İnsanı Araplardan soğutan yazar

Ahmet KEKEÇ

VAN 21.04.2014 10:51:52 0
İnsanı Araplardan soğutan yazar
Tarih: 01.01.0001 00:00

İsmi, Namık Çınar... Taraf gazetesinde yazıyor...

Bir diğer ismi “Ayarcı Namık”mış. İnternetten tarama yaparken karşıma çıktı. Halit Ayarcı’dan mı mülhem?

Sıkı ayar verdiği ve bu hususiyetiyle bayağı bir taraftar kitlesi oluşturduğu söyleniyor.

Taraf gazetesine nereden geldi, kimin icadıdır, bilmiyorum. Böylelerini Ahmet Altan bulup buluşturuyor...

Emekli askermiş.

Muhtemeldir ki asker kökenli olmanın asabiyyetini taşıyor... Bir tartışma programında izlemiştim, o kilolu ve sevimli görüntüsünden beklenmeyen bir performans sergilemiş, karşısındaki “tartışmacı” özneyi bayağı bir dağıtmıştı... “Ayarcı” sıfatı buradan geliyor olabilir mi?

İtiraf edeyim:

Namık Çınar, okuduğum yazarlar arasında değil.

Bir-iki yazısına bakmıştım. O kadar.

Birinde, “Erdoğan sıkı bir darbeyi hak ediyor” gibilerden bir şeyler yazmıştı. Yazının başlığı da böyleydi galiba.

İlk bakışta, “Nasıl yani?” diyorsunuz. Darbelerle ve darbecilerle mücadeleyi şiar edinmiş Taraf gazetesinin yazarı darbeyi mi savunuyor? Üstelik, anti-militarist olduğunu söyleyen ve Balyoz sanıklarıyla ilgili çok ağır ifadeler kullanmış bir yazar...

Şaşırıyorsunuz ama okudukça rahatlıyorsunuz

Hayır, Namık Çınar “halk darbesi”nden söz ediyor. Şöyle “okkalı bir sandık darbesi...”

Bir askeri müdahaleyi savuşturmanın rahatlığıyla yazıya dalıyorsunuz ama bu kez Namık Çınar’ın renkli ve delişmen üslubuyla karşılaşıyorsunuz. Elini bol tutuyor yazar, sözünü hiç sakınmıyor.

Mesela, Başbakan’ın “iyice azıttığını” ve “İslam birliği adına kamu kaynaklarını hovardaca savurduğunu” söylüyor. Araya bir-iki “şeriat özlemciliği” lafı sıkıştırıyor, “Mamçakoğlu Yiğit” gibi renkli benzetmeler yapıyor... (Altını çizmekte yarar var: Myanmar ve Somali’ye gönderilen insanı yardımlar, Taraf yazarı Namık Çınar’ın sözlüğünde, “İslam birliği adına kamu kaynaklarını hovardaca savurmak” oluyor.)

Biraz yukarıda “bir-iki yazısına bakıp geçtim” demiştim ama Namık Çınar bakılıp geçilecek yazarlardan değil.

Siyaset yazıyor ama “ince edebiyat”ta da iddialı.

Mesela şu satırlar: “İçi sıkıştırılmış kuru otla dolu sedir yastıkları, şilte pösteki yaygı ve cacala kilim, her gün yeniden serilip yüklüğe kaldırılan içi yün ya da kıtık dolu döşekler, en esaslı huyu tütmek olan peçka sobanın boru eklemlerine sarılan tuzlu bezler, alttaki muşamba ve sıçrayan külleri çekmeye yarayan kaz kanadı, belki yeni olarak pirinç bir karyola, fistolu çarşaflar ve tığ işi kırlentler, mest ayakkabı ve takunya...”

Bir itiraf daha:

Daha önce böylesini okumamıştım. Namık Çınar, aşkı “mavi mercan kayalıklara” benzeten ustası Ahmet Altan’dan daha başarılı...

Dün bir yazısını gönderdiler. Kaçırmışım. Benim kusurum...

Bu kez, meşhur “Sevda Tepesi”nin Araplara nasıl peşkeş çekildiğini anlatıyor.

Önce bir geçmiş resmi çiziyor, Kuleli anılarını ve Sevda Tepesi günlerini anlatıyor... Anlıyoruz ki, Sevda Tepesi’nin Namık Çınar’da çok özel bir yeri var. Yazar, “Bir kızın elini tutmanın içsel mücadelesiyle boğuştuğu” ve “bir yolunu bulup kız tavladığında kendini şanslı addettiği” ilk gençlik günlerinden başlayarak, sürekli bu tepeyle irtibat halinde olmuş. Âşıkların gittiği kırık dökük kır lokantası... Boğazın debisi bozuk bir nehir gibi anaforlaşarak akması... “Beyaz peynir, kavun ve rakı” muhabbeti... Kandilli’nin güzeller güzeli Belkıs’ı... Serin serviler altında yatan talihsiz âşıklar... Süvari Teğmeni Valentino Vahit... Yeni çiçeklenmiş patlıcanlar... Kıtır kıtır salatalıklar... Anılar, anılar, anılar...

Namık Çınar, işte bu tepeye bir Arap Sarayı kondurulmasından rahatsız...

Dikkatinizi çekerim: “Arap Sarayı...”

Bu nitelemeyle bize ne anlatmaya çalışıyor yazar?

Bilemiyoruz.

Bir mimari anlayışı mı aşağılıyor, Arapları mı, yoksa Araplara bu fırsatı (“Arap Sarayı” yapma fırsatını) veren siyasetçileri mi? Belli değil. Ama “Arap” sözcüğünü istikrahla andığı çok açık!

Sevda Tepesi’ne bir Fransız Sarayı kondurulsaydı, “Fransız” sözcüğüyle ilgili de aynı duygu durumu içinde olacak mıydı?

Bunu da bilemiyoruz.

Sevda Tepesi’ndeki peşkeşi anlatan ve bizi Araplardan soğutan Namık Çınar, her şeye rağmen, hüzünlü (ve kendi ifadesiyle “elemli”) bir geçmiş resmi çizmiş. Okurken duygulanıyor insan.

Ben duygulandım, ne yalan söyleyeyim. “Nostalji ağır bir hastalıktır” diyen hekimlerden çekinmesem, Namık Bey’in duygu durumuna uygun cümleler kurardım. “Ne oldu bu tepeye?” diye sorardım... “Namık Bey’in, bir yolunu bulup kız tavladığı bu tepeye ne yaptınız? Bir kızın elini tutmanın içsel mücadelesiyle boğuştuğu bu tepede çirkin bir Arap Sarayı mı görecektik?”