Etyen Mahçupyan
***
Kürt meselesinin temelde tarihsel geçmişten bugüne bir demokrasi konusu olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin dış politikasının ancak reel sorun yarattığı ölçüde Batıda ciddi anlamda önemseneceğini, aksi halde iç siyasetteki tıkanıklığın uzantısı olarak okunacağını tahmin edebiliriz. Buna adil yargılanma hakkı ihlallerini, sivil toplumun tırpanlanmasını, basın özgürlüğünün daraltılmasını ve özerk kamu kurumlarının yıpratılmasını eklediğimizde, dışarıdan bakıldığında Türkiye’nin asıl sorununun demokratik ilke ve teamüllerden uzaklaşma olduğu görülüyor.
Bu durum Türkiye’yi Batı açısından ‘sağlam’ bir partner değil, geçiştirilecek, oyalanacak, idare edilecek, ama tüm bu olumsuz algıya karşın eğer demokratik bir hamle yapabilirse hızla yeniden sahiplenilebilecek bir müstakbel ortak yapıyor.
Diğer deyişle Türkiye Batılı ülkelerle arasında ‘gri alanı’ yeniden siyasete açma gayreti gösterirken, kendisinin de küresel dengeler açısından bir ‘gri alanda’ yer aldığını idrak etmek durumunda. Buradan çıkış demokratikleşme kapılarının yeniden açılmasıyla yakından bağlantılı. Türkiye’nin sağduyu sahibi olduğunu göstermesi, tehditlerin azalması ile birlikte hak ve özgürlükler üzerindeki baskının hafiflemesi, keyfiliğin bitmesi, kamu kurumsal yapısının kişiliğine kavuşması, devlet yönetiminde ciddiyet ve rasyonalitenin geri gelmesi gerekiyor.
Görünen o ki Erdoğan ve hükümet de bunu az çok istiyor. Ama ‘açılmanın’ nereye kadar doğru olacağını öngöremiyorlar… Sağduyu gösterme eğilimi mevcut, ancak bunun dozu hakkında kuşkular var. Erdoğan’la ilgili olarak cumhurbaşkanlığı referandumu öncesinde de bir sağduyu beklentisi vardı. Birçok AK Partili önerilen taslağı beğenmediği halde, kazandığı takdirde Erdoğan’ın ‘yumuşak’ bir tarza geçeceğini ummuşlardı. Ama tam aksi oldu…
Şimdi yeniden bir muhtemel sağduyu açılımı öncesindeyiz. Sorun şu ki, kişi etrafında yoğunlaşan merkezi ve hiyerarşik karar alma yapısı veri iken, ufak sağduyu adımları ile soruna çare olunamaz. Büyük sağduyu hamlesi ise kamusal alanın ani genişlemesi ve kısmi radikalleşmesine yol açarak yönetimi paralize edip onu daha da otoriterleşmeye sevk edebilir.
***
Öte yandan sağduyu açısından da bir ‘gri alan’dan söz edebiliriz. İktidar bu ‘manevra alanında’ tedrici, sınırlı ancak sürekli ve birikimli bir normalleşme süreci yaratmaya çalışabilir. Böylece devletin ve hukukun ‘cıvatalarının’ gevşediği bir dönemden çıkılıp, yaraların sarılmasına, hasarların giderilmesine girişilebilir. Bu hamle seçimleri kazanma ve sonrasında ülkeyi yönetebilme becerisi sağlayabileceği gibi, küresel dengeler açısından Türkiye’yi ‘gri alandan’ çıkarıp sahici konuşma ve ortaklıkların dünyasına taşıyacaktır.
İktidarın bunu becerememesi, ya da cesaretinin veya aklıseliminin yetersiz kalması halinde, hem gerekli sağduyuyu sergilemesi hem de değişen koşullara uyum sağlayabilmesi çok zor gözüküyor. Büyük ihtimal çaresizliğin, sertleşmenin, kutuplaştırmanın ve tek adam yönetimine bağımlılığın artmasıdır. Bu da hem seçimi kazanmayı ve kazanılsa bile sonrasında toplumu normal yollardan yönetmeyi zorlaştırır hem de Türkiye’yi içinde bulunduğu ‘gri alana’ uzunca bir süre daha mahkum edebilir.