II. MEHMED'İN İÇ SİYASETİ

Mustafa AKMAN

VAN 22.10.2014 11:57:45 0
 II. MEHMED
Tarih: 01.01.0001 00:00
 II. MEHMED'İN İÇ SİYASETİ

 

27 Receb 835 (30 Mart 1432) tarihinde Edirne'de doğan II. Mehmed (Fatih Sultan Mehmed), II. Murad'ın (v.855/1451) dördüncü oğludur. II. Mehmed, tahta iki kez çıkmıştır. Tahta ilk geçtiğinde (848/1444) on iki yaşlarında bir çocuk idi. Bu dönemde devletin çocuk yaşta birine bırakılması dışarıda ve özellikle de içeride büyük buhranlara yol açmıştır. Sultan Mehmed’in karşı karşıya kaldığı iç bunalım daha çok payitahttaki paşalar arası rekabet ve çekişmelerde kendisini göstermekteydi. Çünkü küçük yaştaki padişah olup bitene hâkim olamıyordu.

Esasen II. Murad,saltanatı oğluna terk etmekle birlikte;devletin sevk ve idaresinidaha ziyade veziri Çandarlı Halil Paşa'ya (v.857/1453) bırakmıştı. Bu,Çandarlı’nın yeni Sultana ‘vaziyet’i ve bir bakıma ‘iktidar’ olması demekti. Diğer devlet büyükleri, bilhassa Çandarlı'nın eski rakibi Rumeli beylerbeyi vezir Şehabeddin Şahin ile Nişancı İbrahim ve Zağanos paşalar ise Çandarlı'ya karşı II. Mehmed'in etrafında kümelenmiş, iktidarı ‘onun adına’ Çandarlı'nın elinden almaya çalışıyorlardı.

Bu rakip kanat, Çandarlı'nın Sultan üzerindeki vesayetini giderip otoritesini yıkmak ve böylece mevzi kazanmak amacıyla II. Murad’ın yürüttüğü nisbî barış siyasetine karşı fütûhâtçı bir siyaset savunmuş ve genç padişahı bu yolda teşvike başlamışlardı. Sözgelimi İstanbul’un fethi fikrini bu tarihte yeniden ortaya attılar. Zira Çandarlı ile Manisa’daki sarayın zımnî nüfûzu ancak böylece kırılabilirdi. Nitekim II. Mehmed de bu yıllarda, Zağanos'un (v.868/1464) etkisinde kalarak İstanbul fethini padişahlığının ilk şartı olarak benimsemiş ve Çandarlı'yı da saltanatı adına başlıca engel görmeye başlamıştı.

Çandarlı ve ekibi yürüttükleri bütün dizayn faaliyetlerinin sonuçsuz kalacağını gördükleri ve dolayısıyla işlerin sarpa sardığı bu ortamda II. Murad'ı tekrar iş başına getirmekten başka çare olmadığını gördüler. Bu ekibin ısrarları neticesinde II. Murad Edirne'ye geri döndü. Ancak II. Murad, geleceği için tehlikeli olabileceğini düşünerek oğlunu tahttan indirmek istemedi ve burada birkaç gün kalıp Manisa'ya çekildi.

Ne var ki Edirne'de -artık arkasında kim ve ne vardıysa- zamanla büyük bir yeniçeri isyanı patlak verince Padişahın tahtı tehlikeye düşmüştü. İsyan yeniçeri ulufesinin arttırılması ve itaat etmeyenlerin halkın yardımı ile kılıçtan geçirilmesi sayesinde bastırılabildi. Böylece II. Mehmed'in devleti idare edemediği ortaya çıkmıştı. Çandarlı'nın gönderdiği gizli haberle 5 Mayıs 1446’da yola çıkmış olan II. Murad yeniçerilerin yardımıyla tekrar tahta çıktı. II. Mehmed, bir evlilik merasiminin akabindederhal Manisa'ya gönderildi (850/1446). Mamafih bu ilk saltanat dönemi onun kişiliğinde kuvvetli bir etki bırakmıştı. Sözgelimi Çandarlı Halil Paşa'nın iktidarını kırma, yeniçerileri hizaya getirme, fütûhâtçı bir gaza siyaseti izleyip İstanbul’u fethetme düşüncesi o dönemde zihninde yerleşmiş olmalıdır.

Resmi olarak 'Mehmed Çelebi Sultan' unvanıyla anılan II. Mehmed'in Manisa'ya gitmesinden kısa bir zaman sonra, Çandarlı’nın, güven sağlayarak rakiplerine karşı mevzi kazanmak adına gönderdiği gizli bir mektup babasının öldüğünü ve acele payitahta hareket etmesini bildiriyordu. II. Mehmed süratle dönmüştü; ancak bu arada -muhtemelen Çandarlı’nın yerini tahkim etmek adına icraata soktuğu büyük bir siyasî mühendislik projesiyle- Edirne'de yeniçeriler ayaklanmıştı. Çandarlı ise üzerlerine asker göndermiş ve durumu kontrol altına alıp yeni padişah adına bağış vaat etmişti. Yeniçeriler de ‘Çandarlı Halil'e olan saygıları sebebiyle’ yatışmıştı.

II. Mehmed, böylece 855/1451'de on dokuz yaşında ikinci kez Osmanlı tahtına çıkmıştı. Mamafih Çandarlı ile Zağanos paşaların temsil ettiği güç odakları arasındaki 'iktidar mücadelesi' bitmemiş, kozların paylaşımı devam etmekteydi. Bunun en somut tezahürü kendisini fütûhât siyasetinde ızhar etmekteydi. Çandarlı ekibinin usulünce itirazlarına karşın; rakip tarafın daha muhkem mevzi edinme amaçlı teşvikleri ortamında seyreden mücadele sürecinde Zağanos’un ısrarlı tahrikleriyle İstanbul fethedildi.

Anlaşılacağı üzere tamamen konjonktürel yani dünyevî gayelerle yürütülen siyasî projelerin sonucu elde edilen İstanbul fethi, bilahare yine siyasî mülahazalarla kutsallık halesine sokulmuş ve çeşitli açılardan Peygamber (s) üzerinden yüceltme faaliyetine konu edilmiştir.Oysaki İstanbul'un fethi rivâyeti, isnad açısından son derece zayıf, metin itibariyle de uğrunda uzun mücadeleler verilmiş olmasına rağmen ele geçirilememiş olmasından kaynaklanan, dolayısıyla tarihi şartların oluşturduğu bir idealin hadis şeklindeki ifadesinden ibarettir.

Filhakika bu fetih, Osmanlı İmparatorluğu'nun kesin kuruluşunu ve padişahın durumundaki değişiklikle sonraki büyük fütûhâtı hazırlayan esas olaydır. Fetih sayesinde II. Mehmed kendini bir dünya imparatorluğunun sahibi olarak görmüş, mutlak ve sınırsız bir iktidar kazanmıştır. Bu inancı onun bir taraftan sürekli fütûhât faaliyetinin, diğer taraftan merkeziyetçi hükümetinin temeli ve hareket noktası olmuştur.

II. Mehmed’in İstanbul’un fethinden sonraki ilk işi iktidarını fiilen sınırlandıran Çandarlı ile kendisine karşı savaşarak tahtını tehdit etmiş olan Bizans'ın elindeki Osmanlı şehzadesi Orhan Çelebi'yi ortadan kaldırmak olmuştur. Çandarlı'nın ardından göreve getirdiği veziriazamları Karamanî Mehmed müstesna hepsi kul aslından olacak ve onlardan Mahmud'u ve Rum Mehmed Paşa'yı idam ettirecektir. Böylece devlet idaresinde köklü ailelerin nüfûzu bertaraf edilmiş ve padişahın emir ve arzusuna mutlak surette bağımlı kullar devletin başına getirilmiştir. Fatih kendi vekili sıfatıyla veziriazamların kudret ve yetkilerini arttırmış, onları mutlak merkeziyetçi hükümetinin tam bir temsilcisi yapmıştır. Molla Güranî (v.893/1488), kazaskerliğinde tayinleri bağımsız olarak yapmaya kalkışınca istifaya zorlanmış, ulemanın tayinleri de veziriazama bağlı kalmıştır. Fatih, doğrudan doğruya şahsına bağlı kapıkulu ordusunu yeniden örgütlemiş ve sayılarını arttırmıştır. Otoritesini sınırlayan yeniçerilerin ve uç beylerinin bağımsız tutumunu kırarak onları doğrudan doğruya kendi emri altına almış, uç beylerini kendi büyük gazi şahsiyetiyle gölgede bırakmıştır. Pek çok yeniçeriyi atıp yerlerine saraydaki avcı bölüklerinden sekban adıyla yeni yeniçeri bölükleri ihdas etmiş ve bundan sonra yeniçeri ağaları sekbanlardan seçilmeye başlanmıştır. Ayrıca maaşlarını arttırmak, silahlarını yenilemek, sayılarını iki katına çıkarmak suretiyle bu orduyu merkezi kudretin ve fütûhâtın başlıca dayanağı haline getirmiştir. Fatih devrinde devlet idaresinde ve orduda kul olanların üstün duruma geçtiği anlaşılmaktadır.

Öte yandan Sultan Mehmed imparatorluk fikriyle, Rum soylularına mensup gençleri sarayına almış, bunlar birer Osmanlı olarak sonradan idarede önemli mevkilere geçmiştir. Nitekim bazıları Bizans soylu sınıfından bir kısım Hristiyan Rumların önemli mali işleri deruhte ettikleri bilinmektedir. Dahası Batı'ya kaçtıktan sonra orada barınamayan ve sefalete düşen bazı Rum büyükleri de tekrar İstanbul'a dönmüşlerdir.

1464-1472 yıllarında Rum bilginlerine Fatih'in sarayında özel bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. Fatih'in divanından Batı'ya gönderilen siyasi yazılar ve antlaşmalar Rumca yazılıyor, bunları yazdırmak için Rum kâtipler kullanılıyordu. Nihayet Padişah, geniş imparatorluğu dâhilinde bütün Ortodoksları tekrar patriğin idaresi altına almış, Rumları birleştirmiş, İtalyanların sömürüsünden kurtarıp ekonomik bakımdan yükselmelerini sağlamıştır. İşte bütün bu vaziyet Fatih'in, imparatorluğunun, Doğu Roma İmparatorluğu'nun İslam İmparatorluğu kisvesi altında yeniden canlandırılması nitelemelerine yol açmıştır.Ancak elbette ki onun bu düşüncesinin esin kaynağı Roma imparatorluğundanziyade Türk-Moğol hakanlık fikriydi.Nitekim Sultan Mehmed'in İtalyan nedimlerine Roma ve Batı tarihleri tarihleri okutarak bu geleneği kavramaya çalıştığı bilinmekle beraber; soyunu, Oğuz Han'a çıkaran geleneklere daha çok önem verdiğine dair işaretler mevcuttur.Gaza ve fütûhât siyasetinin mümessili gibi göründüğü yıllarda Fatih doğan ilk oğluna büyük dedesi Yıldırım Bayezid'in, üçüncü oğluna İran geleneğinin ünlü hükümdarı Cem'in ve torununa da Oğuz Han'ın adını vermiştir. Denilebilir ki Fatih'in şahsında Türk, İran, Roma ve biraz da Emevî -Abbasî hükümdarlık geleneklerini birleştiren bir ‘Osmanlı padişahı’ doğmuştur.Fatih devrinde Osmanlı kültürünün Batı kültürü ile serbest bir şekilde temasa geçtiği ve sonraki devirde bunun sürdürülmediği de bir gerçektir.

Bu devirde içeride derin siyasi yankıları olan en önemli konu II. Mehmed'in mali siyasetidir. Artık şu veya bu kisvede ciddi bir imparator konumuna geçen II. Mehmed'in iç siyasetinde bir taraftan İstanbul’un imarı diğer taraftan seferler ve fethedilen bölgelerde kalelerin korunması için askeri kuvvetlerin arttırılması büyük önem arz etmiştir. Ne ki bunlar, masrafların büyük ölçüde artmasını ve bu sebeple yeni vergiler konmasını gerektirdiğinden köylü ve şehirli büyük halk kitlelerini sıkmış ve memlekette birtakım gizli ve açık hoşnutsuzluklara yol açmıştır.

Fetih sırasında İstanbul’da devlet malı ilan edilen emlak, başlangıçta göçü teşvik için her gelene parasız mülk olarak bağışlanmış, fakat daha sonra arsalar devlet malı sayılarak kira (mukataa) konmuş ve halka büyük bir meblağ yüklenmiş, ancak meydana gelen hoşnutsuzluk üzerine bundan vazgeçilmiştir. Ne var ki çeşitli nedenlerle giderler artınca 876/1471'de Rum Mehmed Paşa'nın (v.879/1474) veziriazamlığında bu vergiler yeniden konmuştur.

İstanbul'un payitaht olarak onarımı ve sürekli seferler, masrafları arttırmıştı. Fatih, yeni akçe çıkarmak ve eski akçeyi beşte bir eksiğine değiştirmek suretiyle bütün nakdi servetlere bir nevi vergi koymuştu. Yeni akçe çıkarılmasının sık sık uygulanması o kadar derin bir hoşnutsuzluk doğurmuştur ki II. Bayezid (v.805/1403) tahta geçerken kendisine kabul ettirilen hususlardan biri de bir defadan fazla yeni akçe çıkarmaması idi. Fatih tuz, sabun, mum gibi günlük ihtiyaç maddelerini bölge bölge mukataaya vermiş, yani iltizamla tekele bağlamıştır. 862/1458 sonbaharında Anadolu sipahilerini savaş meydanında tutmak için Anadolu eyaletinde reayanın ödediği çift resmini bir emirle 22 akçeden 33'e çıkartmış ve bu vergi yerleşip kalmıştır. Çeşitli yollarla mülk veya vakıf olarak devletin elinden çıkmış toprakların mîrîye mal edilmesi Fatih tarafından geniş bir şekilde uygulanmıştır. Bütün vakıflar ve mülkler gözden geçirilerek çok sayıda köy ve mezra tımarlı sipahilere dağıtılmıştır. Nişancı Karamanî Mehmed Paşa'nın (v.886/1481) veziriazamlığında (1476-1481) uygulanan bu toprak reformu memlekette geniş hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Bu ıslahatın asıl gayesi tımarlı sipahi sayısını arttırmak ve padişahın hazinesi için yeni haslar bulmaktı. Bir zamandan beri babasıyla arası açık bulunan Amasya Valisi Şehzade Bayezid bu kanunun kendi bölgesinde (Amasya, Tokat ve Trabzon) uygulanmasına karşı çıkınca halk gözlerini ona çevirmiştir. Öteki şehzade Cem Sultan (v.900/1495) ise, babasının savaşçı siyasetini devam ettirmeye aday sayılıyor ve Karamanî Mehmed tarafından destekleniyordu. Fatih'in hastalığının arttığı son yıllarda Bayezid ile Cem arasında taht için başlayan gizli mücadele memlekette geniş bir sosyal tepkiyle birleşmişti. Bayezid padişah olur olmaz ilk işi bu emlak ve evkafı sahiplerine iade etmek olmuştu. Fatih'in emlak ve evkafı neshetmesi özellikle ulema sınıfını, şeyhleri ve eski Türk bey ailelerini etkilemiş, yeni akçe çıkarması da bütün halk arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır.

Yeni bir imparatorluğun gerçek manada kurucusu olan Sultan Mehmed'in vefatından sonra iki oğlu Cem ve Bayezid arasındaki çekişme Bayezid'in lehine sonuçlanmıştır.Malum olduğu üzere Fatih, kendi adıyla meşhur kanunnamesine ‘karındaşlarını nizam-ı âlem için katletmek caizdir’ hükmünü koymuş ve devleti ileride taht iddiacılarının tehlikelerinden kurtarmayı planlamıştır.Nitekim bu amaçla kendisi tahta çıkar çıkmaz henüz memede olan kardeşi Ahmed'i boğdurmuştur.Böylece mazlum Ahmed, taht kavgasına karışmadan ‘siyaseten kat’le maruz kalan ilk bebek olmuştur.

Bilindiği gibi Osmanlı’da öldürme (siyaseten katl) cezası, hükümdar tarafından ya soruşturmadan ya da soruşturma sonunda verilmekteydi. Soruşturma yapmadan siyaseten katl cezasının verilmesinde şeyhulislâmdan fetva alınmasına gerek duyulmamıştır. Bu uygulamada hüküm tamamen hükümdarın tasarrufu ve kendi takdir yetkisi dâhilinde verilmekte ve infaz ettirilmekteydi. Dolayısı ile bu durumda fetvaya gerek kalmamıştır. II. Mehmed'in kanunnamesine göre, katledilecek olan padişahın 'karındaşları' ve yeğenleri için soruşturmaya ve fetvaya gerek duyulmamıştır. Filhakika Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Mehmed bir dönüm noktasıdır. Emevi halifelerinden I. Muaviye'nin Nebevî siyasette yaptığı değişimi II. Mehmed de Osmanlı'da yapmıştır. İkisi de rakiplerini ezmede kendilerinden önce kullanılmamış yöntemleri kullanmada bir beis görmeyecek kadar cüretli ve ikisi de yönetimlerinde siyaseten katlin ilk icracılarıdır.

Elbette burada nizam-ı âlem denilen, kendi saltanatlarının birliği/düzenidir. Binaenaleyh akla gelen soruyu sormadan geçmek doğru olmayacaktır. Soru şu:O, din diyanetin nizamı, halkın selameti daha kapsayıcı bir ifade ile hak hukukun yani adaletin ikamesi için değil -ki bunlardan hiç biri için memedeki (masum) bir bebeğin katline asla cevaz verilemez ve müsamaha gösterilemez iken-, kendi babalarının malı olarak gördükleri ve entrikalarla süslü saltanatlarının bekası için böyle bir cinayeti hem nasıl tecviz edebilir ve hem de ettiyse -ki sadece etmedi uyguladı ve yasa haline getirip uygulattı da- bu ‘yasa’yı, taht kavgasına girecekleri ve dolayısıyla ‘nizam-ı âlem’i fesada uğratacakları belli olan bu iki öz çocuğu arasında neden ve niçin uygulamadı. Değil mi ki memedeki Ahmet de böylesi vehmî bir sebepten katledilmişti. Kaldı ki daha kendisi hayattayken Bayezid'in ona karşı dahi serkeşlikleri kendini göstermiş ve ilerde nahoş durumların olması ihtimali belirmişti. Dolayısıyla burada nereden bilecekti sorusu abes bir soru olarak ortada kalacaktır.

Bu itibarla esasen topluma ait devlet ve idaresini tıpkı Emeviler, Abbasiler gibi tekellerine alan Osmanlıların bu kudretli sultanının, ‘şarîlik’le tesis ettiği söz konusu yasa mucebince Cem ve Bayezid'den birini, taht kavgası yaşanmaması ve nizam-ı âlem paradigması gereği neden boğdurmadığı, bir tutarsızlık örneği olarak ortada durmaktadır. Oysa kendi keyfi yasası çerçevesinde bunların çekişmelerine müsaade buyurmayarak birini boğdursaydı sonuçta Cem 1481'de ağabeyi II. Bayezid karşısında Yenişehir ovasında kesin bir yenilgiye uğrayınca Papaların eline düşüp oyuncak olmaz veböylece ölümüne kadar gurbette sıkıntılı, kederli ve hasret içinde bir hayat sürdürmezdi. Keza babasına muhalefeti önceden bilinen Bayezid tahtı ele geçirinceye kadar geçen 18-19 günlük sürede kendi cesedi ortada kalıp kokmazdı. Elbette burada demeye çalıştığımız ‘nizam-ı saltanat’ için bu yasayı koyan ve kendinden sonrakilerin uzun süre canavarca uyguladıkları bu vahşeti neden kendi çocukları arasında uygulamadığıdır. Değilse İslam bağlamında ne devlet kimsenin babasının malıdır ne de kimse tarafından böylesi bir yasa (fetva) konulabilirdir.

Bu aradaİmparatorumuz’un, Şehzâde Bayezid'ı, afyon ve içkiye alıştırdığına dair şikâyetler gelmesi üzerine Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi’nin (v.922/1516) öldürülmesine ferman buyururken de hukuk yerine saltanatın varislerini gözettiği bilinmektedir. Her ne kadar ferman ulaşmadan durumdan haberdar olan Şehzâde, Müeyyedzâde'ye bir miktar para ve yol için gerekli şeyleri vererek Amasya'dan Haleb'e kaçmasını sağlamış ise de.

II. Mehmed’in esasen Mustafa isimli bir oğlunun daha olduğu ve saltanata onu hazırladığı ve fakat işlediği bir ahlaksızlık sebebiyle daha babası hayattayken zehirlenerek öldüğü (v.879/1474) bilinmektedir. On yedi hanımı ve dört kızı olduğu belirtilen Fatih, 4 Reblulevvel 886'da (3 Mayıs 1481) vefat etti. Ölüm sebebini, zehirlenerek öldüğü yolundaki iddiaların yanında nikris hastalığına bağlayanlar da vardır. Türbesi, yaptırdığı ve kendi adıyla anılan cami haziresindedir; lakin nâşının burada olup olmadığıyla ilgili ciddi ihtilaflar mevcuttur.

 

Özgün İrade (aylık ilmi, fikri, siyasi) dergisinde (sayı: Eylül/125, İstanbul 2014. sf. 70-73) yayınlanan bu çalışmada;Ali Yardım, Davut Dursun, Erhan Afyoncu, Günay Kut, Halil İnalcık, Hasan İbik, Mahfuz Açıkgöz, M. Tayyib Gökbilgin, Mustafa İslamoğlu ve Necdet Yılmaz’ın ilgili çalışmalarından istifade edilmiştir.