DOĞRUYA DOĞRU DEMEK, YANLIŞA YANLIŞ DEMEMEYİ KURTARIR MI?

FATMA CEREN

VAN 22.04.2014 12:20:24 0
DOĞRUYA DOĞRU DEMEK, YANLIŞA YANLIŞ DEMEMEYİ KURTARIR MI?
Tarih: 01.01.0001 00:00
Ya da tersinden düşünelim.”Yanlışa yanlış demeyince, doğruya doğru demek bizi kurtarır mı?”

Bir de doğrularla yanlışların karıştırıldığı bir muamma var ki, aslında şeytanın en güzel aracı bu. Doğruya yanlış, yanlışa doğru! Bu tasarım çok tutuldu, “Doğru-Yanlış” çözeltisiyle etliye sütlüye karışmama kurnazlığı. Ayrıştırma işlemini unutturmak, oyunun bir parçası olmalı.

Mevzu bahis durum, doğrularıyla yaşama çabasında olanların, bazen burnunun dibindeki bazen de kilometrelerce ötedeki yanlışları bilmemesi; bilse de garip bir duyarsızlık içine girmesi ve suskunluk koltuğuna gömülmesidir. Konfor ve rahat koltuğuna, önce anlam dünyasını sonra amellerini oturtur. Ve yanlışın yaklaşmadığı orada bin yıl yaşar, çünkü onlardan her biri bin yıl yaşasın ister.

Bu bir farkındalık meselesidir. Ve farkındalık, anlam dünyasında başlar amelle şekillenir. Kişi doğruyu bilir de o doğrunun kendisine yüklediği sorumluluğu istemez ise, sadece kendini aldatır. Doğruyu bilmek yanlışı bilmeye bağlıdır. Yanlışa karşı önce zihinde sonra pratikte başlayan mücadele, doğrunun yola dönüşümüdür. Müstakimin sırata… Bundan gafillik, düşünce dünyasındaki arızadandır. Yanlışı bilmeyen, yanlışını görmeyen ve ondan sıyrılmayan, doğruyu hâkim kılacak adımlar atamaz. Bu, dünyanın yaratılışından kıyamete kadar tevhidin değişmez formülüdür.

Tabi burada en önemli husus, kime göre doğru ve yanlış olduğudur. Yani doğrunun kaynağı nedir? Doğruyu ve yanlışı kim belirler? Birden fazla doğru var mıdır? Doğruyu bilmek parçacıl değil, bütüncül olmadıkça ve bu bilmeler eylemle bütünleşmedikçe, yani sorumluluk elbisesi (hiç çıkarılmamacasına) kuşanılmadıkça; doğruyu bildiğini zanneden rahatlar zümresi gibi garip bir topluluk oluşur ki, bunlar kitap yüklülerin bir nevi arkadaşıdır. Yükleri ve kütleleri farklıdır. Aynı yere götüren farklı binekleri de…

Elbise demişken aklıma geldi. “İmâm-ı A’zam’ın Beş Eseri” kitabını bilen bilir, okuyan okumuştur. Anlayana ne mutlu!

Bir bölümünde Ebû Hanife’nin, öğrencisinin sorusuna müthiş bir cevabı var.

Soru: Hakkı tavsif eden fakat muhalifinin zulüm ve haklılığını bilmeyen kimse için ne dersiniz? O kimsenin hakkı bildiği yahut hak ehli olduğu söylenebilir mi?

Cevap: O kimse hakkı tavsif edip muhalifinin haksızlığını bilmediği zaman adli de zulmü de bilmiyor demektir. Ey kardeşim, bil ki bana göre bütün zümrelerin en kötüsü ve en cahili şüphesiz bu kimselerdir. Onların durumu kendilerine beyaz bir elbise getiren ve rengi sorulan dört kişinin haline benzer ki: Bu dört kişiden birisi “bu kırmızı bir elbisedir der” , diğeri “bu sarı bir elbisedir” der, üçüncüsü “bu bir siyah elbisedir” der ve dördüncüsü de “Bu beyaz bir elbisedir” diye cevap verir. Bu sonuncuya önceki üç kişinin hatalı mı yahut isabetli mi olduğu sorulduğunda, “Şüphesiz ki ben elbisenin beyaz olduğunu biliyorum. Fakat onlarında doğru söylemiş olma ihtimalleri mümkündür” der.

Devamında güzel açıklamalar olmakla birlikte, kitabın okunmasını tavsiye ederim.

Gelelim konuya.

Ne yapıyor kişi? Elbisenin rengini bilmiyor mu? Biliyor, hem de tam isabet. Fakat ikinci soruda çuvallamasına neden olan cevabına, bu bilmeden ne fayda! İşte tam da demek istediğim şey bu. Doğruyu biliyor olmakla zaten mükellefiz, bu boynumuzun borcu. Lakin bu doğruyu bize giydiren, içiren, sindiren tutum, ikinci soru karşısındaki farkındalığımız ve tavrımızdır. Dördüncü şahsa münhasır (!) el-cevap, o zamanda da günümüzde de anlam dünyamızdaki arazın, yanılsamanın bir neticesidir ve zamanla –izmlere dönüşür. Dönüştü de.

Demokrasi, tarihselcilik, pragmatizm, düşünce özgürlüğü, insan hakları, ılımlı-hoşgörülü-saygılı din anlayışından tutun da; gündelik hayatta sarf edilen “Ben neyim ki ona bir şey diyeyim!” , “Haddim değil!” , “Beni ilgilendirmez, bana ne!”, “Öyle düşünmüyorum ama saygı duyuyorum!”, “Herkesin kendi görüşü!”, “Bence doğru değil, ama öyle de düşünülebilir!”, “Hadi bir de bunu deneyelim”, “Müslümanın siyasal görüşü, tercihi!”… sözlerine kadar indirgeyin işte. Acaba var mıdır sorumluluktan kaçma duygusu bunun içinde?

Tevhid hakikatini idrak süreci farkındalıkla başlar. Düşünmek, sorgulamak, dertlenmek, sorunlara çözüm aramak ve bunun için çabalamak tevhid arayışının ön şartıdır. Hira’nın duvarına astığımız cılız ve ince bir kandela belki. Çabanın müjdeye dönüşmesi, yüzlerimizi ne tarafa döndüğümüzle yakın alakalıdır.

Bu serüven “La” ile devam ederken, siz çoktan bu yola girmiş, pek çok yanlışı fark etmiş ve bu gidişin gidiş olmadığına kanaat getirmişsinizdir. Sonraki aşama elbiseyi temizlemek, temiz tutmaktır. Çünkü artık aklınız kirlerinden ayrışıyor, anlam dünyanız netleşiyordur. Temiz aklın, oturacağı kap da temiz olmalıdır. Öğüt alıyorsunuzdur. Bundan hâsıl fayda yanlışı ve doğruyu ayırt etmeye, anlamaya ve bilmeye bağlıdır.

Ebû Hanife elbise örneğiyle, insanın düşünsel serüveninde post modern bir istasyona işaret ediyor. Bugün aynı istasyonda yığınlar bekliyor. Hem de ne beklediğini bilmeden… Dokunmaz uslanmaz trenine binerken, aslında dokunulmazlığını ilan ediyor. O kimseye dokunmasın, ona da kimse… Vagonunda yalnız. Hangi yöne ve nereye gittiğini bilmeyen insan, yaşadığı sürece vagonlar arası git geller yaşıyor. Çünkü dinin fikirsiz, soğuk ve yapmacık tarafını seçerken aslında doğruyu biliyor. Ama rahat koltuğunu terk etmiyor, edemiyor. Rahat mı peki? Değil. Ama öyleymiş gibi yapmak zorunda. Bileti kesildi bir kere… Doğmakla başladığı serüvenine, hayatına yani dinine ölçüsüz başlıyor. Ölçüsü çalınmış, ölçüsüz bırakılmış insan büyürken, büyüyen sadece zanları oluyor. Ve zanla tarttığı bilgi, düşünce ve amelini doğru olarak tanımlıyor. Herkesin aynı ölçmeyi yaptığı bir dünyada, farklı ölçekler kullanılsa bile ölçme doğru mudur?

Bundan mı bilmem, ilgili fakültelerin tüm “Ölçme Tekniği” derslerine, “Dünyadaki hiçbir ölçme doğru değildir!” kaidesiyle başlanıyor. Belki bu had bilmez ölçüsüzler insanla alay ediyor.

Post modern dünyada herkes haklı, kendi doğrusu var ve diğerine saygı duymalı, duyuyor. Ancak böyle yapınca “kendisi” oluyor. Toplum senaryosunda “kendisine” yer açıyor, yer buluyor, rol seçiyor. Var oluyor. Bir kedisi bile yok oysa! Olsun kedilerin bile anladığı bir dünyada zaten kimse onu anlamıyor.

Bu kalıba dökülen karışım fırına sürülünce ne kadar kabarır, bilemiyorum. Tek bildiğim, bu kekten bir lokma bile tadamayacak insan, bir dilim, sadece ufacık bir dilim için hayatını (dinini) sürüyor…