Er-rızku a’l Allah

İsmail Kılıçarslan

VAN 29.11.2015 12:23:55 0
Er-rızku a’l Allah
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Kitaplardan öğrendiğimize göre Osmanlı'da hemen her dükkânda ve evde, genellikle tekke dervişlerinin üç beş kuruş kazanmak için yazdıkları hat levhaları süslermiş duvarları. Yine kitaplardan öğrendiğimiz kadarıyla sanatsal değeri pek yüksek olmayan bu levhaların geneline 'tekke işi' adı verilirmiş.

Benim bu tip levhalar arasında lafzını en sevdiğim 'rızayı bari ile geçtik elhamdülillah' yazısıdır. Bilhassa mahpus damında yatıp çıkan ağır abilerin yazdırıp, oturdukları yerin arkasına astıkları bu levhayı günün birinde iyi bir hattata yazdırabilme niyetindeyim. Bu demek değil ki mahpus damına girip çıkmaya niyetim var. Sadece lafza meftunum, hapse değil.

Esnafın en yaygın şekilde dükkânında yer verdiği levhada ise şu yazar: 'Er-rızku a'l Allah.' (Rızık Allah'tandır.)
İş konuşmaya geldiğinde mangalda kül bırakmadığımıza bakmayın. Rızkın Allah'tan olduğuna, Allah'tan geldiğine inananımız kaldı mı, doğrusu emin değilim. Oysa bir dakika bile aklımızdan çıkarmamız gereken, hayatımızı baştan aşağı dizayn etme gücüne sahip bir inançtır bu.

Öncelikle şu. 'Sultan dururken kula minnet etmemek' isterse insan, kendi kendine sürekli tekrarlamalıdır: 'Er-rızku a'l Allah.' Rızkın kimden geldiğini, yediğin lokmanın asıl sahibinin kim olduğunu unutmamakla başlar özgürlük. Fakat dikkat. Bu asla 'senin rızkına Allah'ın vesile kıldığı' birine ihanet yahut saygısızlık etmeni gerektirmez. Sadece rızkın asıl kaynağını vesilenin kendisi bilmediğinde bu seni ve ruhunu kölelikten kurtarır. Ne diye rızkına vesile olan birine kölelik edesin ki?

İkincisi ise şudur: Rızkın Allah'tan geldiğine kesinkes iman etmek, insanı şu lanetli haset duygusundan da kurtarır.
Sözlükler bize haset kavramını şöyle tarif ediyor: 'Bir kimsenin sahip olduğu mevki, şan, şöhret, mal, mülk gibi özelliklerini çekememek. Bunlardan rahatsız olmak… O kişinin elinden bütün bunların gitmesini istemek.'

Türkçeye 'Bu Çocuğun Hayatı' ismiyle çevrilen ve Leonardo Di Caprio'ya asıl şöhretini getiren 1993 yapımı filmde, Ellen Barkin, kocasını oynayan Robert De Niro'ya şöyle demişti: 'Senin sahip olmadığın şeylere başkaları sahip olacak diye ödün kopuyor. Senin kötülüğünün asıl kaynağı bu.'
Bence haset kavramının en iyi tanımı budur.

Verenin, verme gücüne asıl sahip olanın Allah olduğunu; alanın, alma gücüne asıl sahip olanın Allah olduğunu; kula düşeninse sadece vesilelere sarılıp hayat oyununu elinden geldiğince iyi oynamaya çalışmak olduğunu bir anlasak mesele kalmayacak.
Bugün modern dünya bize sürekli 'sen kazandın, sen kazanmalısın' diyor. Cümlenin bir de hayatımızın acımasız gerçeğine dönüşen hali var: 'O kazanıyor, o kazandı.' İşte tam burada hem uçsuz bucaksız bir rekabet hem de sonu gelmez bir haset duygusu giriyor devreye.

Belki bir kez daha yazmış olabilirim. Günümüzde çalıştığı iş yerinde yükselebilmek için arkadaşlarını bıçaklamaya hazır plaza insanlarının varlığı büyük bir soruna işaret etmektedir.

'Benim sahip olmam gerekene niçin o sahip oluyor?' sorusu insanı içten içe çürütür. Yetkinlik sorgulamaları, yağcılık-yalakalık suçlamaları, anlamsız ithamlar derken insan kendini bir kâbusun içinde buluverir.

Hasetin hırsla birleşeni yani sonu gelmez bir ihtirasla yanıp kavrulmak vardır ki… İşte orası tam olarak çıkmaz sokaktır. Cinnet halidir. Sahip olduğun hiçbir şeyle yetinememeye başlarsın. Senin sahip oldukların yetmez. Başkalarının sahip olduklarını da kıskanmaya başlarsın. Ve en nihayet benliğin seni tasmalı bir hayvan gibi önüne katar.

Modern insanın bir sirk maymununa dönüşmesi, neresinden baksanız acıklıdır tabii. Fakat en acıklısı haset duygusunun oyuncağı olmaktır.

Durmadan yineleyelim kendimize: 'Rızık Allah'tandır ve başkalarının sahip olduklarından değil, kendi sahip olduklarımızdan hesaba çekileceğizdir.'