Halep’ten Musul’a, İdlib’den Kerkük’e ‘dava’...

Merve Şebnem Oruç

VAN 14.09.2017 12:12:12 0
Halep’ten Musul’a, İdlib’den Kerkük’e ‘dava’...
Tarih: 01.01.0001 00:00

Neredeyse bir hafta oldu. İdlib şehir merkezinden çıkarken Ebu Abdullah’ın söyledikleri hala kulaklarımda çınlıyor.

Yarını umutsuz ve gergin bir sessizlikle bekleyen şehri arkamızda bırakırken şöyle sormuştum Ebu Abdullah’a: “Türkiye’ye, Türk Hükümeti’ne tek bir şey söyleyebilecek olsan ne söylerdin?”

Halep’ten Musul’a, İdlib’den Kerkük’e ‘dava’...

Yeni Şafak

O da cevap vermişti: “Hama kırmızı çizgimiz dediniz... Düştü. Halep kırmızı çizgimiz dediniz... Düştü. İdlib için hiçbir şey demeyin.”

Kendi halkına silah sıkamadığı için Suriye rejimindeki polislik görevinden ayrılan, Humus’ta katliamlar dayanılamayacak boyuta geldiğinde direnişe katılan, ülkesini terk etmeyi, başka ülkelerde mülteci olmayı asla düşünmeyen, ama sırf bu yüzden bugün itibarıyla ne kendisi ne ailesi için bir gelecek hayali kurabilen, yarını düşünmeye başladığında önünde dipsiz bir karanlıktan başka bir şey belirmeyen bir adamın bu sözleri karşısında yüreğimde beliren sızı bir türlü geçmiyor.

Aslında uzun süredir kalbimde hissettiğim sızıya derman ararken eninde sonunda kendimi bir kez daha İdlib’te bulmuştum. Uzaklara kaçmıştım, olmamıştı; başka şeylerle uğraşmıştım, yine olmamıştı. “Derdime derman belki de derdim olan yerdedir,” diyerek yola koyulmuştum. İdlib’de o yaraları bir kez daha kanattım, kabuk bağlayan yerlerini kaşıyıp koparttım.

Doğruya doğru... Halep düştüğünden beri kalbimde kapanmayan bir yara var. Sadece benim değil, çoğumuzun boğazımızda düğümlenen koca bir acı, içimize akıttığımız oluk oluk göz yaşı var. Yıllardır Suriye ile dertlenen hemen herkeste belki henüz kendine bile itiraf edemediği, teşhisini koyamadığı, ama yüreğini sıktıkça sıkan, kapanacağına daha da açılan bir Halep yarası, Halep travması var.

Halep düştüğünde Şam sokaklarında şenlikler yapıldı, İran’da baklavalar dağıtıldı; ama biz yasımızı bile tutamadık, birbirimize sarılıp ağlayamadık.

Evet, insanlar katar katar Halep’ten çıkarılırken, yangından can kaçırılırken ‘Suriye davası’na gönül veren 81 ilden binlerce insan sessiz sedasız ‘Halep Konvoyu’na katılmak için yola çıkmıştı. Korkunç bir illete tutulan sevgilinin elim kaybından sonra yerine getirilen son görev gibiydi konvoyun ilerleyişi. İnsanlar adı konmamış bir cenazeye gider gibi Cilvegözü sınır kapısına ulaşmış ve sonra herkes evlerine geri dönmüştü.

O gün bugündür Suriye’yi daha az anmamızın nedeni bu... Halep gözlerimizin önünde düştü. Hiçbir şey yapamadık. O kadar çok şey söyledik Halep için; ecdadın adını vererek, tarihten açıklama getirerek, benliğimizde hissettiğimiz bağı, en cahilimizde bile olan sezgiyi kelimelere dökmeye çalışarak anlatmaya çalıştık Halep’in Türkiye için ne anlama geldiğini, iddia ortaya koyduk, derdimiz, davamız olduğunu söyledik ama düşüşüne engel olamadık. Deniz Baykal bile “Halep Rusya’nın, Esad’ın himayesine, Şii kuşatmasına teslim edilemez. Tarihi kimliği değiştirecek bir süreç yaşanırken ‘durun’, ‘bekleyin’ denemez,” demişti. Ama Halep biz tarihin değişimini izlerken gözlerimizin önünde kaydı gitti. Sadece Halep değil, Musul da böyle gitti. Türkiye’nin masada da sahada da olması gerektiğini gür bir sesle söyledik, buna İran’ın, Esad’ın ajanları, FETÖcüler, PKKlılar dışında aramızda karşı çıkan kimse de yoktu. Gerilere döndük, tarihin yapraklarını karıştırdık, Lozan’a kadar gittik. Fakat, Musul da sesi buralara ulaşmayan korkunç bir kıyımla gözlerimizin önünde yok olup gitti.

Acı ama kendimize yüksek sesle itiraf edemediğimiz yalın gerçek şu: Halep ve Musul gibi iki Sünni kenti artık Sünnilerin değil. Irak ve Suriye’de Sünniler daracık bir alana hapsedilirken bizim dert edindiğimiz, davamızla özdeşleştirdiğimiz şehirler avuçlarımızdan uçtu, gitti.

Hani yazılarımda sık sık “Ak Parti’nin davası tam olarak ne?” diye soruyorum, o yazıların içinden cımbızlanan cümleler yüzünden Sözcü gibi gazetelere manşet oluyorum, ardından da ‘Reisçilik’ maskesi altında neyi savunduğunu anlamadığımız zevatın açık hedefi oluyorum ya; işte o dava dediğimiz şey, Türkiye’nin bekasıyla iç içe geçmiş o mesele, Halep ve Musul kaybedilince kabul etsek de etmesek de yetim kaldı, öksüz kaldı. Bu yeni nesil savaşta iki büyük kale düşünce, tıpkı yüreklerimiz gibi ‘davamızın’ ortasında da nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz kanayan kocaman bir boşluk açıldı.

Menbiç’ti, Tel Afer’di, Rakka’ydı, Deyrezzur’du... Bugün DAEŞ’le mücadele adı altında korkunç bir yağma devam ederken son kale dediğimiz Türkiye’nin kapılarında, biz biraz çaresizlikten biraz kapana kısıldığımızdan ‘Kızıl Elma’mızı Arakan kadar uzaklara taşıdık.

Ebu Abdullah tüm umutlarını kaybetmiş olsa da bazılarımızın bugün hala ısrarla İdlib’i sormamızın, konuşmamızın nedeni, “Türkiye ne yapacak?” diye sormamızın sebebi, “Dava neydi?” sorusundan bağımsız, ‘beka meselesi’ dediğimiz şeyin devam ettiği gerçeğinden ayrı değil.

Kuzey Irak’ta gerçekleştirilecek referandum da, Kerkük meselesi de ve Sünnilerin silinip gittiği Irak’ı Şii ve Kürtler arasında yeniden bir iç savaşa sürükleyecek son gelişmeler de en az İdlib kadar önemli. İdlib veKerkük kaybedilirse bölgeyi yeniden kasıp kavuracak bir savaşın en önce Türkiye’yi vurması işten bile değil. Bu sıkıntılı Eylül ayı çok şeye gebe şüphesiz, lakin Kerkük ve İdlib’i Musul’un ve Halep’in kaderine terk edersek siz deyin iki yıl ben diyeyim bir yıl, ama bir gün gelecek, bu günleri hatırlayacak ve “Onlar yine iyi günlerimizmiş,” diyeceğiz.

YENİ ŞAFAK