle iftihar edemez. Ağzından çıkanı kulağı duymayan bazı zevzeklerin zevzeklik kabilinden söylediği “hiç”lik iddiası, aslında nefatif kibir olan ucub’un dikalasıdır. İnsan haddini bilmeli. Haddini bilmemenin iki hali var: Biri tanrı’lık iddiası, diğeri hiçlik iddiası. Allah seni muhatap alıyor ve sana konuşuyor. Allah “boşa, yoka, hiçe” mi konuşuyor, emrediyor, hitap ediyor?
Birde bugüne, yaygın modern zamanların insan algısına baksak insana dair ne buluruz?
Modern dönemler insanlık tarihinde bir yol kazası, bir kafa karışıklığı dönemi… İnsanlığın son üç yüz yılına tam anlamıyla bir kafa karışıklığı hakim olmuş durumda. Batı modernizmi kafa karışıklığıdır. Artık bir istatistiğe, haz ve hız merkezli bir hayata indirgenmiş bir insan görüyoruz bu modern çağlarda. Mesela kadim geleneklerde her şeye rağmen bir soyluluk, bir asalet ve ciddiyet vardı. Batıla inanırdı, ama inanır ve inandığını ciddiye alırdı. Ciddiye alır ve bedel öderdi. Belki bunun sebebi, batıl da olsa tüm kadim geleneklerin arka planında ilahi vahiylerin bulunmasıdır. Bendeniz isim benzerliğinden dolayı Brahmanizm’in Hz. İbrahim’e dayandığı kanaatindeyim. Yanılıyor olabilirim, bu benim tahminim. Hz. İbrahim’in inanç sistemi Orta Doğu’dan Altkıta’ya inmiş olmalı. Aynı şey Mısır’da da var. Belli belirsiz bir vahiy geleneği bir görünüp bir kayboluyor Eski Mısır’da. İşte muvahhid put kırıcı ‘Firavun’ Ahnaton bunlardan biri. Sokrat’ta da vahiyden kaynaklanan derin bir erdemin izlerini görüyoruz. Savunmasında son sözleri, tam inanmış bir adamın sözleri: “Şunu iyi bilin ki, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, asla yolumu değiştirmeyeceğim.”
Sokrates’in önemli ölçüde ahlak vurgusu onun nübüvvetle ilişkisi olduğuna bir işaret sayılır mı; ya da bu kanaati destekleyen farklı karineler var mı?
Eflatun, Sempozyum’unda sürekli Sokrat’ı konuşturur. Orada Sokrat’a üç kez “Yüce Zeus” dedirtir. Eğer bu Eflatun’un hocasını suçlayan Atinalılara bir “rüşvet-i kilamı” değilse, bizzat Sokrat’ın bir dil alışkanlığıdır. Zira Sokrat, nebevi bir pınardan içen bir bilge gibi konuşuyor. O “Erdem parayla pulla elde edilmez” diyen biri. Sokrat’la Aristo arasında çok fark var. Aristo dedesine ihanet etmiş bir torun gibi geliyor bana. Düşünsel dedesine. Sokrates, Peleponez savaşlarından yenik çıkmış olan Atina’nın yenilmesinin sebebi olarak Atina’daki ahlaksızlığı, ahlaksızlığın sebebi olarak da efendilik ve köleliği doğa gereği sabit sayan sınıf sistemini görüyordu. Sokrates yaklaşık şöyle bir şeyler diyor: “Bazılarınız yönetme gücüne sahip. Tanrı bunları altından yaratmıştır. Onlar saygın insanlar. Bazılarınızı gümüşten yaratmıştır. Onlar yöneticilerin yardımcıları olur. Bazılarınızı pirinç ve demirden. Onlar çiftçi ve zanaatkarlar. Ama ya doğası altın olan ananın çocuğu pirinç ve demir olursa, veya tersi olursa ne olur. Altın tabiatlı çocuk çiftçi, demir tabiatlı çocuk yönetici olacak. İşte o zaman devlet yıkılır.” Bu noktada Sokrat ile Aristo zıt kutuplara düşüyor. Aristo; köle doğası gereği köledir diyor. Kadın da doğası gereği aşağı varlıktır diyor. Yani asla efendi olamaz. Babası da köleydi, oğlu da köleydi, torununun torunu da… ila nihaye köle olarak gidecek. İşte Sokrat bence sistemi salladığı için, sistemin efendileri tarafından öldürüldü. Sokrates liyakati ve ehliyeti asaletin önüne koydu. Bunun cezasını canıyla ödedi.
Değişik medeniyetlerdeki sorunlu insan algısının temelinde hangi güçlü saiki görüyorsunuz? Hangi unsurlar insanı böylesi bir sapmanın eşiğine getiriyor?
İnsan kendi hemcinsine karşı mutlak objektif olamaz. Çünkü insanın hemcinsi insanın aynı zamanda rakibidir. Yani siz ötekilerle ilgili düşünüyorsunuz. Üstelik hemcinslerinizle ilgili düşünüyorsanız mutlaka onlara karşı bir ayrıcalık görüyorsunuz kendinizde. O zaman insanı bu zaafından kurtarmak için bir referans noktası lazım. İnsan tasavvuru bozuk uygarlıkların sorunu, insanı üst bir referansa göre tanımlamamaları. İşte o referans Allah’tır. Allah tariflerini vahiy yoluyla bildirmiş. İnsanı insana tanımlatmayacaksınız; insanı Allah’a tanımlatacaksınız. Yani Allah tanıtacak insanı, siz de tanıyacaksınız. Yok insanı insana, beşeri beşere tanımlatırsanız tanımlayan kendinde peşinen tanımlama ayrıcalığı vehmeder. Mutlaka kendini tanıma değil de tanımlama makamına koyar, sorun da işte tam burada başlar.
Hocam üzerinde çalıştığınızı bildiğim bir hususa gelmek istiyorum. İnsanın statik olmayan dinamik kaderi üzerindeki belirleyici konumu nedir?
Dinamik kader, statik kader… Statik kader dediğimiz şey Allah’ın eşyaya verdiği kader. Yani kader “ölçü” demektir. Kur’an’da geçen kader kelimelerinin ortak manası budur; ölçü. Allah ölçüsüz iş yapmaz. Ecel de ölçünün bir parçasıdır. Ecel canlı varlıkların ömür ölçüsüdür. Dolayısıyla kader; Allah’ın eşyaya koyduğu ölçüdür. Rabbimiz iradesiz varlıklara statik bir ölçü koymuştur. İradeli varlıklara dinamik bir ölçü koymuştur. Zaten eğer iradeli varlıklara da statik ve sabit, otomatiğe bağlanmış bir kader koymuş olsaydı irade boşta kalırdı. Sorumluluk olmazdı. Nerde mesuliyet varsa, orada mecburiyet yoktur; nerede mecburiyet varsa, orada mesuliyet yoktur. Bu eşyanın kanunudur. Hem mecbur hem mesul olunmaz, bu zulümdür. Oysa Allah zulümden münezzehtir. Dolayısıyla insanı mesul tutması için, insanı mecbur tutmamış olması lazım. İşte buna biz dinamik kader diyoruz.
İnsanın doğasından bahsedilebilir mi?
İnsanın doğasından elbette bahsedilebilir. Nietzsche ve Heidegger gibi Alman varoluşçular, Sartre gibi Fransız varoluşçular insanın fıtratını inkar ederek yola çıktılar. Fıtratın yerine varoluşu koydular. Ateist varoluşçular varoluşu o kadar büyüttüler ki, varlığın arkasındaki VAREDEN’i göremediler. İnsanın doğasının olduğunu söylemek, fıtratının olduğunu söylemektir. Bir fıtratın varlığını kabullenmek, akıllı, aktif ve heyete daima müdahil bir Yaradan’ın varlığını kabullenmektir.
Elbette insanın bir fıtratı vardır. Ve fıtratı Allah koyar, Fatır olan Allah… Eğer eşyanın fıtratı olmasaydı, eşyanın kanunundan söz edemezdik. Fıtratı olanın yasası olur. Fıtratı olan kanuna tabi kılınır. Fıtratı olan terbiye edilir. Fıtratı olmayanı nasıl terbiye edeceksiniz! Çünkü fıtrat, elinize aldığınız varlığın davranış kodlarına sahip olması demektir. Şöyle yapınca şöyle davranıyor, böyle yapınca böyle davranıyor. Aç bırakınca saldırıyor. Doyurunca munis oluyor. Alın size fıtrat. Yani bunu biliyorsanız siz açlık ve tokluğu onun terbiyesi için kullanabilirsiniz. Bir at için, bir köpek için geçerli, bir kedi için geçerli. Bir insan için daha da geçerli. İnsan verince küstahlaşıyor. Alınca da munisleşiyor veya şahsiyetsizleşiyor mu, o zaman siz alma ve verme üzerinden insanı terbiye edeceksiniz demektir. İşte Rabbin rububiyetinin O’nun sünnetiyle olan kopmaz bağlantısının sırrı budur. Terbiye fıtrat sahibi olan bir varlık için geçerlidir, fıtratı olmayan bir varlık üzerinde terbiye gerçekleşmez. Eğer Allah Rabbu’l Alemin (Alemlerin Rabbi) ise, alemleri oluşturan şeylerin fıtratı var demektir.
Bu aynı yerde insan tarihin ve çevrenin ürünüdür demekte. Bu bahsettiğiniz hastalıklı zihnin, indirgemeci mantığının ürünü müdür?
Doğrudur, indirgemeci mantığın ürünüdür. Biraz önce insan hayvandır diye başlayan önermeleri zikrettik. Yani “İnsan …hayvandır” önermelerinin sahiplerinin hepsi kendi baktıkları noktadan ölçüp biçiyorlar. Müddessir suresi cevap versin: “O sığ ve yüzeysel bir nazarla ölçtü biçti. Canı çıkası, nasıl da sığ ölçüp biçti. Bir daha canı çıkası, nasıl da yüzeysel ölçtü biçti.” Bakışları yüzeysel. Eşyanın derununa bakmıyorlar. Allah’ın gör dediği yerden bakmayınca, Allah’ın gösterdiğini görmüyorlar. İşte burada indirgeme problemi çıkıyor. Bu da ne yapıyor? Bütünü parçalıyor. Parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkıyor. İnsan, insan olmaktan çıkıyor. Freud kendi baktığı yerden indirgedi; insanı şehvet güdüsüne, libidoya indirgedi. Marks kendi baktığı yerden indirgedi; insanı diyalektik materyalizme, sadece üretim ve tüketime, sınıfa indirgedi. Darwin insanı biyolojik varlığa indirgedi. İnsanda şehvet var, insan üretir ve tüketir, insan biyolojik bir canlıdır, ama insan bundan ibaret değildir. Hatta bunlar insanın tanımlayıcı unsurları değildir. İndirgemeci her mantık parçalayıcıdır, şirkin bir türevidir. Ve şirk bunun için en büyük günahtır.
Yine aynı akıl, “İnsanın doğası yoktur, sadece tarihi vardır.” derken “insan ancak iş ve eylemleriyle bilinir, tanınır” mı demek istiyorlar? Yoksa insanın doğası yoktur derken mahiyeti, gerçeği az önce sizin bahsettiğiniz fıtrat kanununu mu inkar ediyor?
“İnsanın doğası yoktur tarihi vardır” diyen, önce fıtratı inkar etmiş olur. Ama insanın doğası vardır. Üstelik o doğa iyi bir doğadır. “İnsanın doğası yoktur sadece tarihi vardır” diyen, Descartes ve Boyle gibi “insanı saat ve motor” sanmıştır. Bu yaklaşım, insan üzerinde mühendislik çalışması yapmaya yeltenen birini hatırlatır bana. Modern ulus devletler, ideolojiler ve modern eğitim hep insana böyle baktı. Onun için de insanı istedikleri gibi eğip bükeceklerini, söküp dikeceklerini, itip çekeceklerini düşündüler. Dediklerini de yaptılar. Ve insan bozuldu. Fakat bizi teselli eden insanın Allah vergisi bir fıtrata sahip oluşu. Allah’ın boyası, fıtrattır. Asıl olan odur. Diğer boyaların hepsi sentetiktir. Üzerine hakikat tineri döküldüğünde sentetik boyalar sıyrılıp dökülür, altından ilahi fıtrat olan Allah’ın boyası çıkar.
İnsanın kökeni üzerine bir takım çalışmaların yapıldığı bilinmektedir. Yapılan bu antropolojik çalışmalar mahiyet itibariyle ideolojik bir ton taşıyor mu?
Antropoloji, özü itibariyle materyalisttir. Zira antropoloji ilerlemeci bir mantığın ürünüdür. Descartes insanı saate benzetir, kurulu bir saate… John Lock insanı motora benzetir. Artık insan orada özgün bir varlık değildir. Ahsen-i takvim değildir. Antropoloji bu manada insanı tarif ederken insanın ilk halini ilkel, son halini de en gelişmiş olarak niteler. Son halini en gelişmiş olarak nitelemesi ilerlemeci olmasından dolayıdır. Esasında bunu test ettikleri için de değildir. Eğer ilerleme tarihin zorunlu bir yasasıysa 20. yüzyıla kadar ulaşmış kapalı toplumları ne yapacağız? Aborjinleri ne yapacağız? Guatemala yerlilerini ne yapacağız?
Tersi de geçeli. Bundan beş bin, altı bin, yedi bin sene önceki onların kullandığı manada söyleyeyim, gelişmiş uygarlıkları ne yapacağız? Piramitleri, Maçu-Piçu’yu yapan uygarlıkları ne yapacağız. Hepsinden önemlisi peygamberleri nereye koyacağız? Hadi yumuşatarak söyleyelim, antropolojiyi ideolojik bir manipülasyon olarak kullandı batılılar. Kendi bencilliklerini ve kibirlerini antropoloji üzerinden meşrulaştırdılar. Hâlâ da antropoloji batılıların keşif kolu hükmünü yürütüyor.
Peki antropolojinin masum amaçlar için kullanılması mümkün mü? Ve Kur’an merkezli antropoloji mümkün mü?
Mümkün. Fakat ona ne kadar “antropoloji” ismini verebiliriz, işte orası tartışılır. Bendeniz ilimlerin bir kültürün baba mirası sayılmasını doğru bulmuyorum. Çünkü bilgi kümülatiftir. İnsanlığın bilgisi biriken bir şeydir. Nöbetçi medeniyet kimse, o geçmişin birikimini alır onun üzerine kendi zihniyetiyle bir şeyler ekler. Ama bu eklediği kendi zihniyeti ile olduğu için de onun kimliğini taşır. Biz bu saatten sonra İslam medeniyetini yeniden ihya edeceksek, insanlığın bu zamana kadar birikmiş birikimini yok sayarak mı edeceğiz? Geçmişte öyle mi yaptık ki, bu gün öyle yapalım? İslam Medeniyeti’nin altın çağı “Me’mun Devrimi”ni, o muhteşem Beytü’l-Hikme’yi çıkarsak, bırakın Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd’ümüzü, Gazzali ve Razi’miz bile elde kalmaz. Me’mun döneminde insanlar insanlığın bilgi birikimini tedvin ettiler. Her kitaba ağırlığınca altın verildi. Gayr-ı Müslim mütercimlere tercümelerinin ağırlığınca altın verildi. Krallar gibi yaşatıldılar ki, kadim bilgi mirasını İslam medeniyetine kazandırsınlar diye. Biz bu gün İslam medeniyetini ihya edeceksek, ilmi ve hikmeti üretildikleri coğrafyalara göre yaftalayıp mahkûm ederek yapamayız bunu. Ya ne yaparız? Seçeriz. Vahyin kazandırdığı mümeyyiz bir akla düşen de budur.
Sözün özü: Biz kendi antropolojimizi kurarız. Buna antropoloji deriz veya demeyiz o ayrı ama kendi antropolojimizi kurarız, nasıl ki kendi kozmolojimizi kendimiz kurmuşsak… Bakın, tarihte biz kendi hesap ilmimizi İslam fıkhından yola çıkarak kurduk. Bizde matematiğin ortaya çıkış sebebi feraizdir, miras oranlarını hesaplama zaruretidir. Bu ilim, ibadetin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Silsile dişliler teknolojisi de, yine ibadet için, abdest almak için icad edilmiştir. Biz pusulayı Çin’den aldığımızda batının pusuladan haberi yoktu. Biz pusulayı kıbleyi, yani yönümüzü bulmak için kullanmıştık, fakat Batılılar pusulayı sömürgecilik için kullandılar.
Bildiğiniz gibi Bilge Adamlar Dergisi yayın hayatını Van’dan sürdürüyor ve yakın zamanda Van’da bir deprem yaşadık. Kur’an’da Zilzal suresini, toplu afetlerden bahseden ayetler bağlamında ve insanın fiilleriyle de ilişkilendirerek ele almak mümkün mü? Bir mü’min olarak her türlü sapma ve savrulmadan uzak bir şekilde nasıl ele almalıyız? Kısaca deprem(ler)i veya diğer afetleri Kur’an tasavvuruna göre nasıl okumalıyız?
Bir kere bu meseleyi ele alırken ifrat ve tefritten kaçınmak, çok hikmetli olmak lazım. Tabiat hadiselerini Allah’tan bağımsız görmek bir alanı Allah’sızlaştırmaktır. Bir Müslümanın yapmaması gereken, yaptığı anda inancının tehdit altında kaldığı bir durumdur. Açık ve net olarak Kur’an söylüyor: “Zahara’l-fesadu fi’l-berri ve’l-bahri bima kesebet eydin nas” (İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı). Şimdi bunun kapsamını hadi diyelim ki şuraya değdi, buraya değmedi, oraya uzandı, buraya uzanmadı. Nasıl te’vil ederseniz edin karada ve denizde çıkan fesatta insanın elleriyle yaptıklarının payı olduğunu Allah söylüyor. Bir kere Allah’tan bağımsız bir hayat alanı olmadığına iman etmeden bir mü’minin imanı olmaz. Yani yeryüzünde Allah’tan bağımsız bir alan var ise, oranın da bir tanrısı olması lazım. Onun için; “ve hüvellezi fi semai ilahun ve fil ardı ilah” (O sadece gökte değil yerde de ilah olandır). Bu bir hakikat.
Fakat buradan şuraya gelmek çok hikmetsiz ve çok ters bir şey olur: İşte siz şöyle yaptınız, bu böyle oldu. Siz şunları yaptığınız için Erciş’te deprem oldu. Eğer böyle bir mantıkla düşünülecekse o zaman yeryüzünde hiç durmadan sallanması gereken yerler var. Kumar merkezleri başta gelir. Las Vegas’ın dokuz şiddetinden asla aşağı sallanmaması lazım. Sürekli de sallanması lazım. Zinanın her türünün işlendiği, zina turizminin yapıldığı Uzakdoğu’nun bazı merkezlerinin gece gündüz sallanması lazım… Eğer İstanbul depremi olduğunda istatistikler, İstanbul’da günahın merkezlerinin depremin en çok vurduğu yerler olduğunu söyleseydi o zaman da böyle derdik. Yani bu yanlış. Şimdi şu bina çökmüş, şu bina da çökmüş, bu bina sağlam. Bina çökmüş, şu katlar gitmiş, bu katlar sağlam. Aynı katta yan taraftan beş ölü çıkmış, öbür yandan yedi ölü çıkmış, buradan iki tane diri çıkmış. Bunları esasıyla tamamen anlamamız da mümkün değil. Yani bir ucuyla hep Allah’a ayan olacak bunlar. Ve hikmetini asla ve asla yüzde yüz bilemeyeceğiz. Fakat şunu da hiç unutmayacağız. Eğer insan eliyle yapılmış ihmaller varsa; mesela müteahhit inşaattan çalmışsa, malzemeden çalmışsa, binanın kalitesinden çalmışsa, tuğlacı tuğlanın kalitesinden çalmışsa, betoncu betonun kalitesinden çalmışsa, demirci demirin kalitesinden çalmışsa, belediyenin denetleme memuru da kendi vazifesini yapmamışsa, hepsi de Allah nezdinde oradaki ölenlerin kanında pay sahibidir. Ve Rabbimiz onlardan da soracaktır. Yani bu manada; ifrat ve tefritten kaçınmak, Allahsız bir alan düşünmemek, fakat işi “işte yani doğuda şöyle oldu da onun için bu deprem oldu” ya da getirmemek lazım. Zira bir felaket, iptila olarak da gelir, musibet olarak da gelir. İptila olarak gelirse önünde bir sebep gerekmez; o imtihandır çünkü. Bela olarak gelirse önünde bir sebep gerekir; yapılanlara karşılıktır. Dolayısıyla ne olduğunu kim söyleyecek? Bunun ne olduğunu söylemek, Allah’ın kararını okumak anlamına gelir. Allah adına konuşmak budur ve haddi aşmaktır. İnsanların herhalde en çok titremeleri gereken nokta, Allah adına konuşmak olmalıdır.
Hocam doğrusu sorularımızın bittiğini söyleyemem; ancak sizi yorduğumuzun farkındayım. Bilge Adamlar olarak çok teşekkür ediyorum.
Bilge Adamlar dergimize hakikat ve hikmet yolculuğunda başarılar diliyorum. Rabbim tesirini halk etsin. Maşallah kitap gibi sayılar çıkıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum.