İSLAM DİNİNİN KAYNAĞI NEDİR

ERHAN AKTAŞ

VAN 23.07.2014 14:01:21 0
İSLAM DİNİNİN KAYNAĞI NEDİR
Tarih: 01.01.0001 00:00

Dini olmamak, veya diğer bir söylemle dinsiz olmak deyimi, tanım olarakta anlam olarak doğru değildir. Dinin tanımının doğru yapılması durumunda; imanlı-imansız, mü’min-kafir, teist-ateist v.s. dinsiz kimsenin olamayacağı, diğer bir ifade ile herkesin bir dine sahip olduğu görülecektir. Zira din, kişinin yaşamını kendisine göre düzenlediği olgudur. Burada şu ayrıntıya dikkat etmeliyiz; “din yaşamı düzenleyen şeydir” demiyoruz; din, “yaşamın kendisine göre düzenlendiği, yaşamın düzenlenmesinde ölçü alınan, belirleyici faktör olan şeydir” demek istiyoruz. Diğer bir ifade ile “kişi yaşamını düzenlemede neyi ölçü alıyorsa, onun dini odur” diyoruz. Böyle olunca da ateist de dâhil, bir kimse yaşamını düzenlemede neyi ölçü alıyorsa, yolunu ve yönünü neye göre belirliyorsa,  onun dini odur. Müslüman’ın, inancını ve yaşamını kendisine göre belirlediği, ölçü aldığı, yol göstericisi yaptığı dinin adı İslam’dır. Her dinin belli bir kaynağı veya kaynakları vardır. Bir kaynağa dayanmayan, bir kaynağı olmayan din düşünülemez. Bu gerçeklikten hareketle bu yazımızda, “İslam dininin kaynağı nedir?” sorusunun yanıtını bulmaya çalışacağız. Dinleri dayandıkları kaynakları itibari ile ikiye ayırabiliriz: vahiy kökenli din, insan kökenli dinler.  Aslında insan kökenli dinler de bir noktada vahiy kökenlidirler; insanlar kendilerine vahyedilen dinlere zaman içinde müdahale ederek, kendi yanlarından ilaveler ve eksiltmeler yaparak bu dinleri insanileştirmişlerdir. Keza, kimi dinler de, insanileşen bu dinlerin meşruluklarını ve geçerliliklerini ret etmeye bağlı olarak ortaya çıkmışlardır. Marksizm ve benzeri dinleri bu kategoriye örnek verebiliriz. Geçmişteki vahiy dinlerinin; Yahudiliğin, Sabiliğin, Hıristiyanlığın… Başına gelen “insanileştirme” İslam dininin başına da gelmiş bulunmaktadır. Onlar hangi gerekçelerle ve neden tahrif edildilerse, İslam dini de aynı gerekçe ve nedenlerle tahrif edilmiş bulunmaktadır. Bu tahrifatın, diğer tahrifatlardan farkı şudur: Bizzat göndereni tarafından korunmaya alınan Kur’an,  bugün de bir metin olarak vahyedildiği gibi sapasağlam bir şekilde ve vahyedildiği biçimi ile varlığını sürdürmektedir.  Ne var ki “anlamsal” bağlamda aynı şeyi söylememiz mümkün değildir. O da anlam olarak tahrifata uğramış ve tıpkı diğer dinler gibi insanileştirilmiştir. O nedenle, bugün Müslüman! olduklarını iddia edenlerin, inandıklarını söyledikleri dinle, Allah’ın vahyettiği dinin isim benzerliğinden başka hiç bir ilgisi kalmamış bulunmaktadır. Vahyin söyledikleri ile, ona inandıklarını iddia edenlerin inanç sistemlerine ve yaşam biçimlerine bakıldığında, yapılan tahrifatın,  bağlılarını nasıl küfre ve şirke sürüklediği açıkça görülmektedir.  Müslüman! olduklarını söyleyen büyük bir çoğunluğun kafasındaki ve pratiğindeki din ile Kur’an’da ki din mukayese edildiğinde, bunlara aynıdır demek mümkün değildir.  Zira Kur’an’a göre dinin tek sahibi vardır; o da Allah’tır. Ve Allah, kendi dinine elçisi de dahil hiç kimseyi ve hiçbir şeyi ortak etmemiştir. Allah’ı “bir”lediklerini söyleyenler, dinlerini de “bir”lemedikçe, Allah’ı “bir”lediklerini söylemelerinin Kur’an’a göre bir değeri yoktur.  Allah’ı “bir”lemek, tek başına bir anlam ifade etmez;  Allah’ı “bir”lemiş olmak için dini de “bir”lemiş olmak gerekmektedir. Dinin “bir”lenmesi ise onun dayandığı kaynağın “bir”lenmesi ile mümkündür. Kim ki dinde kaynak olarak Kur’an’dan başka veya Kur’an’ın yanı sıra başka bir kaynak daha edinirse; tıpkı Allah’a eş koşmuş gibi dinine eş koşmuş sayılır. Allah’a eş koşmak nasıl ki koşanı müşrik yapıyorsa,  dininde, Kur’an’dan başka kaynak edinen de müşrik olmuş olur. Zümer Suresi 2.ci ve 3.cü ayetlerde gerçek Din’in Allah’a has olduğu, Din’in sahibinin yalnızca Allah olduğu belirtilmekte ve Dini Allah’a has kılarak O’na kulluk etmemiz istenmektedir. Dini Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek demek; dinde vahyin dışında hiçbir şeyi kaynak olarak kabul etmemek ve sadece vahye bağlı kalarak, vahyin belirlediği şekilde Allah’a yönelmek demektir. Yani “Allah ne diyorsa o, ne kadar diyorsa o kadar, nasıl diyorsa öyle” olarak O’na kulluk etmek demektir. Sanki Allah eksik bırakmış gibi, dine bir şey ilave etmek veya fazlalık varmış gibi ondan bir şeyler eksiltmeye kalkışmak, Allah’ın dinine müdahale etmekten başka bir şey değildir. Keza din konusunda vahyin yani sıra başka belirleyici kaynaklar öngörmek, vahyin yetersiz olduğunu söylemekle ayı anlama gelmektedir. Vahiy, tek başına doğru yola iletemez, hakikati yalandan, iyiyi kötüden, adaleti zulümden ayırt edemez, insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaramaz demek onun yetersiz bir kaynak olduğunu söylemek anlamına gelmez mi?  Diğer bir ifade ile bu, onu gönderenin insana hidayet etmede yeterli olamadığını varsaymak olmaz mı?  Ki böyle bir düşünce en yalın anlamı ile Kur’an’a göre küfürdür. Dolayısı ile dinde Kur’an’ın yanı sıra başka kaynakları da gerekli görenler küfre girmiş olurlar. Bir mü’min için din yalnızca Kur’an’da olandır. Kur’an’ın dışında din yoktur.  Nebi efendimizin de onun yakın arkadaşlarının da ve ilk dönem mü’minlerin de dinde, Kur’an’dan başka bir kaynakları yoktu. Vahin ilk döneminden hemen sonra, çok erken sayılabilecek bir dönemde Kur’an’ın yanı sıra dinin kaynakları olarak ön görülmeye başlanan hadis, kıyas, icma gibi bilgi değeri taşıyan kaynakları, dinde kaynak olarak görmek, dini Allah’ın dini olmaktan çıkarmak demektir. Diğer bir deyimle Din’i insanileştirmektir; tıpkı Yahudiler gibi, Hıristiyanlar gibi dini tahrif etmektir. Gönderilen dinin yerini, uydurulan dinin alması demektir. Evet, Kur’an’ın öngördüğü dinin dışında başka hak din yoktur.  Nebi efendimiz de dahil olmak üzere ondan sonra gelen halifelerin kişisel olarak söyledikleri ve yaptıkları din değildir. Dini referans alarak, onu ölçü yaparak, ona uygunluğu esas alarak söyledikleri ve yaptıkları şeyler, kişisel şeylerdir. Kim vahye teslim olmak istiyorsa, dinini ve kulluğunu Allah’a has kılmak istiyorsa,  tıpkı nebi efendimizin ve o seçkin ilk mü’minlerin yaptıkları gibi inancını, düşüncesini, görüşünü ve yaşamını vahyi esas alarak, yani dine uygunluğu esas alarak belirlemelidir. Onların yolunu sürdürmek; tıpkı onların yaptıkları gibi, dinin kaynağı olarak yalnızca vahye teslim olmakla olur.  Altını çizerek şu hususu ifade edelim ki; kastımızın doğru anlaşılması; “din olanla” “dine göre olanın” birbirinden ayırt edilmesine bağlıdır. Müslüman için bir şeyin din sayılabilmesi için, onun muhakkak Kur’an’da yer almış olması gerekir. Diğer bir deyimle, Kur’an’da yer almayan hiçbir şey din değildir. Din olmadığı için de yapılıp yapılmaması kişisel kabullere bağlıdır. Zira dine ait olan bir şeyde kişisel tercih söz konusu değildir. Bir mü’min için dinin her dediğinin kabul edilmesi ve uygulanması hususunda seçenek yoktur. Yinelersek, dinin tek sahibi Allah ve tek kaynağı da Kur’an’dır. Tarihi süreç içinde din olgusu üzerinden oluşmuş kültürel külliyatın elbette ki bilgi değeri vardır. Bu külliyatın değerlendirilmesi tabii ki büyük öneme haizdir. Ne var ki ne kadar önemli olursa olsunlar bu bilgiler din olarak kabul edilemezler. Bunları kabul veya ret etmek, uygun görüp görmemek kimseyi kâfir yapmaz. Ancak “din” böyle değildir. Din olan bir şeyi uygun görmemek, görmeyeni kâfir yapar. Dinin kaynağının tekliği konusunda önemli bir sorun da “dinin tek kanyağı Kur’an’dır” kabulüne sahip oldukları halde bu konuda yeterli “netliğe” sahip olmayanlarca ortaya çıkan çelişkidir. Yeterli netliğin olmayışına bağlı olarak bu konuda gerekli özen ve duyarlılık gösterilememektedir. Böyle olunca da teoride ve pratikte şirkten ve küfürden tam bir ayrışma gerçekleşememektedir. Bugün de, geçmişte de insanlığın yaşadığı acıların, sömürünün, savaşların, yok oluş ve tükenişlerin ana nedenlerinden biri de vahiy dininin yerini uydurulan dinlerin almış olmasıdır. Din ne kadar tahrif edilmişse acı ve yokluk, sömürü ve zulüm o denli büyük olmuştur. Zira insanın köleleştirilmesi, kulun, “kula kul olması” vahiy dininden sapma olmadan asla söz konusu olamaz. Vahiy dini ile uydurulan dinlerin arasındaki fark, yaşatmakla yok etmek arasındaki fark gibidir. Birisi afyon gibi uyuşturarak öldürürken diğeri sorumluluk bilinciyle dirilterek hayat vermektedir. Dinin bağlayıcılığı zaman ve mekan üstüdür. Sabittir ve değişmezdir. Ancak geçmiş toplumların din adına uydurdukları da tıpkı din gibi zaman ve mekan üstü olarak görüldüğünden; belli bir zaman diliminde ve koşulların gereği olarak gerekli görülen şeyler daha sonraki zamanlar ve koşullar için de gerekli sayıldı. Geçmişi bugünde yaşamak gibi bir dayatma ile karşı karşıya kalan Müslümanlar! bugünün dünyasıyla, diğer bir deyimle yaşanan hayatla bağlarını koparmak zorunda kaldılar.  Oysa ki zaman ve mekan üstü olan din; bağlılarından yaşadıkları hayatı,  ihtiyaçlarına ve zamanın koşullarına göre kendilerinin düzenlemelerini istemekteydi. Yani din, bağlılarına demektedir ki:  insanın doğasına uygun, zamanın ve koşulların gereklerini de dikkate alarak, dine uygunluğu esas almak koşuluyla kendi hayatınızı ve dünyanızı kendiniz düzenleyin. Müslümanlar! ise bunu yapmak yerine dine bağlılık adına, atalarının geçmişte hayatlarını düzenleme biçimlerini din edindiler. Ve bundan dolayı yeryüzünün mağlupları, mağdurları ve güçsüzleri durumuna düştüler. Kur’an, kendisinin din konusunda yeterli olduğunu ve dinin tek kaynağının yalnızca kendisinin olduğunu; kendisinden başka bir kaynağa yönelenin kendisini terk etmiş sayılacağını, dinlerini parçalayıp guruplara ayrılarak müşrikler gibi olunacağını söylemektedir. “Bu yüzden sen her türlü saçma sapan inancı terk ederek bütün varlığınla hak dine yönel; yani Allah’ın insanın yaradılışına, yapısına ve tabiatına uygun kıldığı dine… ki böylece Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürüme meydana gelmesin. İşte bu sahih bir dinin gayesidir. Ancak insanların pek çoğu bunu bilmez.” (Rum suresi, ayet 30) -