İSLAMDA KAYNAK SORUNU

HÜSEYİN BÜLBÜL

VAN 25.12.2014 11:32:47 0
İSLAMDA KAYNAK SORUNU
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Bizim amacımız bilinmeyen bir şeyi keşfetmek olmayıp, aksine bildiğimiz bir şeyin altını kalın çizgilerle çizerek, daha görünür hale getirip,  gündem konusu yapmak ve üzerinde düşünülmesini sağlamaktır. Ümit ediyoruz ki bu say ve gayret, önümüze konulan ihtilaflardan kurtulmaya ve yersiz tartışmaların önüne geçmeye bir vesile olur. İslam’ın kaynağı denilince aklımıza gelen, hiç şüphesiz Allah’ın Peygamberlerine vahiy yoluyla göndermiş olduğu kitaplar olmakla birlikte; özelde bizim için en son Muhammed (as) göndermiş olduğu Kur’an’ı kerimdir.

Bu kitap 23 yıl gibi bir zaman içerisinde Allah’tan Elçiye Parça paça indirilip ağır ağır okunarak elçinin kalbine yerleştirilmiştir. Kitap Sünnet Ve Hadis             Kaynak:  Bir şeyin ilk çıktığı yer olarak kabul edilen bir yeri ifade etmek için kullanılan bir kelimedir. Bu konuda bilginin kaynağı, haberin kaynağı, yerden kaynayıp akan suyun ilk çıkış yeri anlamında suyun kaynağı, iyi anlamda güzelliklerin kaynağı, çirkinlik anlamında fitnenin kaynağı ve nihayet doğru eğri, hak batıl dinin kaynağı gibi anlamlarda kullanıldığını biliyoruz. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz konu İslamî anlamda dinin kaynağı konusudur.

Bizim amacımız bilinmeyen bir şeyi keşfetmek olmayıp, aksine bildiğimiz bir şeyin altını kalın çizgilerle çizerek, daha görünür hale getirip,  gündem konusu yapmak ve üzerinde düşünülmesini sağlamaktır. Ümit ediyoruz ki bu say ve gayret, önümüze konulan ihtilaflardan kurtulmaya ve yersiz tartışmaların önüne geçmeye bir vesile olur. İslam’ın kaynağı denilince aklımıza gelen, hiç şüphesiz Allah’ın Peygamberlerine vahiy yoluyla göndermiş olduğu kitaplar olmakla birlikte; özelde bizim için en son Muhammed (as) göndermiş olduğu Kur’an’ı kerimdir. Bu kitap 23 yıl gibi bir zaman içerisinde Allah’tan Elçiye Parça paça indirilip ağır ağır okunarak elçinin kalbine yerleştirilmiştir. “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” “İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.

” (Şura 42/51-52) “Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.” “Sen; sana bu Kitabın verileceğini ummazdın. Bu; ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyle ise, sakın kâfirlere yardımcı olma.” (Kasas 28/85-86) Bu ayetlerin rehberliği ile anlıyoruz ki Allah, razı olduğu dini parça -parça indirip tertil ile okuyarak Muhammed (as) kalbine yerleştirmiştir.

Bu ayetler peygamberimizin ağzından Arapça kelimeler olarak ümmete okunmuş; özel kâtipler tarafından Arap dili ve alfabesiyle yazıya geçirilmiştir. Bu konuda Allah elçisini kastederek: “Eğer bizim bildirmediğimiz bir şeyi bize izafe etseydi, onu kuvvetle yakalar şah damarını koparırdık…” (hakka 69/46) tehdidiyle konunun ciddiyeti hatırlatılmıştır. Yine elçiye hitaben, insanlara Kur’anla öğüt vermesi, emrolunduğu gibi dosdoğru olması, kâfirlere, müşriklere, münafıklara rağbet etmemesi, dini Allah’a has kılması, insanlardan değil Allah’tan korkması ve sadece Allah’a dayanıp güvenmesi istenmiştir. Onun gönlünü yatıştırmak için Duha ve İnşirah surelerinde:

“Seni yetim bulup barındırmadık mı? Fakir bulup zenginleştirmedik mi? Ne yapacağını bilmez halde bulup doğru yola ulaştırmadık mı? Tahammül gücünü artırmadık mı? Belini büken yükünü senden almadık mı..? Sorularının ardından, seni yeminle temin ederim ki, Rabbin sana darılmadı ve seni asla terk etmedi” hitabıyla yüreğini serinletmiştir. Çünkü risalet havuzunun suyu vahiydir. Böylece vahiyle dolan risalet havuzunun suyunu peygamber, tüm insanlığa tebliğ yöntemiyle servis ediyordu. Ancak her insan kendi kabının ölçüsünce, aklının ve ilgisinin miktarınca istifade edebiliyordu. Onun sağlığında bu istifade biçimi görerek işiterek olurken; irtihalinden sonra ise vahyin kitaplaşmış hali olan Kur’an’dan istifade ile mümkün olmaktadır. Dinde en temel kaynak Allah’ın kitabıdır. Çünkü Dinin sahibi Allah’dır. Yukarıda zikretmiş olduğumuz ayetlerin beyanından da anlaşıldığı gibi, Elçiye ne yapacağını, nasıl yapacağını, ne zaman yapacağını, kiminle yapacağını ve nerede yapacağını belirleyerek emri veren Allah, aynı zamanda elçinin emrolunduğu gibi dosdoğru olmasını da istemiştir.
Bu nedenle Peygamber (as) Allah Teâlâ’nın vahiyle değiştirmediği sürece, cahiliyede var olan bir hükmü asla değiştirmemiştir. Bunun en açık örneği, içkinin kumarın, faizin yasaklanmasında izlenen tedrici yöntemde sonuna kadar sabredip beklemiştir. Asla kendiliğinden bir hüküm koymamış. Daima vahye tabi olmuş ve Allah’ın hükmünü uygulamıştır. “Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.

” Bu konu Müslümanlar arasında böyle olduğu gibi, ehli kitap içinde aynı yetki verilmiştir: “O halde, Allah’ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet, Allah’ın sana indirdiği Kur’an’ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.” (Maide 5/48-49) Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şey bu ayetler ile daha açık olarak ifade edilmektedir ki Peygamberimiz için de bizim için de dinin kaynağı, vahyin kitaplaşmış hali olan Kur’an’dır.  Peygamberimizin Kur’an’dan anlayıp hayata geçirdiği uygulamaları yani Kur’an’ın bir insan davranışı olarak cisimleşmiş olan hali de onun sünneti, diğer ifadeyle teorinin pratiğe geçirilmesidir. Burada bir yanlış anlama veya yanlış uygulama olursa, doğrudan vahiyle düzeltilmiştir. Tahrim olayında olduğu gibi. Peygamberimiz hayatta olduğu sürece onun yanlışlarını düzeltmek, bizzat onu elçi olarak gönderen tarafından yapılmıştır. Burada herhangi bir sorun yoktur. Ayrıca vahyin yanlış anlaşılmasıyla ilgili herhangi bir düzeltme de olmamış.

Yapılan düzeltmeler, vahyin olmadığı konuda Peygamberimizin yapmış olduğu içtihatlarla ilgilidir. Örneğin Bedir esirleri ile ilgili içtihadı ilahi iradeye uygun olmadığı için düzeltilmiş iken; görünüşte Müslümanların aleyhinde gibi olmasına ve tüm sahabelerin içine sinmemesine rağmen Hudeybiye antlaşması Allah Teâlâ tarafından uygun bulunmuş ve herhangi bir ikaz almamıştır. Bu nedenle peygamber (as) hayatta olduğu sürece onun emir ve uygulamalarına karşı hiçbir Müslüman’ın muhayyerliği yoktur. Mutlak teslimiyeti ve itaati söz konusudur. Ancak tüm problemlerin onun irtihalinden sonra ortaya çıktığını görüyoruz. Toplumsal uygulamalarda fazla ihtilaf olmamakla birlikte; bireysel uygulamaların intikali onu görenlerin, işitenlerin gördüğünü duyduğunu, gördüğü ve anladığı gibi kendi kelimeleriyle nakletmiş olduğundan daha ilk nakledenler de bile sorunlar yaşanmıştır. Örneğin: Uğursuzluk konusunda Peygamberimizden bir söz nakleden kimsenin naklinde çıkan sorunda cahiliye dönemindeki bir düşünce olduğu es geçilince sanki bu anlayış peygamberimiz tarafından kabul edilen bir durum gibi anlaşılmıştır. Ancak Hz. Aişe validemizin bu tür anlayışları Kur’an’ı esas alarak düzelttiğini görüyoruz. Fakat zaman uzadıkça sözler de uzamış. Her nakilde devreye giren insan unsurunun artı ve eksileri ile sözler, söyleniş amacından uzaklaşmıştır.

Sözlü naklin yazılı hale gelinceye kadar geçirdiği bu evre, zaman olarak yüz yılın üzerindedir. Birde bu konuya, fetihlerle İslam’a yeni giren kitlelerin katılmasını ve buna bağlı olarak, siyasi ve fikri kargaşaların en yoğun yaşandığını; Bununla kalmayıp İslam devletinde peş peşe üç halifenin şehit edilişini, peşine Peygamber ailesinden iki güzide evladında bu kervana katılmasını düşündüğünüzde; yaşanan ortamın vahameti anlaşılacaktır. Hadisleri toplayan muhaddislerin kitaplarına aldıkları hadisler, topladıklarının çok azını oluşturmaktadır. Çoğunun bırakılmış olması koymuş oldukları kriterlere uygun olmadığı içindir. Her muhaddis bu kriteri kendi kabulleri üzerinden oluşturduğu gibi, metin tenkidinden ziyade senet tenkidi üzerinden yapılmıştır. Bir de bu sözleri metin tenkidine tabi tutarak Kur’an’a uygunluğu noktasında ele aldığınızda bu sayı daha da düşecektir. Şimdi Peygamberimizin uygulamaları vahiyden/Kur’an’dan anladıkları idi. Bu nakiller ise Peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerini, anlayanların anlayışlarıdır. Bir de bunlara muhatap olanların bunlardan anladıkları devreye girince ortaya çıkan sonuç, bu gün karşımızda hazır bulduğumuz “yetmiş üç fırkaya” bölünmüş bir ümmet manzarası çıkıyor. Bunların her biri kendi düşüncesini dayandırdığı malzemeyi gayet rahat bulabildiği bir imkâna kavuşmuş oluyor.

Bunlardan doğan mezhep ve meşrep mensuplarının aralarındaki rekabeti de ilave edince. Durum içinden çıkılmaz hale geliyor. Şimdi bunca bölünmüş parçalanmışlıktan sonra, ideal olan birliğe, beraberliğe ve kardeşliğe nasıl ulaşacağımızı düşünüyoruz? Ümmetin düştüğü zilletten rahatsız olmayanları rahatsız etmek mümkün değilse de,  rahatsız olanların izzet için yüzünü ilk güne; yani birbirinin gırtlağına sarılmış Mekkeliyi, Medineliyi, Yemenliyi, Iraklıyı, Suriyeli, Mısırlı, İranlı, Orta Asyalıyı kardeş yapan kaynağa, anlayışa, yaşayışa dönmemiz gerekiyor. Bilgi çağının bilgi kirliliklerinden arınarak dinin kaynağına/ vahye teslim olmamız gerekiyor.

Mezhebi, meşrebi taassuplarımızdan arınarak Hayatımıza Kur’an’ı, gönlümüze İmanı, insanlara karşı sevgi ve saygıyı koyalım. İlahi davete uyarak Allah’ın ipine Allah’ın istediği gibi sarılalım. Çıkartılan fitnelerin, akıtılan Müslüman kanının, oynanan çok yönlü, çok uluslu, çıkar odaklı oyunların farkında olup piyon olmayalım. İnsanlığımızın, Müslümanlığımızın, kardeşliğimizin farkına vararak fark etmeyenlere fark ettirmek için elimizden gelen gayreti, fedakârlığı gösterelim. Son nefesimize gelmeden pişmanlıklardan, düşmanlıklardan arınmış, rızayı ilahiye uygun bir hayat; bu hayat üzere iken hakka teslim olacak bir memat ile perdeyi kapatmak nihai arzumuz olmalı… Belki rabbimiz merhamet ederde bizleri bu ateş çukurunun kenarından kurtarır. Bizden öncekileri kurtardığı gibi: “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz diye.” (Aliİmran 3/103) “Artık onlar, bundan sonra hangi söze inanacaklar? .iktibasdergisi.