Ehl-i Hadis ve Nedensellik Yasası

Ehl-i Hadis'te Re'y/Akıl Muhalefeti

VAN 4.09.2014 22:39:23 0
Ehl-i Hadis ve Nedensellik Yasası
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Ehl-i Hadis'in Zihin Dünyası ve Eserleri

Ehl-i Hadis/Hadisçiler denildiğinde öncelikle bütün dinî meselelerde muhakkak bir hadise/ rivayete dayanılması gerektiğini kabul eden bakış açısına sahip ekol anlaşılır. Onlar İslam'ın bütün usûl ve furûunu, rivayetlere dayandırarak nesilden nesile naklini gaye edindikleri için rivayete ve geleneğe dayanan aktarmacı bir düşünce biçimine sahipti. Bu ekolün ortaya çıkışı, h.II. asrın sonlarına tekabül etmektedir. Adı geçen ekol mensupları, h.III. yüzyıldaki yoğun çabalarına rağmen müstakil bir mezhep olarak varlıklarını sürdürememiştir. Ancak onlar, toplumda icra ettikleri faaliyetler ile yine bu dönemlerde ortaya çıkan Şafiî, Hanbelî ve Zahirî mezheplerine yön vermiş ve böylece etkisini günümüze kadar sürdürmüştür. Ehl-i Hadis'in itikadî alanda nakle dayanarak belirledikleri esasları devam ettirenler ise daha çok Eş'arîler olmuştur.

Bu bakış açısına sahip hadisçilerin telif ettikleri hadis mecmualarını değerlendirirken onların düşünce biçimini, itikadî anlayışını ve siyasî tutumlarını bilmek gerektir. Çünkü bu, onların eserlerini oluştururken hangi zihniyet ve ruh hali içerisinde olduklarını göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Ehl-i Hadis'in Evren Anlayışı

Hadis usûlü, hadislerin anlaşılması ve şerhine dair eserler üreten Hadisçilerin büyük bir kısmının itikadî açıdan Eş'arî doktrinini benimsedikleri malumdur. Bu itibarla onların Allah ve âlem tasavvurları da, itikadî açıdan mensup oldukları bu ekolün parametreleriyle örtüşen bir görünüm arz etmektedir. Bunun sünnet ve hadislerin anlaşılmasına menfi yönde tesir ettiği ise açıktır.

Bilindiği gibi Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (v.324/936) Mutezile'den ayrılırken Ahmed b. Hanbel'in (v.241/855) yolunu tutan Ehl-i Hadis zümresine katılmıştır. Birbirine zıt iki uç ekolün birinden diğerine transfer demeye gelen bu geçiş vesilesiyle Ehl-i Hadis uleması da Eş'arî doktrinini benimsemiş oldu. Dolayısıyla onların Allah-âlem tasavvuru ve âlemdeki nedensellik ilkesine bakışlarını anlayabilmek için Eş'arîlerin bu konudaki bakışını ortaya koymak gerekecektir.

Eş'arîlerin çoğunluğuna göre Allah hiçbir şeyle sınırlı değildir. Onun gücü ve otoritesi mutlaktır. Allah kullarının küfretmesine olduğu gibi, iman etmesine de kadirdir. Dilerse mü'minlere azap eder, kâfirleri de cennete sokar. O'na sınır belirleyen hiç kimse yoktur.

Ehl-i Hadis ve Nedensellik Yasası

Eş'arîler'e göre Allah'ın fiillerinden hiçbiri ne kendine ne de insana yönelik bir amaç, maslahat ve sebeplilik taşır. Allah'ın mutlak kudreti ve iradesi açısından, Allah'ın aşkın olması hasebiyle, fiil ve emirleri, insanî anlamda adalete de konu olamaz. Zira adalet, Allah'ın kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etmesidir.

Eş'arîler, bu düşünce paralelinde aynı zamanda tabiattaki nedensellik yasasını da reddetmektedirler. Çünkü onlara göre âlemdeki şeyler her an yaratılan ve yok edilen bölünmez parçalardan meydana gelmiştir. Onları yaratan, yok eden ve âlemdeki değişimi sağlayan Allah'tır. Dolayısıyla ‘tabiat kanunu' diye bir şey yoktur. Onlar böylece nedenle sonuç arasındaki ilişkiyi ve nedendeki gücü reddettikleri gibi, aynı şekilde peygamberliğin dayandığı mucizelerin mümkünlüğünü savunabilmek amacıyla da söz konusu illiyet ilkesini reddetmektedirler.

Onları, varlık ve olaylar üzerinde etkili olan sebepleri inkâr etmeye yönelten önemli bir amil de, h.III. yüzyılın ikinci yarısından sonra zuhur edip zamanla akaid yorumları üzerinde tesirleri görülen sûfilerin ortaya attığı tevhid ve tevekkül anlayışları olmuştur. Nitekim erken devirden itibaren sûfilerce bütün illetlerin inkâr edilmesinin tevhidin ispatı için temel bir şart olarak görülmesi bunu teyit eder mahiyettedir.

Oysa sebep ile sonuç arasındaki bağlantının zorunluluğunu ifade eden ilke olarak tanımlanan ve İslam Felsefesi'nde kozmolojik ve epistemolojik bir doktrinin de ifadesi olan illiyet, hem varlık kavramının ontolojik temellendirilişini sağlar, hem de sebeplerin bilgisine ulaşma çerçevesinde ilmî faaliyeti yönlendirir. Nitekim belli sebeplilik kanunlarıyla işleyen kâinatın bu genel görünümüyle ilahî ilim, hikmet ve kudretin bir delili olduğu ana fikrine ulaşmak ancak böylece mümkün olabilecektir.

Ancak Eş'arî doktrinindeki bu Allah tasavvuru ve âlemdeki nedensellik anlayışının reddi düşüncesi, Hadisçilerde bir zihniyet ve dünya görüşü halinde yerleşti. İşin özünde Hadisçilerin bu anlayışı, Kur'an'daki risaletin dayanağı kabul edilen mucizelerin imkânını savunma olanağı sağlamakla kalmamış, bunun yanında Kur'an dışındaki gerek sahih denilen rivayetlerin yoğun bulunduğu eserlerde gerekse zayıf ve uydurma rivayetlerin daha yoğun bulunduğu delail ve hasais türü hadis mecmularında zikredilen delail ve mucizeler ve Peygambere isnad edilen fizikî–biyolojik olağanüstü vasıfların, tabir caizse gözü kapalı kabulünü sağlamıştır. Zira onların düşüncelerine göre tedvin edilmiş türden hadis mecmularındaki rivayetlere bakılırsa delail, mucize ve olağanüstü Peygamberî vasıfların ortaya çıkması, her an Allah'ın gücü ve kudreti dâhilindedir. O istediği mucizeyi dilediği yer ve zamanda meydana getirir, istemediğini getirmez. Dilediği kimseye ihsan da bulunur, dilediğine bulunmaz. Zira onların düşüncesine göre Allah mülkünde istediği gibi tasarruf eder. O'nun tasarrufuna hiçbir şekilde sınır getirilemeyeceği gibi tasarrufunda hiçbir kanun, kural da söz konusu değildir.

İşte bu düşünce, tedvin asrından itibaren Ehl-i Hadis ve onların formatladığı toplum aklını şekillendiren temel unsurlardan birini teşkil etmiştir. Tabi ki böyle bir zihin yapısıyla hem sünnetin hem de hadisin sağlıklı anlaşılması ve yorumlanması olanaksızdır. Zira sahih kabul edilen hadislerdeki olağanüstü anlatımlar bir yana, zayıf ve uydurma rivayetlerdeki söz konusu anlatımlar dahi bu bakış açısıyla meşrû ve doğru kabul edilmek durumunda kalınacaktır.

Şunu unutmamalı, Kur'an bir yandan, âlemde bir nizamın varlığından söz ederken, öte yandan bunun mutlak bir mekanizm olmadığını da hatırlatır. Evet, kâinat muayyen kanunlara göre işlemektedir, ancak bu işleyişinde asla Allah'tan bağımsız değildir. O, dilediği takdirde mevcut düzeni bozmaya da güç yetirir. Ancak Kur'an'ın bu tavrının nedeni, insanlığın nedenselliğe olan güvenini sarsmak olamaz, çünkü insanın dünya hayatını sürdürebilmesi için, güvenini kazanmış bir nedenselliğe ihtiyacı vardır. Gerek tabiatın kendisi, gerekse işaret edilen ayetler, insana bu itimadı yeterince telkin etmektedir. Nedensellik aynı zamanda insanın evrenin işleyiş tarzını kavramasına da imkân vermektedir. Nitekim insan eşyayı algılama gücüne sahip kılınmıştır ve zaten Kur'an'ın fizik alandan bahsederken sadece ahlakı ön planda tutup, işleyiş kanunlarını öğretmeye karşı ilgisiz kalışının sebebi de, insanın tabiatı algılama konusundaki bu potansiyel yeterliliğiyle ilgili olsa gerektir.

Şu halde tarihî süreçte Ehl-i Hadis'in etkisinde oluşmuş beşerüstü peygamber tasavvuru yerine Kur'an merkezli bir peygamber tasavvurunun oluşturulması ve dolayısıyla Kur'an ve Peygamber'in siretine dönüş kaçınılmaz olsa gerektir. Zira birçok alanda olduğu gibi peygamber tasavvurumuzda da daha ilk asırlarda Kur'an'dan bir kopuş yaşanmıştır. Bu tasavvuru oluşturmada en önemli unsur Peygamber'in olağanüstü özellik olarak mucizevî, efsanevî ve mitolojik niteliklerden arındırılması icap etmektedir. Çünkü bizzat Kur'an bir yandan Peygamber'in de insan olması hasebiyle tabiî ve sosyal yasalara bağlı olduğunu vurgularken, diğer yandan müşriklerin O'ndan mucize taleplerini kesin bir dille reddetmektedir.

Ehl-i Hadis'te Re'y/Akıl Muhalefeti

Ehl-i Hadis diğer ismiyle Ashab-ı Hadis bilgi kaynağı olarak hadisleri, ilimle eş değer kabul etmiştir. Onlar ilmin rivayet edilen bilgilerden ibaret olduğunu ve hadislerin din olduğunu kabul etmiş, mesaisini daha çok bu merviyatı dinleyip rivayet etmeye hasretmişlerdir. Onlara göre âhad haber, ilm-i yakîn ifade ettiği için hem itikatta hem de muamelatta hüccettir.

Onlara göre kesin bilgi ifade eden ilim, re'y değil, kitap ve sünnettir. Çünkü re'y kişisel zanna dayandığı ve kesin bilgi ifade etmediği gibi heva ve kişisel çıkarlara uymak demektir. Bu sebeple re'yle hüküm vermek, kişiyi bid'ate sürükler. Dahası re'y, bid'atçıların silahıdır. Onlar bu aklî metoda başvurdukları için dalâlete sürüklenmektedirler.

Ehl-i Hadis, yorum yapmadan rivayetlere göre amel etmekle yetinirdi. Çünkü onlara göre, dinî konularda nasıl ve niçin sorularını sormak bid'attir. Bu yüzden nass bulunmayan konularda kıyası kullandıkları için rey ehline mensup fıkıhçıları, Allah'ın sıfatları konusunda aklî deliller kullandıkları için de kelamcıları, sünnete aykırı davranmak ve böylece bid'ate düşmekle suçlamışlardır.

Hadisçilere göre akıl, kendi başına iyi ve kötüyü belirleyemez; bunları belirleyen şer'î hükümlerdir. Bu çerçevede onlar re'y, kıyas ve içtihattan kaçınmayı prensip edinmişlerdir. Onlar genelde aklî istidlallere ve kişisel yorumlara (re'y) karşı çıkmışlar, bunları bilgi kaynağı olarak benimseyip kullandıkları için Ehl-i Re'y'i eleştirmişler ve dahası onları sünnet düşmanı olarak suçlamışlardır.

Hadisçilerin inancına göre, ferdî ve toplumsal hayatta ihtiyaç duyulan her şey, hadislerde ve selefin âsârında mevcuttur. Bu nedenle aklı kullanarak yeni hükümler koymaya gerek yoktur. Dolayısıyla bu anlayışa göre din, Allah'ın kitabı ve âsârdan ibarettir. Hadisleri te'vil etmek caiz değildir. Onlara sadece teslim olunur ve olduğu gibi rivayet edilir. Tabiatıyla bu tutumları, onları hayatın her alanında karşılaşılan sayısız problemlere, nakle dayalı cevaplar sunabilmek için hadis metinleri karşısında tenkitçi olmayan bir tavır benimsemeye itmiştir.

Hadis Edebiyatı'nın Oluşmasına Etki Eden Faktörler

İslam Dünyası'nın tarihî süreçte giderek artan bir tonda Muhammed aleyhisselam'ın beşerî yönünü ihmal ettiği, O'nu tamamen vahyin direktifleriyle hareket eden, insanî özelliklerinden soyutlanmış iradesiz bir elçi gibi gördüğü malumdur. Bu negatif durumun oluşmasında büyük oranda ehl-i hadisin üretip yaydığı peygamber tasavvurunun ve onların geriye bıraktığı terekeleri durumundaki hadis kitapları ile yine bu zihniyetten neşvünema bulan Şemail, Delail vs. çeşitli konularla ilgili benzeri eserlerin halen devam eden etkisi açıktır. Belirtilen edebiyatın bu minval üzere oluşmasına etki eden çok sayıda faktör olmuştur.

Bu faktörlerin belki de en önemlisi yabancı kültürlerin hadis mecmualarına etkileridir. Hadis tarihinde tasnif döneminin başı kabul edilen Abbasiler zamanında özellikle h.III. asrın sonlarında İslam coğrafyası fetih hareketleri ile muazzam boyutlara ulaşmıştır. Fethedilen bu eski medeniyetlere beşiklik etmiş bölgelerde bir etnik ve kültürel doku bulunmaktadır. Müslümanlar buralarda karşılaştıkları yeni ilimler ve kültürlerle etkileşime geçmiştir. Bunların başında Ehl-i Kitab'ın birikimi vardır. İşte gaybî ve evrene dair haberler, cennet ve cehennemle ilgili konular bu kültürlerin etki alanlarını oluşturmuştur.

Öte yandan bilindiği gibi İslam'ın doğduğu Arap yarımadasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanların ekseriyeti, İslam'ı kabul ettikten sonra bile İslam düşüncesiyle hiç ilgisi olmayan eski bilgilerinin bir kısmını muhafaza ettiler. Bunların aracılığıyla tefsir kitapları, hilkat, olağanüstü hal ve hadiseler, kargaşa ve fitneler gibi şer''î akideyle ilgisi olmayan haberlerle dolduruldu. Bu vesileyle bazı Yahudi ve Hıristiyan vecizeleri, atasözleri ile Tevrat ve İncil'de geçen bazı ifadeler hadisleştirilebilmiştir.

Tasnif dönemi hadis edebiyatının oluşumuna etki eden dış unsurlardan biri de zühd hareketidir. h.I. ve II. asırda bireysel olarak ortaya çıkan zühd hareketi, III. asra gelindiğinde kurumsallaşmış ve bir meslek haline gelmiştir. İslam fetihleri, Müslümanlarla başka milletlerin bir araya gelmesine yol açınca, diğer dinlerdeki zühd anlayışı, kurumsallaşan bu zühd anlayışıyla etkileşim içerisine girmiştir. Özellikle Hıristiyan zühdü İslam coğrafyasında yaygınlaşmaya başlamış ve böylece bu kültürün ‘lanetlenmiş dünya' tasavvuru Müslüman zühd anlayışını etkilemeye başlamıştır. Bu tür anlayış ve eğilimlerin Müslümanlara intikalinin başat sebebi, israiliyat kanalıyla Kur'an ve hadis yorumlarına sızan bu tasavvur gelmektedir.

Ehl-i Re'y ve Ehl-i hadis İlişkisi

Fıkıh'ın teşekkülüyle amelî ve itikâdî meselelerin hallinde re'ye dayalı ilim anlayışının yaygınlaşması neticesi, İslam ilim tarihinin en önemli metodolojik gruplaşması sayılabilecek Ehl-i Re'y ve Ehl-i Hadis fırkaları ortaya çıkmıştır. Bu tabirlerin, muhaddislerin dayanışma içine girip birlikte hareket etmeye ve cerh-ta'dil silahını kullanmaya başladıkları h.II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gündeme geldiği, konuya dair tartışmaların esasen hadisçilerle fakihler arasında cereyan ettiği malumdur

Bu iki anlayış arasında yaşanan çekişme neticesinde Ehl-i Hadis, rivayet merkezli fıkıh anlayışlarını tedvin etme ve geliştirme çabasına girişmiştir. Bu amaçla da, Re'y fıkhına karşı, fıkh'ul-hadis tezini ileri sürdükleri ve hatta zamanla bu meseleyi Re'y Ehli ile rekabet haline dönüştürdükleri bilinmektedir. Nitekim hadis edebiyatının çeşitli türlerinin, fıkıh kitaplarıyla paralellik teşkil ettiği görülmektedir. Bunun en önemli sebebi bu hadis eserlerinin, Ehl-i Hadis tarafından re'y taraftarlarının fıkıh anlayışına karşı bir tepki olarak tasnif edilmiş olmalarıdır.

Sözgelimi Buharî (v.256/869), Sahih'ini oluştururken yaşadığı asrın söz konusu dinî ve kültürel yapısından ve o dönemdeki itikadî tartışmalardan azade kalamamış, dercettiği başlık ve bölümlerle, ortamından ileri derecede etkilendiğini göstermiştir. Zira diğerleri gibi onun eseri de nihayet kendi atmosferinde şekillenmiştir. O, Ehl-i Rey'i temsil eden Ebu Hanife ve ashabına eleştiriler yöneltmiş ve bazı konularda onlardan farklı düşündüğünü belirtmiştir.

Öte yandan teşekkül dönemindeki bu mücadele, metot açısından da dikkat çekmektedir. Zira, bu dönemin başlarında hadisçilerin gerek rivayetlerin kabul şartları ve gerekse kaynak değeri açısından ilmî bir metot geliştiremedikleri; bu sahada daha çok fakih ve kelamcıların gayret sarf ettikleri görülmektedir. Konuyla ilgili münakaşa ve münazaralar bir yandan Fıkıh Usûlü'nün doğmasına sebep olurken, diğer yandan da Hadis Usûlü'nün sistematik hale gelmesinde önemli rol oynamıştır. Özellikle Hadis Usûlü'ne dair disiplinlerin doğup gelişmesinde, muhaliflerinin hadisçilere yönelttiği söz konusu eleştiri ve ithamların büyük etkisi olmuştur.

Hadisçi – Kelamcı Çatışması

Siyasî ihtilafların giderek itikada dönüştüğü bir ortamda boy gösteren kelamcıların gerek ilim anlayışları, gerek bilgi kaynakları ve gerekse meselelerin çözümü için önerdikleri metotlar, hadisçiler tarafından tasvip edilmemiştir. Zira kelamcılar daha çok aklî te'vil metoduna başvurmuşlardır. Bu sebeple onlar kendi metotlarına uymadığı ya da aklî bulamadıkları için birçok hadis rivayetini reddetmişlerdir. Hadisçiler ise, kelam yoluyla elde edilen hususların, seleften gelen bilgilerde bulunmadığını söyleyerek, nakille elde edilmesi gereken bilgilerin akıl (re'y) ile elde edilemeyeceği tezinden hareketle bu metodu, bid'at diye imlemiştir.

Bu sebeple Ehl-i Hadis, kelam ve kelamcıları yeren pek çok söz ifade etmiştir. Onlar kelamı bid'at, batıl ve hevâ; kelamcıları da bu sıfatların sahibi olarak nitelemişlerdir. Kelamcılar ise hadisçileri dinde olmayan şeyleri rivayet etmek, rivayet ettiklerini anlamamak, çelişkili rivayetlerde bulunmak gibi hususlarda tenkit etmiş, bu kabil rivayetlerde bulunarak Müslümanlar arasında farklı din anlayışlarının ortaya çıkmasının sorumlusu olarak görmüşlerdir. Zira hadisçilerin kullandığı lafızcı/ zahirî metod, kimi zaman, çeşitli hadisler uydurarak kimi zaman da aslında mecaz anlamdaki ayet ve hadisleri zahirine hamletmek suretiyle İslam itikadına zarar vermiştir.

İşte h.III. asırda hadis kitaplarının tasnif, dizayn, içerik ve tercih seçeneklerine kısacası oluşumuna, bu tartışmaların etki ettiğini kabul etmek gerektir. Diğer bir ifadeyle bahsi geçen dönemde şiddetlenen hadisçi–kelamcı çatışmasının, hadis edebiyatının oluşmasında önemli etkileri olduğu bilinmelidir. Zira bu dönemde kaleme alınan birçok eserin telif edilmesinin veya yeni bir takım bölümlerin ihdas edilmesinin önemli sebeplerinden birisi, Ehl-i Hadis'in, hadis metinlerinden istifade ile kelamcıların ileri sürdükleri fikirleri eleştirmek ve kendi fikirlerini savunmak istemesidir.

Hadisçilerin Siyasî Anlayış ve Tutumları

Hadisçiler, İslam ülkesinin idaresini ele geçiren herkesi meşru halife tanımış ve bütün dönemlerde onlara uymayı vacip görmüşlerdir. Bu yüzden Emeviler devri ile Abbasilerin ilk dönmelerinde iktidarı destekleyenler hep hadisçiler olmuştur. Bunlar özellikle Harun er-Reşid (v.193/809) döneminde devlet katında önemli bir itibar kazanarak muhaliflerini hapse attırmışlardır. Belirtilen dönemde bu iktidar/ saray uleması, muhaliflerini, tekellerinde tuttukları cerh-ta'dil silahı desteğinde zındıklık vs. ile suçlayarak kanlarını helâl kılmış ve iktidar sahiplerini onlara karşı kışkırtmıştır.

Ehl-i Hadis'in siyasi anlayış ve görüşlerinin oluşmasında önemli rol oynayan husus, ilk asırlarda hemen bütün sosyo-politik gelişmelerin merkezini teşkil eden imamet meselesidir. Abbasilerin, iktidara gelişlerinde önemli desteklerini gördüğü Şia'ya karşı yakınlık göstermeleri, Ehl-i Hadis'in imamet konusundaki görüşlerinin pekişmesine ve bunu tasnif ettikleri eserlere yansıtmalarına neden olmuştur. Zira tasnif döneminin önemli tartışma konularından olan sahabenin fazileti ve ilk halifelerin hilafete geliş sırası gibi konular, bu dönemde oluşturulan hemen hemen bütün hadis edebiyatında bir kitap ya da bab olarak tasnif edilmiştir.

Sonuç

Peygamber aleyhisselam hakkında geçmişten bu yana birbirinden farklı çeşitli tasavvurlar söz konusu olmuştur. Bunlardan en fazla tartışılan ve tarihî süreçte toplumsal açıdan yaygınlık kazanıp benimsenen; Peygamber'in fizikî ve biyolojik açıdan harikulade vasıflara sahip olduğu ve attığı her adımda olağanüstü mucizeler gösterdiği düşüncesidir. İslam dünyasında pek fazla revaç bulan ve hususen toplumuzun çeşitli katmanlarında en makbul durumda olan bu bakış açısı olduğu gözüktüğünden bu düşüncenin temsilcileri üzerinde özellikle durulmalıdır. Çünkü Kur'an merkezli peygamber tasavvurunun te'sis edilip sistemli hale getirilmesi ve bununla İslam dünyasında bir zihniyet ve dünya görüşünün oluşturulması son derece önemli bir husustur ve kesinlikle sünnet ve hadislerin doğru anlaşılarak yorumlanması, ancak böyle bir bakış açısıyla mümkün olabilecektir.

Sünnet–vahiy ilişkisi dolayımında yapılan değerlendirmelerde ehl-i hadis'ten özellikle hasais ve delailci zevatın ve bu arada onların etkisindeki toplumsal çoğunluğun sünnetin neredeyse tamamını her bakımdan vahye dayandırma gibi bir eğilimde oldukları ve gerek form gerekse mahiyet olarak sünnetin de Kur'an gibi telakki edilmesi gerektiği yönünde bir fikre sahip oldukları gözlenmektedir. Oysa kanaatimizce Peygamber'in (s), sadece vahiy kontrolünde hareket eden bir beşer olarak kabulü gerekmektedir. Nitekim Peygamber'in zaman zaman içtihadî kararlar aldığı ve bu kararların bazılarında, vahiy tarafından uyarılarak düzeltilmesi, bunun işareti olsa gerektir.

Şüphesiz İslam ümmetinin çoğunluğunun, tedvin döneminden itibaren daha bir kökleşen bu anlayışı, İslam'ı anlamada yegâne ölçü olarak görmesinin önemli olumsuz neticeleri olmuştur. Misalen sonradan gelen Müslümanlar, kendilerini Kur'an'ın muhatabı olarak görmemiş, geçmişten aktarılanı idealleştirerek, artık mazi ile övünen mahza mukallit bir toplum modeli oluşturmuştur. Bu manada, Peygamber adına piyasaya sürülen rivayetlerin özellikle ilk dönemde ‘sahabe adil' gerekçesiyle tenkitsiz kabulü bir yana, sahabe ve tabiûnun görüş ve davranışları da bir ölçü olarak ortaya konuldu. Hâlbuki Peygamber'in dışında hiçbir kimsenin, davranış ve görüşlerinin örnek olmasının vahyî bir mantığı yoktu(r).

Tabiatı gereği hiçbir eser, içinde bulunduğu çağın siyasî, sosyal, tarihî, dinî ve kültürel yapısından soyutlanamaz. Bu itibarla bütün hadis külliyatı, yazıldığı dönemde cari problem veya koşullardan azade meydana getirilmiş değildir. Esasen hadis mecmualarının bölümleri ve onların alt/bâb başlıkları da müelliflerinin gündeme dair görüşlerini yansıtacak niteliktedir. Hadis edebiyatının genel içeriğinin sadece hadisleri ihtiva etmeyip, bunun yanında ve hatta daha çok sahabe ve tabiûn fetvalarından oluşması da, bu kanaati güçlendirmektedir. Nitekim bir mesele hakkında hem mütekellim hem de fakih anlamında Ehl-i Re'y'in re'y ve kıyas yoluyla ortaya koyduğu görüşlerini, Hadisçiler, o konuya dair hadisleri tasnif ederek bir bâb oluşturmuşlardır. Bilineceği üzere hadislerin belli başlıklar altında toplanması anlamında tasnif faaliyeti, zaten yorumun bir parçasıdır.

Buna göre bu dönem eserleri, Peygamber'den geldiği söylenen hadisleri -muhtemelen- muhafaza etmek ve sonraki nesillere aktarmak gibi halisane bir niyetin yanında, daha çok fakih ve kelamcılara tepki olarak Ehl-i Hadis'in kendi görüş ve kanaatlerini yayma arzusunu yansıtmaktadır. Nitekim hadisçilerin kullandıkları bâb başlıkları bunu açıkça göstermektedir. Ne var ki Ehl-i Hadis, sağlıklı bir anlama ve yorumlama yöntemine sahip olmadığı için, bu tasnifler, ilmî ve objektif olmaktan uzak kalmıştır. Bu itibarla aktarılan rivayetlerin, Kur'an'ın genel ilkeleri, aklın bedihî gerçekleri ve realiteye uygunluğu açısından yeniden değerlendirilmesi icap etse gerektir.

Beri tarafta h.II. asırda hadisçilerle kelamcılar arasında ortaya çıkan görüş ayrılığı, hadisçilerin, kelamcıların aklî muhakemelerinin kendilerince tahripkâr tesirlerinden korumak amacıyla yoğun bir tedvin ve tasnif faaliyetine girmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri kendilerince tespit edilmiş, diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek! hadislerin bir araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhatiyle ün salan Sahih-i Buharî'deki iman, tevhid, kader, kitap ve sünnete sarılma, âhad haber gibi bölümler ve bu bölümlerdeki hadisler, kitabın, kesinlikle muhalif bildikleri mezheplere tepkisel bir cevap mahiyetinde hazırlandığını ortaya koymaktadır.

Ehl-i Hadis tarafından yazılmış hadis külliyatının önemli telif amaçlarından biri de kendileri açısından tehlikeli bir gelişme gösteren bidatleri yok etmek, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan sünneti ihya etmek ve sünnetin önünde engel gördükleri fırka mensuplarının görüşlerini bertaraf etmektir. Bu çerçevede h.III. asrın başlarına gelindiğinde, hadis tarihinin en önemli eseri sayılan Sahih-i Buharî'nin tasnifinde de re'ye dayalı fıkıh anlayışına karşı müellifinin sahihlediği hadislerle örülü bir fıkhın ortaya konulma talebi baş etken olarak görülmektedir. Başka bir ifadeyle el-Cami'us-Sahih'in, o dönemdeki fıkıh anlayışına karşı gelişen ve fıkh'ur-re'ye karşı fıkh'ul-hadisi savunan hadisçi tavrının bir ürünü olarak vücut bulduğu zahirdir.

Bu arada çoğunlukla zannedildiğinin aksine bu eserlerin müelliflerinin de yaşam serüvenlerindeki siyasî ve ilmî tutumları sonucu çevrelerinde çeşitli itham ve boykotlara maruz kaldığı bilinmektedir. Bu durum, bahsi geçen müelliflerin çok sonradan edindikleri otorite ve itibarlarının, yaşadıkları ortamda, kaynaklarda anlatıldığı kadar yalın olmadığını göstermektedir.

Sonuç olarak biz bu yazımızla toplumumuzun zihin dünyasını önemli ölçüde biçimleyen ve İslam dünyasının neredeyse bütününe hâkim ‘kültür tarihimizde bilgi kaynaklarını rivayetlere teksif eden, anlama yöntemi olarak da lafızların zahirini esas alan Ehl-i Hadis'in zihin yapısını ve eselerini yeniden değerlendirmek gerektiğini belirtmek istiyoruz. Bu arada yararlandığımız diğer birçok zevatın yanında özellikle Hayri Kırbaşoğlu, ve Musa Bağcı hocaların çalışmalarının bu konuda ufuk açıcı olduğunu belirtmeliyiz.

Not: Bu makale 'Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni', Sayı: 23, Nisan 2012, sayfa: 16-20’de yayınlandı.