Halifelik ya da Egemenliğin kullanım hakkı

Ahmet Şat, yazılarına Halifelik ve egemenliğin kullanım hakkı konusuyla devam ediyor.

VAN 22.09.2014 11:39:40 0
 Halifelik ya da Egemenliğin kullanım hakkı
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Halifelik ya da Egemenliğin kullanım hakkı

Allah’ın insana verdiği Halifelik yetkisinin ne anlama geldiği tartışmalı konulardandır. İnsanın eşyaya isim koyması sonucu tanınan bu hak, bu kavramın gramer anlamından öte yüklendiği anlama odaklanmamıza neden olmaktadır. Meleklerin eşyaya isim koyamaması neticesinde insan, halife olmaya hak kazanmıştır.  Eşyaya isim koymak; onu tanımlamak, kullanabilmek ve üzerinde egemenlik kurmak demektir. O zaman halifelik; eşyayı tanımlama, kullanabilme ve ona hükmetme yetisi anlamına geldiği açıktır. Bu açıdan halifelik misyonu, yeryüzü egemenliği ile doğrudan ilişkilidir. Yani insana yeryüzü hakkında tasarruf hakkının tanınması anlamına geldiğini açıkça söyleyebiliriz. Yoksa gramer anlamıyla alacak olursak, insandan önce kimin yeryüzünü kullandığı yani selefin kim olduğu gibi sonu olmayan konulara gireriz. Ya da “Allah’ın halifesi” türünden kullanılan tabirler konuyu özünden saptırmaktır. Özellikle bunu ilk kullanan Abbasi sultanlarının kendilerini “Allah’ın halifesi” olduğu yönündeki beyanları, içinde çok sorunlu teolojik bir dil barındırmaktadır. İnsanın Allah’ın halifesi olması iddiasından, insanla Allah arasında halef-selef ilişkisi olduğu sonucu çıkar ki, Allah bundan münezzehtir.

İnsana tanınan halifelik yetkisi, insanın yeryüzünde egemenlik hakkına işaret eder. Bu yetkide muhatap, insan ve tabiattır. Bu muhataplarına karşı egemenlik hakkını, Allah’ın belirlediği sınırlar dahilinde kullanmaya muktedirdir. Yani bu, sorumsuz ve sınırsız bir yetki değildir. Vahyi öğreti, egemenliğin kullanımında temel norm olarak “Tevhit ve Adalet” ilkelerini ortaya koymuştur.

Fakat bu yetkinin sınırları konusunda ciddi sorunlar vardır. Neredeyse kitap ehli olan tüm dinlerde bu yetkinin kim/ler tarafından ve nasıl kullanacağı tartışma konusudur. Yahudi ve Hıristiyanlarda bu yetkinin din adamlarınca kullanıldığına şahit oluruz. Kilise, tanrı adına tek yetkili kurum olduğunu, denetimden ve yargılanmadan muaf olduklarını ve ancak tanrının kendilerini yargılayabileceğini öne sürer. Aynı durum Yahudi ilahiyatında da vardır. İslam’da ise konu halifelik makamı çerçevesindeki tartışmalarda cereyan eder. Halifeye tanınan yetki, kitap ve sünnetteki şer’i kuralların/had’lerin uygulamasından ibaret ise de, yeni sorunlara karşı kanun koyma yetkisi/ta’zir hakkı tanınmıştır. Buna rağmen önce Emevi sultanları bu sınırı aşarak, mutlak yetkiyle hareket etmişlerdir. Daha sonra Abbasi sultanları kendilerini Allah’ın halifesi olarak konumlandırarak, Hıristiyan ilahiyatındaki gibi kendilerini denetimden ve yargıdan muaf addetmişlerdir.

Şehit Seyyid Kutup başta olmak üzere birçok İslam âlimi, siyaset kurumunun yetkisinin şeriat kanunlarının uygulamasından ibaret olduğunu söylerler. Egemenliğin Allah’a ait olmasının da O’nun yeryüzüne inmesi değil, bu kurumun eliyle gerçekleşmesi anlamına geldiğini iddia ederler. Bu durumda siyasi otorite bu yetkiyi Allah adına kullanıyor sonucu çıkar. Bu durum ortaya sürekli teolojik sorunlar çıkarmıştır. Çünkü beşerin Allah adına yeryüzünde tasarrufta bulunması, O’nun adına kararlar vermesi anlamına gelir. Allah adına hareket eden bu insanın –ki peygamber değil- yaptığı hataların Allah tarafından düzeltilmesi/ikaz edilmesi mümkün olmadığı gibi, verdiği kararların da insanlar tarafından sorgulanması mümkün değildir. Bu durum da Allah adına zulmeden sultanların icraatlarının eleştirilmesini geçersiz kılar. Nitekim Abbasi sultanları kendilerini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak” tanımlayarak, siyaseten yaptıkları icraatlara teolojik zırh geçirmeyi ihmal etmemişlerdir. Sultanlar zımnen Allah adına hareket ettiklerini ve ancak Allah tarafından yargılanabileceklerini ortaya koymuşlardır. Zaten Ehl-i Ssünnet tarafından işlenen itaat doktrini de bu amaca hizmet eder şekilde kurumsal yapıdan şahsa indirgenerek, sultanların her türlü İslam dışı uygulamalarına dokunulmazlık sağlanmıştır. Bunun için egemenliğin Allah adına kullanılıyor olduğu iddiası hem teolojik olarak hem de siyaset felsefesi açısından sakıncalar doğurduğu açıktır. 

İslam geleneğinde itaat zinciri Allah, peygamber ve emir sahibi olarak sıralanmıştır. Bundan yola çıkan sultanlar kendilerine yönelik her türlü isyanı bu zincirin kopması olarak halka empoze etmişlerdir. Eğer yöneticilerin egemenliği mutlak kullanım hakkı olduğu ve itaatin kuruma[1] değil de şahsa ait olduğunu kabul edersek, sultanların ortaya koyduğu düşünceyi doğru kabul etmek zorunda kalırız. Oysa bunun kabulü mümkün görünmüyor.

Mutlak egemenlik Allah’a aittir. O, yeryüzünün ve tüm canlıların üzerinde mutlak kudret sahibidir. Kur’an’da Allah’ın egemenliğinin en çok kullanıldığı alan uhrevi boyuttur. Çünkü o gün tüm kudret/irade sadece Allah’ındır. Yargı da karar da Allah’a aittir.

Bununla birlikte insana tanınan halifelik misyonu, insana yeryüzünde egemenlik hakkı vermiştir. İnsanın yeryüzünü imar ve ıslah ile görevlendirilmesi bundan dolayıdır. Yalnız bu egemenlik, eşyayı kullanmaya yani fizik boyutuna yöneliktir. Yani eşyanın tabiatını/kimyasını belirleyen yine Allah’tır. Ahirette Allah’ın mutlak egemen olması, o gün tüm yetkinin Allah’a ait olması ve insanın hiçbir iradeye sahip olamamasıdır. Yargılanma sonucu hükmüne razı mahkûm misali hakkında verilecek kararı bekler. Yeryüzü yaşamında ise, imtihanın gereği olarak insan kararlar verir. Ve bu kararlar onun imtihanının bir parçası olarak ahirette önüne konulur. Bu açıdan insan yeryüzünü çekip çevirme konusunda irade sahibidir. Bu nedenle geleneğin çerçeveyi çok dar göstermesine rağmen aslında çok geniş bir hareket alanına sahiptir.

Din aslı itibari ile insanı bir robot olarak yapacağı her şeyi sınırlayan kuralları koymaz. Dinin va’z ettiği hususlar genelde temel normlardır. Yani insanın bağlı kalacağı ana ilkelerdir. Nihayetinde ayette belirtildiği gibi hangimizin iyi eylemde/amelde bulunduğumuzu ortaya çıkarmak için imtihana tabi tutulmaktayız.

Bu açıdan egemenliğin Allaha ait olması, O’nun her şeye karar vermesi değildir. Her türlü iradenin/kararın arkasındaki mutlak iradeye işaret eder. Allah’ın kadir-i mutlak olması İslam inancının tam merkezindeki temel ilkedir. Allah’ın, mutlak gücünü kabulüdür. Tüm irademizin ana kaynağına işaret eder. Aldığımız nefesten gördüğümüz tüm objelere kadar her şeyi borçlu olduğumuz Allah’a teslimiyeti işaret eder. Ama bu, geleneğin iddia ettiği gibi insanı iradesiz yapmaz. Bilakis Allah’ın gücü ve azameti karşısında kullanılacak egemenliğin hassasiyetle yürütülmesini gerekli kılar.

Sonuç olarak, insan yeryüzünde belirli bir oranda egemenlik hakkına sahiptir. Ve bu, halifelik yetkisinin bir gereğidir. Bunun sonucunda hayatını dizayn edecek kanunlar koyar, sistemler üretir. Bu yetkiyi veren Allah’tır. Ama bu yetki Allah adına kullanılamaz. Çünkü Allah bizim günah ve kabahatlerimizin ortağı olamaz. Mevcut otorite bunu kullandığı zaman da halkın ondan hesap sorma hakkı vardır. Çünkü bu yetkiyi halk adına kullanmaktadır. Her otorite Allah’tan önce halka hesap vermelidir. Bunun için egemenliğin kullanımında ortaya konan tüm kanun ve kararların, vahyi öğretinin temel normu olan “Adalet ve Tevhit”e uygun olması zorunludur. Ve insanın egemenliği kullanış tarzı, onun uhrevi akıbetini belirleyecektir. Çünkü imtihanın asıl konusu budur…



[1]Toplum ve yönetici arasındaki sözleşme gereği biat/itaat olgusu oluşur. Yöneticinin gayr-ı İslami/ahlaki davranış ve icraatları bu sözleşmeyi sona erdirir. Ama bireyin kurumsal yapıya yani sisteme olan bağlılığı devam eder. Bu durumda yöneticinin görevi sona erer. Yeni yönetici ile yola kalınan yerden devam edilir. ISLAH HABER