İslami devlet sorunu–3

Ahmet Şat

VAN 22.08.2014 10:44:16 0
 İslami devlet sorunu–3
Tarih: 01.01.0001 00:00
 İslami devlet sorunu–3

Konuyu toparlamak ve yanlış anlaşılması muhtemel bazı noktalara değinerek bu meseleyi noktalayalım. Elbette ne bu sorun ne de bu konu hakkında söyleneceklerin birkaç makaleyle haledilemeyecek kadar geniş ve sorunlu bir alanı teşkil ettiğini biliyoruz. Ama yine de kendi bakış açımızı özetlemeye çalışalım…

Öncelikle, Güç ve iktidar savaşında, Müslümanların alacağı mevzi/pozisyon elbette maslahatlarına uygun düşen olmalıdır. Her yönüyle Müslümanların güçlü olmasının da maslahata uygun düştüğü konusunda şüphe yoktur.

Her gücün kendi hukukunu oluşturduğu ve dayattığı bir dünyada yaşıyoruz. Teoride uluslararası hukuk kurallarının herkesi bağlamasına karşın, pratikte sadece zayıfları bağladığı açıktır. Güç dengesinde Müslümanların terazide oluşturacağı ağırlık, onların geleceğini belirlemektedir. Örneğin bugün Gazze’de yaşanan trajedinin başlıca nedeni de Müslümanların güçlü olmamasında yatmaktadır. Bu nedenle güçlü olmalıyız ki ezilen ve hor görülen insanlardan yana olabilelim…

Her yönüyle güçlü olunmalıdır. Önce fikriyatta güçlü olunmalıdır. Müslümanlar teorik olarak sorunlarını çözmelidirler ki, pratik yaşamda Allah’a yaraşır bir hayat yaşamaları mümkün olabilsin. Sonra hayatın her alanında güçlü olmalıdırlar; ekonomik, sosyal, siyasal, basın-yayın, STK’lar dahil olmak üzere her alanda var olabilmeliler… Yahudiler bir devlet kurmadan yıllar önce Siyonist felsefeyi oluşturmuşlardı. Sonra kurdukları devleti bu felsefeyle büyütüp korudular. Şuan hayatın her alanında yer alan Siyonist kadrolar, İsrail’in yegâne gücü ve hamisi durumdalar.

Eğer gücün nihai noktası devletse, bu da tabi olarak Müslümanların önlerine koyabileceği bir hedeftir. Ve bu hedef için İslami argümanlara/dayanaklara ihtiyaç yoktur. Din Müslümanlardan var olma savaşında ahlaki ve hukuki sınarlar dahilinde özgürlük tanıdığı gibi teşvik de etmiştir.

Müslümanların örgütlü düşmana kaşı örgütlü mücadele etmeleri zorunludur. Müslümanlar var olma iddialarını sürdürebilmek için bireysel yaşam yerine örgütlü bir şekilde enerjilerini doğru ve toplu bir şekilde kanalize edebilmeliler. Bu konuda Kur’an’daki teşvikleri biliyoruz. Kimi zaman “birbirine kenetlenmiş tuğlalar gibi”setler oluşturulması, kimi zaman da “vahyin taşıyıcılığını yapacak bir ümmetin/topluluğun bulunmasını” talep eder. Tüm bunların yanında işin tabiatı yani sosyal, siyasal ve psikolojik unsurlar gereği birlikte hareket etmeleri hem varlıklarını korur, hem de enerjilerinin heba edilmesini önleyecektir. Böylelikle vahyin talebi olan “ahlak temelindeki bir toplumun inşası” için gerekli adımlar atılmış olacaktır.

Yalnız güç ve iktidar savaşında gücün cazibesine yenilmek insanların/Müslümanların başlıca zaaf noktasıdır. En güçlü olduğunuz durum da aslında en zayıf olduğunuz andır. Dünyevi ihtiraslar ve gücün insanı azdıran/şımartan ruhu, insanı adaletten, ideallerden ve insaftan alıkoyar. Başkasına hayat hakkı tanımayan ve karşısındakinin hak ve hukukunu ihlal eden tavırlar vuku bulur. Bu tehlikeye karşı uyanık olunmalıdır. Örgütlü çalışmalar ya da elde edilen gücün sadece “Allah’a yaraşır bir biçimde mücadele vermek” için bir enstrüman olduğu unutulmamalıdır

İkinci olarak, Din ahlaktır derken ya da dinin başlıca misyonu “ahlak temelinde bir toplum inşa etmek” derken nasıl bir ahlak tasavvuruna sahip olduğumuz önemlidir. Yaratılıştan/fıtrattan kaynaklanan bu kavram, insanın yeryüzü egemenliğini/halifeliğini ilahi sınırlar dahilinde kullanmasını temsil eder. Yani pasif değil aktif bir yaşam önerir. Ahlak, hayatın akışına seyirci olmayan bizatihi hayata katılan ve hayata renk veren dinamik bir ruhtur…

Vahiy öğretisi bize hayata müdahil olmayı öğretir. Her vahiy talebinde bu nedenle iki okuma vardır. Örneğin Allah’ın “hırsızlık yapmayın” emrinde, hem insanı bu fiilden men eden ahlaki bir talep, hem de bu kötülüğün önlenmesine karşı fiili müdahale emri vardır. Yani bir Müslüman sadece hırsızlık yapmaz. Aynı zamanda hırsızlığın önlenmesi için sosyal, siyasal ve ekonomik tedbirler almak zorundadır. Bunun yanında hırsızlık teşebbüsünü gördüğü an müdahale sorumluluğu doğar. Bu durum vahiydeki tüm talepler için de geçerlidir. Yani İslam adaleti emreder derken adil olmanın yanında adil bir toplum/dünya için çalışma(ceht-cihat) emri vardır. Zulmün olduğu her yerde söylenecek sözümüz, karşı koyacak irademizin varlığı şarttır. Ayette emredilen ezilen mazlumlar için savaşmak, işte bu ahlaki prensibin gereğidir. Ya da Şuayb peygambere kavmi “Bizi bu işten alıkoymayı senin namazın mı emrediyor?!” derken aslında tam da anlatmak istediğimiz şeyi ifade ettiklerini görürüz. Yani kıldığımız namaz sadece bizi kötülüklerden alıkoymaz. Aynı zamanda namazın ikamesinde, bizatihi hayatın içinde yer alan zulme/kötülüğe müdahale emri verir. Bunun içindir ki, her peygamber ve bağlıları toplumlarının fıtrat dışı eylemlerine müdahale etmiş, toplumları da onların ibadet ve ahlak algılarını hedef almıştır.

Bunun için din ahlaktır denirken “sufice bir yaşam” kast edilmemektedir. Aksine ahlaksız olan her eyleme meydan okuyan ve bunun için “gücü” oranında yoğun emek harcayan (cihat) insanlar olmamız gerektiği anlatılmak istenmektedir. Ki böylece Allah’a yaraşır bir biçimde bir yaşam sürerek, bu yaşamın şahitliği ile hesap verebilelim. Bu minvalde Kur’an talebi olan cihat sadece bir savaş argümanı değildir. Aksine ahlakın içselleştirilmesi ve yaygınlaştırılması için verilen yoğun emektir. Bu mücadelenin sonucu ile insan, Allah katında şahitlik (şehadet) görevini ifa etmiş olur. 

Üçüncü bir husus, geleneğin bize sürekli dayattığı din algısı ile, önümüze gelen her düşünceyi geleneği öne sürerek ret etme alışkanlığıdır. Bu, devletin varlığı meselesinde de sanırım en fazla kullanılan argümanlardan biridir. Bunca İslam tarihinin görmezden gelinemeyeceği yönündeki savunmalar, bilgi felsefemizi yeni baştan gözden geçirmemizi zorunlu kılmaktadır. Kur’an, müşrik düşünce yapısını eleştirirken “Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk!” savunmasına karşın “Ya ataları yanlış yol üzerinde iseler?” ile cevap vererek, doğru bilginin bir geleneğin devamında aranmayacağını vurgular. Hakikatin kaynağının ancak ilahi bildirimler olacağını vurgulayan vahyi öğreti, bu sebeple atalar dinini tümden reddeder. İnsanın farklılıklara yönelik tepki psikolojisinin aynı olması nedeniyle Allah’ın vahiy ve akıl birlikteliği ile sunduğu cevaplar, bugün Müslümanlar için de geçerlidir. Din adına önümüze gelenek tepsisi ile servis edilen birçok unsurun tevhid ile örtüşmediği açıktır. Bu durumda yapılması gereken, tüm vahyi uyarıları ilk muhatapları bizlermişiz gibi dikkatlice yeniden okumaktır. Örneğin Kitap Ehline yönelik uyarıların bugünkü Müslümanların durumu ile birebir örtüştüğünü görmek üzücü olsa da, bu, hakikati değerlendirip bilgi kaynaklarımızın daha dikkatli ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.

Devlet sorununda geleneği delil getirenlerin aslında İslam geleneğindeki kanlı iktidar savaşlarını da görmeleri gerekir. Hz. Ali döneminde sadece Cemel ve Sıffın savaşında onbinlerce sahabi öldürülmüştür. Emevi ve Abbasi devletlerindeki Müslüman kıyımlarını da düşündüğümüzde İslam tarihinin büyük çoğunluğunda devlet-iktidar ilişkisinin kan ve zulüm üzerine inşa edildiğini görürüz. Aslında bu açıdan iktidar hırsının insanları/Müslümanları ne hale getirdiğini görmek açısından gelenek gerçekten bizlere önemli şeyler anlatmaktadır.

Son olarak, devlet meselesi Müslümanların bamtelidir. Ve yumuşak karnıdır. O nedenle bu teoriye karşı çıkanlar genelde laik, liberal veya oryantalist olarak yaftalanırlar. Gerçekten de bu kesimler bırakın Müslümanların bir devlete sahip olmasını, İslam’ın sosyal hayat üzerindeki hiçbir gölgesine bile tahammül etmezler. Çünkü Müslümanların yeryüzünde muktedir olması durumunda zulmün her çeşidine müdahil olacaklarını iyi bilirler. Ama bizim burada anlatmaya çalıştığımız ve sorun olan Müslümanların böyle bir hakka sahip olmamaları gerektiği değildir. Aksine her inanç/düşünce grubu gibi Müslümanların da bu hakka sahip olduklarına dair herhangi bir problem ya da şüphe yoktur. Temel sorun bu hakkın dinin asli bir emri olarak dayatılmasıdır. Böyle bir misyonun vahyin temel talebinde yer almadığının altını bir kez daha çizmekte fayda olacaktır.

İnsanlar/cemaatler bir devlet şemsiyesi altında korunma ihtiyacı hissederler. Bunun sosyolojik ve psikolojik varlığını kimse inkar edemez. Bunun için mevcut sisteme nüfuz etme noktasında farklı yollar denenir. Sistemlerin tebaaları için sağladığı hukuki güvencelerin genelde kaygan bir zemine sahip olması ve sadece kendilerinden olanları kayırması, güvenlik hususunda ciddi tedbirlerin alınmasını zorunlu kılar. Fakat Müslümanların devlet ile elde etmek istedikleri sadece güvenlik sorunu değildir. Aynı zamanda sahip oldukları idealleri yani dinin taleplerini devlet aygıtıyla daha kolay yerine getireceklerine dair olan inançlarıdır. Bunun inkarı da mümkün değildir. Devletin böyle bir işlevi ve gücü vardır. Fakat devletin dinin taleplerini yerine getirmede kullanılan sadece bir enstrüman olduğunu ve bunun temel dayanağının da gelenek olduğunu unutmuş durumdayız. Din ile devlet arasında kurulan korelasyon öyle güçlü bir hal almış ki, Müslümanların fikir dünyasına ipotek koyduğunu bile göremiyoruz…