İNSANİ İLİŞKİLERDE MÜSLÜMAN’A YAKIŞAN NEDİR?

HÜSEYİN BÜLBÜL

VAN 22.04.2014 12:23:54 0
İNSANİ İLİŞKİLERDE MÜSLÜMAN’A YAKIŞAN NEDİR?
Tarih: 01.01.0001 00:00
İnsan hayatı düz bir çizgi üzerinde devam eden bir özelliğe sahip değildir. İnsan, hayatın inişli ve yokuşlu yollarında seyrederken bu hayatın, günahıyla–sevabıyla, doğrusuyla–yanlışıyla, iyisiyle–kötüsüyle karşılaşmak durumundadır. Allah, İnsanın her hal ve karda nasıl davranacağı ile ilgili emir ve tavsiyelerini de kemaliyle açıklamıştır. Bu nedenle İslam insanlar arasında emniyeti barışı, sulh ve sükûnu, sevgi ve saygıyı hak ve adaleti temin etmiştir. İnsanlar arasında sükûneti sağlamak için kardeşlik ilkesini koymuştur. “Müminler ancak kardeştirler. O halde Allah’tan korkun ve kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ki, sizlere de merhamet edilsin”{Hucurat 49/10}

Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasınlar. Belki de alaya alınanlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar, belki de onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinize de hakaret etmeyin. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Tevbe edip halini düzeltmeyenler ise zalimlerdir.”{Hucurat 49/10–11}

Bu ilkelerde görüldüğü gibi görev ve sorumluluk tek taraflı değildir. Her iki tarafa da yapmaları gereken görevler yüklenmektedir. Bu sorumluluklar yerine getirilmelidir ki toplumsal barış ve huzur gerçekleşebilsin.

İslam’a teslim olmuş fertler arasında çıkacak anlaşmazlıklarda taraf olmayan diğer müminlere düşen görev, onlara hakkı hatırlatarak güzel söz ve nasihatlerle aralarını bulup düzeltmektir. İnsanlar taraf oldukları bir işte gerçekleri yeterince görmeyebilirler. Fakat olayın dışında kalanlar bütün samimiyet ve gayretleriyle bu olumsuzluğu sulh ve sükûna çevirmek için yeterli gayreti sarf etmek zorunda olduklarının bilincinde olmalıdırlar. Aksi halde büyüyen fitne toplumun tümünü rahatsız edecek boyutlara ulaşabilir. Her kötülük daha çıktığı yerde bitirilmeli ki toplumlar fesada düşmeden kurtulmuş olsunlar.

İslam’ın kitlesel barışı temin için ortaya koyduğu metot ise daha ileri boyutlardadır. Bunu Muhammed {a.s.}’ın Mekke’nin fethinden sonra izlediği siyasette daha belirgin olarak görmekteyiz. Henüz iman etmemiş olan Mekke’nin mele ve mütreflerinin, Allah’ın elçisine ve müminlere yapmadık hakaret ve eziyet bırakmadıkları gibi, Peygamberi öldürmek için de karar almışlardı. Fakat Allah o’nu onların elinden kurtarmıştı. Buna rağmen fetih günü Mekke insanını Müslüman olmaları karşılığında bağışlamış ve kimseye geçmişinden dolayı hesap sorulmamıştı. Umumi aftan, fetih günü İslam ordusuna saldıran Ebu Cehil’in oğlu İkrime bile istifade etmiş. O Müslüman olmak için Resullulah’ın yanına gelirken Peygamberimiz, “Hiç kimse ona babasından bahsetmesin, zira ölüyü anmak diriyi rahatsız eder” buyurmuştu.

Yine can düşmanı olan Arap müşriklerinden anlaşmalarını bozanlara karşı:

Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın. Onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tövbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bırakın, çünkü Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.”{Tevbe 9/5} buyurmuştur.

Bu nedenle savaş meydanlarında bile teslim olanlara silah çevrilmemiş, Müslüman olması karşılığında malı, canı ve önceki işlemiş olduğu bütün suçlarından vazgeçilmiştir. Toplumda huzur ve sükûneti isteyen İslam, tüm fertlerin geçmişine bir sünger çekerek yeni ve temiz bir sayfa açmıştır. O güne kadar yapılan hiçbir suçtan hesap sormamış; insanları suçtan ve suçluluktan uzaklaştırmıştır. Toplumla barışmak istiyorsanız buna mecbursunuz. Amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi bağışlayan bir Peygamber’in ümmeti olarak, babamızın katilini dahi bağışlamak gerekirse yapmak zorunda olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Karşımızdaki insanlarla Konuşmaya başlarken: “Falan konuda sen şöyle demiştin, ben böyle demiştim”… diye söze başladığımız zaman, tartışmanın sonunu kestirmek mümkün değildir. Bir toplumda veya bir ailede huzur ve sükûnu sağlamak için, yaşanmış olumsuzlukların üstünü örterek elden geldiğince geçmişe dönmemeye çalışmalıyız. Benzer bir konuda asrısaadetten bir olay nakledilir:

Bir gölgelikte oturup geçmişi yad eden ensar ve muhacir, o zaman biz haklıydık siz haksızdınız… şekline dönüşünce neredeyse kılıçlar çekilip kavga başlayacak iken peygamberimiz gelip onları sakinleştirir. Onlara yaptıklarının doğru olmadığını ve bunun cahili bir anlayış olduğunu hatırlatır. Yaranın tabiatı gereği kaşındıkça kanayacaktır. Bunun bilinmesine rağmen insan tekrar tekrar bu hataya düşmekten kendini alamaz. Bu fasit daireye düşmemek için olaylara duygularımızla değil aklıselim ile yaklaşmamız gerekmektedir. Öfke ile kalkanın ziyanla oturacağını daima hatırlamak gerekir. Müslüman’a yakışan budur…

Söz buraya gelmişken Müslüman’a neler çok yakışırı birlikte hatırlayalım:

Müslüman’a hakkı ayakta tutmak için sabır ve sebat çok yakışır.

Allah’a kulluk için çıktığı yoldan dönmemek çok yakışır.

Allah’ın dinini yeryüzünde yüceltmek için, son nefesine kadar izzet ve şerefiyle cihad etmek çok yakışır.

Hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan hakkı söylemek, bir ömür yaşayıp göstermek çok yakışır.

Allah rızası için malını ve canını Allah’a teslim etmek çok yakışır.

Haklı ve güçlü olduğu halde bağışlayıcı olmak çok yakışır.

Hayırlarda yarışmak için koşturmak çok yakışır.

İffetiyle, şerefiyle ve izzetiyle yaşamak çok yakışır.

Sözü dinleyip doğrusuna tabi olmak çok yakışır.

Zayıfı, yoksulu, yetimi ve mazlumu gözetmek çok yakışır.

Kendi hakkını savunduğu gibi Müslüman kardeşlerinin hakkını savunmak da çok yakışır.

Özüyle ve sözüyle dosdoğru olmak çok yakışır.

Son tahlilde hesabı Allaha vereceğini hiç unutmamak Müslüman’a çok yakışır…

Müslüman’a yakışmayanlara gelince, onları sürekli gördüğümüz için yeniden hatırlatmaya gerek olmadığını düşünerek sizlerin ferasetine bırakıyorum…