İSLAM, CUMHURİYET VE LAİKLİK*

Ali BULAÇ

VAN 30.01.2014 22:15:48 0
İSLAM, CUMHURİYET VE LAİKLİK*
Tarih: 01.01.0001 00:00

İSLAM, CUMHURİYET VE LAİKLİK*
Ali BULAÇ
Bugün "İslam, cumhuriyet ve laiklik" konusunda konuşmak her zamankinden daha zor. Zira kavramlar büyük ölçüde kendilerine çizilen çerçevenin içinde bir tür kemikleşmeye uğramış bulunmaktadırlar.
Demokrasiyle beraber yürümekte olan köklü monarşilerin dışında devletin şekli olarak Cumhuriyet`e önemli sayılabilecek bir itiraz yok. Geçen sene (28 Ekim 2005) Türkiye`de 80 bin camide imamlar, Cuma günü "Kur`an ayetleri ve Peygamber hadisleri desteğinde Cumhuriyet`in erdemleri"ni anlatan bir hutbe okudular. Milyonlarca bağlısı olan Said Nursi geçen yüzyılın başlarında "Ben dindar bir cumhuriyetçiyim" demişti.  İslami politik akım ve partilerin ezici çoğunluğu, yönetimde halkın rızasını önşart koşuyorlar. Yine hayatta iken milyonlarca Şii-Müslümanın görüş ve içtihatlarına uyduğu Ayetullah Humeyni, 2.500 yıllık monarşiyi İslam Cumhuriyeti`yle değiştirdi. İslam devrimi "dini monarşi" getirmedi.
Bu somut örnekler eşliğinde şunu anlatmaya çalışıyorum: Devletin bir şekli olarak cumhuriyet Fransa`nın dünya siyaset kültürüne bir armağanı. Müslüman dünya bunu kolayca kendi referans çerçevesiyle bağdaştırabilmektedir. Bir Müslümana "Kim yönetecek?" sorusunu sorduğunuzda size kuşkusuz "Halk" diyecektir. Ancak "Cumhuriyetin muhtevası, temel felsefi varsayımları ve yönelimleri ne olmalı" sorusunu sorduğunuz andan itibaren sorunlu bir alan başlamış bulunmaktadır. Söz konusu sorunlu alana girmeden önce bir noktanın altını çizmek gerekir.
Genel İslami telakkiye göre, Allah`ın iradesi bir kurumda veya devlette, halifede veya sultanda değil, ümmette tecelli eder. Sünni doktrine göre ümmetin tarihsel tecrübesi, yani örfü "icma"dır ve "mü`minler nezdinde makbul olan şey Allah katında da makbuldür". Şu halde yönetimi tayin etme yetkisi halka aittir. Halkın/yönetilenlerin rızasına dayalı olmayan rejimler gayr-ı meşrudur. Meşru bir yönetimin "Seçim, şura (kararların birden fazla ortak tarafından alınması) ve katılım (karar mekanizmaları üzerinde etkili olma)" gibi parametrelere dayanması gerekir.
Belli bir sükunet ve entelektüel cesaret zemininde düşündüğümüzde "laiklik" için de yakın şeyler söyleyebiliriz. Bundan yıllar önce geleneksel İslami ilimleri çok iyi bilen bir Medrese mollası, bana "Eğer Avrupa`nın Ortaçağında yaşıyor olsaydım, o büyük Kilise ile laikler arasında vuku bulan kavgada laiklerin yanında yer alırdım" demişti. Buna hiç şaşırmadım.
Dinin hiyerarşik bir kurumda temsil edilmesi; Tanrı ve din adına konuşan yanılmaz-hata etmez (masum) bir otoritenin olması ve siyasi otorite ya da devlet üzerinde üstünlük ve hak iddiasında bulunan bir din adamları sınıfının (Ruhban) bulunması siyaseti mümkün kılmaz, yönetimi kendi amacı dışına çıkarırdı. Teokrasiye karşı gelişen laiklik, tarihsel bir devrim yaparak siyaseti mümkün kıldı.
Elbette elde edilen başarı sadece bundan ibaret değildir. Özellikle Batı tarihi tecrübesi açısından, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alınması, kendi adına düşünen ve karar veren bir şahsiyet olarak insanın din seçmede özgür bırakılması ve belki en önemlisi bir din içinde birden fazla farklı, hatta birbirine aykırı yorum ve yaşama pratiklerini mümkün kılıp mezhep savaşlarını sona erdirmesiyle laiklik Batı`nın kazanç hanesine kaydedebileceğimiz başarılarıdır.
Bunun yanında laiklikle; özgür düşünce ve bilgi üretme önündeki dogmatik engellerin ortadan kaldırılması ve masum insan arzularının haksız ve yersiz olarak din tarafından engellenmesine son verilmesi önemli kazanımlardır.
Gereksiz tevil ve zorlamalara gitmeden denebilir ki, İslam`ın bağlayıcı referans kaynakları (Kur`an-ı Kerim ve Peygamber Sünneti ile büyük Müslüman otoriteler); ana hatları bakımından İslamiyet`in tarihi tecrübesi (18. yüzyılda Voltaire, Osmanlı`daki uygulamanın bunun dışında olmadığına işaret ediyordu. (Felsefe Sözlüğü,   Çev. Lütfi Ay, 4.Bsm. İstanbul, 1977, ll, 385.); ve bugün Müslüman dünya aksini iddia etmiyor.
Evet, bütün bunlar herhangi bir Müslüman için garip şeyler değildir. Ama yine de ortada çok ciddi bir sorun var ki, bu, yukarıda kastettiklerimizin tümünü içerdiği varsayılan laikliğin sekülerliğe indirgenmesi, cumhuriyetin laiklik üzerinden sekülerliği toplumsal hayatın bütün alanlarına nüfuz edecek mahiyette ve güçte empoze edilmesidir.
"Sekülerlikî tanımlamak veya bu kavramdan neyi anladığımızı ortaya koymak durumundayız. Bir yönelim olarak sekülerlik, hayatın "şimdi ve buraya" indirgenmesi; varlık dünyasının ve hayat süreçlerinin müteal/aşkın, ahiret ve batın/içkin olandan arındırılması; dünyanın kutsaldan boşaltılması ve elbette bunun sonucunda dünya hayatının maddileştirilmesi ve değersizleştirilmesidir. Sekülerlik, insana "bir yeryüzü cenneti kurma" vaadine dayanır, büyük ölçüde motivasyonunu buradan alır.
Ortada artık sayısız belirtisi gözlenebilen köklü bir paradigma kırılması var. Bunu anlamadan ne yakın tarihi ne bugünü anlamak mümkün:
Fransız devrimi, üç önemli ideali öne çıkarıp yeni politik sistemin temeli haline getirdi ki, bunlara da kimsenin itirazı olamazdı: "Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük". Kimsenin itirazı olamaz, çünkü bu üç ideal özleri itibariyle dine aittirler, dinin tahakkuk ettirmeye çalıştığı ahlaki yüksek ideallerdir: Hz. Ömer, "Anaların özgür doğurduğu çocukları kim köleleştiriyor?" diye sormuştu. Haksız imtiyazlara mesnet teşkil eden maddi/sosyal üstünlük teorilerinin dışında kim Adem ve Havva`nın çocukları olarak eşit olmadığımızı iddia edebilir? Bir annenin ve babanın çocukları isek, ontolojik bakımdan eş ve kardeşiz. Bunu 7. yüzyılda Mısır Valisi Malik bin Eşter`e gönderdiği mektupta lV. Halife Hz. Ali açıkça dile getirmişti: "Bizim idaremiz altında yaşayanlar iki sınıftır: Biri yaratılışta eşlerimiz ve eşitlerimiz olan gayr-ı Müslimler diğeri dinde kardeşlerimiz olan Müslümanlar. Her iki insan grubunun korunmuş hakları vardır. Senin görevin bu hakları ayakta tutmaktır." (Nehcu`l-Belağa, Tercüme ve şerhi, Abdülbaki Gölpınarlı, Tahran, 1981, s. 369.)
Burada durup kendimize ilk suali soracağız: Fransız ihtilalinin üzerinden 217 sene geçti. Hala Fransızların üçte birinin ırkçı olduğunu beyan etmesini (Fransız İnsan Hakları Ulusal Danışma Komisyonu (CNCDH)`nun yaptırdığı araştırma; Zaman, 22 Mart 2006);   Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili ve eski Türkiye Raportörü Alain Lamassaoure`un "Türkiye AB`ye tam üye olursa Fransa AB`den çıkar" (Zaman, 22 Aralık 2006) demesini nasıl açıklayacağız?
"Eşitlik" hala kışkırtıcı bir kavram ve ulaşılması gereken bir ideal. Ama hala dünyamızda her sene 5 milyonu çocuk olmak üzere yaklaşık 50 milyon insan açlıktan ölmektedir. Modernizm, "küreselleşme" adını alarak bütün yeryüzünü içine alacak biçimde ölçek büyütürken, bazı insanların diğerlerinden "daha eşit" olduğunu anlamış olduk. Yeni küreselleşme konspetinde sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasındaki eşitsizlik giderek artmaktadır.
"Adalet" ve "farklılıklara saygı"yla desteklenmeyen eşitliğin yarattığı "eşit yurttaşlar"ın nasıl kendilerine özgü biricik beşeri özelliklerini kaybettiklerini ve tek tip bireyler olarak devlet fabrikasında üretilip adeta determine edildiklerini trajik bir biçimde müşahede ediyoruz.
"Özgürlük"le ilgili söylenebilecek tek şey, bütün Aydınlanma projesinin insanı özgürleştirme vaadini öngörmesiydi. Cumhuriyetin koruyucu kanatları altında yurttaş olan insan eğitim ve okulla özgürleşecekti. Tek yol göstericiye itibar edilecekti, o da "akıl"dan başkası olmayacaktı.
Nihayetinde Kant, "Aydınlanma`yı insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan aklını kullanarak kurtuluşu olduğu"nu söylüyordu. (Immanuel Kant, Aydınlanma Nedir?, Seçilmiş Yazılar, Çev. Necat Bozkurt, İstanbul, 1984, s. 213) Kant aynı zamanda "ilerlemenin insanın doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olduğu inancındaydı " (Kant, Age., s. 217).
Bu sözlerin üzerinden tamı tamına 222 sene geçti: Şimdi "düştüğümüz bu yerden sahiden kurtulup kurtulmadığımız"a bakmamız lazım: İnsanın aklını kullanması onu diğer canlılardan ayıran önemli özelliğidir; ama akıl pozitivizmin temel varsayımlarını aklileştiren, kabul edilebilir formlara sokan bir rasyonalizasyon ameliyesinden öteye gidemedi. Türk laikliği aklın yerine "bilim"i, hatta bilimciliği ikame edip, hiç değilse Popper gibi bilimin yanlışlanabileceğini dahi ihtimal dahiline almadı, bundan da totaliter bir rejim modeli doğdu.
İnsanın özgürleşmesi için Fransız aydınlanması, insanın "Ne Tanrı`ya ne efendi"ye ihtiyacı olmadığını söylüyordu ki, bu sayede laiklikle teokrasiye, demokrasiyle de mutlakiyetçi idarelere son verildi. Ama teokrasiyle birlikte din ve Tanrı`ya karşı da bir tür tavır alındı. Oysa Kilise`nin dini ve Tanrısı laiklerin de dini ve Tanrısı değil miydi? "Tanrının öldürüldüğü" veya varlık dünyasının ve hayatın işlek alanlarından kovulduğu bir beşeri hayat ya da kalıcı ve insan yüzlü bir uygarlık mümkün mü? Dinin  küçük özel, marjinal ve izafi bir alana sürülmesiyle ortaya çıkan sonuca baktığımızda tablonun hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz.
Bundan önce, Katolik Kilise`sinin Romayı, Modern Ulus Devlet`in de Katolik Kilisesi`ne bakıp kendini tanımladığını, her bir sonra gelenin kendisinden öncekini ötekileştirirek rakibinin örgütlenme modelini iktibas ettiğini söylemeliyiz ki, bu tam da modern devletin niçin açık veya gizli, kaba veya sofistike yöntem ve araçlarla inanılmaz bir güç temerküzüne gittiğinin, liberal demokrasilerde bile totaliter vasfını koruduğunun da açıklamasıdır. Din ve Tanrı sahadan çıkarıldı, ama, bir bakıma hiçbir ortak kabul etmeyen modern devlet kendini güç temerküzünün mihveri haline getirdi.
Devlet ve siyaset laikleşip özgürleşti, ama bu iki beşeri etkinliğin üstünde dini-ahlaki kıstas kalmayınca, sahayı başarı fetişizmi, salt pragmatizm, lobilerin ve şirketlerin çıkarları ile demogoji istila etti.
İnsan "birey" olup özgürleşirken, çatışan çıkarlar sona mı erdi? Hobbes, çıkarları uzlaştırmak ve bireye "özgür alan" açmak üzere, bireyin bazı şeyleri merkezi otoriteye devretmesi gerektiğini söyledi; böylelikle devlet, özgürleştirme vaadiyle hukuku, eğitimi ve ekonomiyi kontrol etme yetkisini eline aldı ki, bu tarihte ilk defa görülen bir durumdu. Hegel`in modern ulus devlete yükleyeceği misyon ise "Tanrı`nın arzusu veya Tanrı`nın yeryüzündeki yürüyüşü" olarak ifade ettiği dini bir muhtevaydı.
Cumhuriyet egemenliği halka devretti; ama cumhuriyette devlet kendine geniş kamusal alanlar icat ederek özel ve sivil alanları daralttı, "nötr" diye ilan ettiği kamusal alanları cumhuriyetin değerleriyle düzenlemeye tabi tuttu. Kamusal alanın devletin düzenlemesine verilmesi, dolaylı olarak özel ve sivil alanın aleyhine olmak üzere, devlete, bireysel ve toplumsal hayatın bütününü ele geçirmesine imkan vermektedir. Eğitim ve hukuk gibi, temel ekonomik kararlar ile bilimsel ve teknolojik gelişmeler devletin tercih ve kararlarından bağımsız değilse, böyle bir devlette nasıl totalitarizm olmaz? Modern demokrasiler, otoriter olmayan fakat totaliter devletlerin rejimi haline gelmişlerdir.
Şu soru da önemlidir: Kamusal alanların tümünü nasıl olur da tek bir akıl düzenleyebilir? Diğer akıllardan ve akılların doğrularından arındırılmış bir kamu, doğası gereği, "renksiz, dilsiz, dinsiz, cinsiyetsiz, sessiz" (yani tekdüze, baskıcı ve sıkıcı) olacak; bu da bir toplumda tabii halleriyle varolan hakiki renklerin ve çizgilerin baskı altına alınması sonucunu doğuracaktır. Hukuk tarafından tanınmış ve korunmuş bir kültürel ve toplumsal çoğulculuk yoksa, siyasal çoğulculuk, yani birden fazla siyasi partinin iktidar için yarışıyor olması demokrasiyi mümkün kılmaz. Büyük bir insanlık bahçesini tek bir çiçeğe, mesela tek bir laleye indirgemek doğru mu? Neden bu bahçe insani bütün renkleri, çizgileri içinde barındırmasın? Bu ancak kamusal alanların sivilleştirilmesiyle mümkündür.
Birden fazla akıl, okuma, tefsir ve yaşama biçimi var. Devlet nasıl evrensel aklı veya aklın doğrularını temsil edebilir? Eğer kamusal alanların tümünde karşılıklı ve özgür müzakere, kendini özgürce ifade etme imkanları yoksa ortak akıl da yoktur.Sessizleştirilmiş, bastırılmış bir kamusallıkta öğrenci, işçi veya başka kimlik ve meslek sahibi kitlelerin gösterileri aslında kentin kalbinde gözleyebildiğimiz patlamalardır. Bunun en vahşi, dizginlenemez versiyonu futbol stadyumlarındaki kitlesel boşalmalardır.
"Evrensel akıl" da var, ama devlet dahil hiç kimse tek başına evrensel aklı temsil ettiğini öne süremez. Akıl insan tekine aittir. Devlet düşünemez, insan düşünür. Verili laiklik, hiçbir zaman doğrulanması mümkün olmayan faraziyelerden hareketle, evrensel aklı devlet politikalarının tayininde temel aldığını öne sürmekte, ancak muhalif akılların kendilerini kamuda ifade edemedikleri böyle bir devlette laiklik laisizme dönüşmektedir. Eskiler "bir şey kendi sınırlarını aşarsa zıttına döner" demişlerdir ki, belki de tam bu çerçevede "laikliğin laikleştirilmesi gerektiği"ni söyleyenler haklıdırlar.
Şimdi diğer suallerimizi soralım: İnsan özgürleşti mi? Özgürlük ne kadar adaletli dağıtıldı? Öyle anlaşılıyor ki, nasıl bazılarımız "daha eşitsek" bazılarımız da "daha özgür"dür: Bu bazılarımız Dostyoveski`nin dediği gibi 1 milyon franga (şimdi Euor`ya) sahip olduğu zaman pratikte özgür olabiliyorlar.
Özgürlük beşeri bir durumdur. Arızi bir durum olan köleliği bir kenara bırakacak olursak, ilke olarak çocuklar annelerinden özgür doğar. Bu durumda insan, özgürlüğü değil, özgür iken iyiliği seçer. Arapça`da "ihtiyar" aynı zamanda "hayır" kökünden gelir ki, anlamı özgür ve doğru seçim "hayır yönünde" olandır. Bunu da kişinin kendisi gerçekleştirebilirdi ancak, onun adına karar veren, kurum ihdas eden ve kendine özgü bir kamusallık icat eden devlet veya modern tabiatımız haline gelen kurumlar değil.
İnsan insandan yardım alır, öğrenir. Ama insanı devlet eline aldığında onu bir hayvan, bir embesil gibi "eğitme"ya kalkışır ki, Fransız ihtilalinden önce Kilise ile laikler arasında ilk büyük kavganın "eğitim" yüzünden patlak vermesi tesadüfi değildir.
İnsan ne özgürleşti ne birey olarak kendisine vaat edilenlere sahip oldu.
İnsan, doğal grubundan koparıldı, temel yapı taşına indirgendi, sonra sayıları belli bireylerin toplamından bir "toplum" vücuda getirildi ki, bu "toplama insanların toplumu"na siyasi ve hukuki olarak "ulus" tanımlaması yapıldı. Ulus, devlete aittir, kimliğini de devlet vermektedir ve "ulusal kültür"ün koordinatlarını tespit eden de devletten başkası değildir.
Dinin irfanı ve hikmeti yerini alan "kültür" doğası gereği sentetik, ayırıcı, çatışmacı ve değersizdir. Geldiğimiz noktada Hollywood filmleri, popçu ve topçuların televizyon üzerinden bize empoze edilen yaşama biçimleri, dizginsiz tüketim ve artık ruhsal ıstırap veren bedeni hazların dışında kültürden geriye ne kaldığını kendimize sorabiliriz. 21. yüzyılda kültür en değersiz şey olup çıktı.
Devlet kurtarıcı bir misyon üstlendiğinden ve kendi öngörülerine göre homojen bir toplum, yekpare bir ulus ve elbette tek tip insan yetiştirmek istediğinden; ne özgürlük, ne de farklı yaşama biçimleri ve farklı insan gruplarının bir arada yaşaması mümkündür.
Burada bireyin nasıl korunaksız kaldığı, devletle arasındaki bilumum mekanizmaların bertaraf edildiği ortadadır. Tabiat boşluk kabul etmediğine göre sosyal hayat da boşluk kabul etmiyor. Gayrı şahsi bir aygıt olan devlet ve kurumların her biri özerkliklerini ilan etmiş bulunmaktadırlar. Bilimler alt bölümleri ve her bölümde meydana gelen yeni disiplinlerle 8 bin ayrı branşa bölünmüş durumdadırlar. Her biri gerçekliğin farklı bir resmini çiziyor. Her bir kurum ve disiplin, bireyden ayrı bir rol talep etmekte, gündelik hayatı içinde birey onlarca rolü bir anda oynamak zorunda kalmaktadır. Bu artık kanıksadığımız ve adına şizofreni denen kişiliğin parçalanmasının ta kendisidir.
Kısaca, Türkiye olarak bütün bu süreçten payımıza düşene de bir göz atalım:
Fransa`dan başlamak üzere bütün Avrupa, kendi kilisesinin kusurlarını olduğu gibi diğer dinlere ve bu arada en başta İslamiyet`e de teşmil etti; Kilise`ye kestiği cezayı İslamiyet`e de kesti. Böylelikle bütün dinler de "suçlu" ilan edildi. Batı`da, mesela 1905 yasasıyla kilise ile devletin arası ayrılmıştı, bize intikal edince, tarihimizde kilise olmadığı, camii kilisenin rolünü oynamadığı, bizdeki Müslüman alimler veya camilerde namaz kıldıran imamlar, müezzinler "din adamı (ruhban) sınıfı" olmadığı için; devlet kendine ötekileştireceği, kendini, kavgasını ve yeni laik kimliğini konumlandıracağı bir öteki ararken "dinin kendisi"ni hedef aldı, dini insanın, ailelinin ve toplumsal hayatın bütününden arındırmak istedi. Bunun da pozitivizmle gerçekleştirmek istediğinden, bir anda laiklik toplumun pozivitistleştirilmesi projesi olup çıkıverdi. Aydınlar da devletin desteğinde ve Aydınlanma`dan beslenen sentetik bir zümre olduklarından pozitivist bir devlet ideolojisinin sözcüleri oluverdi.
Bu yüzden sür git devlet ile din; devlet ile toplum arasında bir gerilim ve zaman zaman çatışma yaşanmaktadır. Bu gerilim demokrasiyi mümkün kılmıyor; çünkü her fırsatta halk taleplerinin merkezde temsil edilmesini, hukuk tarafından korunmasını ve hayata geçirilmesini istiyor. Bu gerilimde aydınlar devletin yanındadır; bu özellikleriyle bilinçaltından aydın despotizmi sendromundan kurtulamıyor; her kritik dönemde –askeri müdahale zamanlarında- kolayca merkezdeki çekirdeğin yanında ve halka karşı tutum alabiliyorlar. Aydınlar umutsuz bir vak`a olarak kendi toplumlarının can yakıcı sorunlarını Fransız veya Anglo-Sakson dünyanın kavramları ve düşünce perspektifi üzerinden anlamaya çalışıyorlar ve elbette anlayamıyorlar. Bu aydınlar kendi halkının şarkısını söylemiyorlar.
Sonuç olarak modern algı ve tutum alışların felsefi beslenme kaynağı olan pozitivizm bugün çökmüş bulunuyor. Post modern bir dünyada modernlik de monolotik iddialarında ısrarlı kalamaz. Birey bir kum taneciği gibi savruluyor, toplum determine ediliyor ve ulus devlet küresel sadmeler altında derin bir sarsıntı geçiriyor. Asıl derin kriz sekülerlikle arasına mesafe koyamayan  modernitenin bizzat kalbinde yaşanmaktadır. Aydınlanmanın entelektüel kaynaklarıyla yeni dünyayı, anlam kaybına uğramış insanı ve artık her şeyin büyük bir belirsizliğin içine girdiği küresel zamanı anlayamayız, açıklayamayız.
Şunu söylememiz lazım: 200 veya 500 sene önce açılmış bir parantez bugün kapanıyor. Bunun sancıları büyük olacak ve bütün yer küresini içine alacak.
Kibir, önyargı, bencillik ve ben-merkezcilik gibi zaafları bir kenara bırakmalı; birbirimizi ötekileştirmeden; dinleme, anlama ve tanıma çabasını göstermeliyiz. Kendimizle barışmak için ruhsal cesarete, tabiatla barışmak için ahlaki cesarete ve ötekiyle diyalog kurmak için entelektüel cesarete ihtiyacımız var. Modern krizi İslam ile Batı arasında verimli bir müzakere ve diyalogla aşmamız mümkün. 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
*"Abant Toplantıları", Türkiye - Fransa söyleşilerinde sunulan tebliğdir.