'DİLİNİZ KABA, VİCDANINIZ TAŞ' KAMPANYASI

Farklı gazetelerden bir çok yazar aynı başlıkla yazılarını yayımladı

VAN 5.03.2015 10:21:37 0
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Farklı gazetelerden bir çok yazar bugünkü köşelerinde 'Diliniz KABA, vicdanınız TAŞ' başlığıyla yazılarını yayımladı. 

İşte Kabataş’ta yaşandığı iddia edilen olaylardan sonra medyada linçe maruz kalan yazarlara sahip çıkmak için kaleme alınan o satırlardan bazı kısımlar:

Yeni Şafak gazetesi yazarı Kemal Öztürk

Dillerine doladıkları ‘Kabataş’taki tacizin görüntüsü nerede, deri kıyafetli adamlar nerede’ söylemiyle, sözde Gezi cinnetini aklamak peşindeler. Bu söylemi geliştiren ve öncülük eden kişilerden biri Enver Aysever’dir. Önceki hafta Habertürk televizyonunda aynı programda bulunma talihsizliğini yaşadım. Aysever’in şahsında gördüğümüz şey, bu slogan cümleleri yazdığı defterden hızlı hızlı okuyarak, karşısındakine söz hakkı tanımamak ve yargılamadan linç etme zihniyetidir. Aysever, Türkiye’de siyasi olarak karşılığı olmayan, sadece medya gücünü kullanan, tarih olmuş bir sol azınlığı temsil ediyor. Her gösteri, protesto, hak arayışının arasına sızıp, orayı maniple eden, hükümet ve devlet karşıtı ayaklanmaya çevirmek için her türlü kötülüğü ve hileyi yapabilecek zihniyetteki insanlardır.

Komünizm Rusya’da bile müzeye kalktı ancak Türkiye’deki bu azınlık hala kurtuluşu orada arıyor, kendisine ata olarak da Kanuni’yi, Fatih’i değil Nazım Hikmet’i tercih ediyor. Bu zihniyetin bir kısmına Ana Muhalefet içinde, bir kısmına akademi camiasında da rastlarsınız. Nitekim o programda Aysever’in en büyük destekçisi Prof. Koray Çalışkan’dı ve Boğaziçi Üniversitesi gibi bir yerde hocalık yapıyordu. MHP temsilcisinin de destek verdiği bu ekibin seviyesiz tutumuna daha fazla tahammül edemeyerek, Halime Kökce ve Ceren Kenar’la birlikte programı terk ettik zaten.

Şiddet ve Vandalizm yüzünden ölenler

Türkiye’yi asla anlayamayan, zihinsel kodları ve beslenme kanalları yerli olmayan bu ekibin, toplumda ve politikada hiçbir karşılığı yok ama Gezi gibi barışçıl başlayan eylemleri sonunda vandalizme dönüştürebiliyorlar. Şiddet bu azınlık ekibin ruhuna işlemiş en geçerli davranış şeklidir. Aysever ekranda bize konuşma hakkı tanımazken, arkadaşları da Gezi eylemlerinde başörtülü insanlara sokakta bulunma hakkı tanımadı. Kobani eylemlerini de aynı zihniyetteki insanlar tahrik edip, 51 insana yaşam hakkı tanımadılar. Utanmadan Gezi’de ve Kobani eylemlerinde ölen insanların suçunu bizim üzerimize atıyorlar. Ölümlerin tümü şiddet ve vandalizmden başka fikri olmayan bu azgın azınlığın yüzünden oldu. Şimdi de kalkmış arsızca, hayatlarını kaybetmelerine neden oldukları insanların ölüm yıl dönümlerini suiistimal ediyorlar.

Dört kadın yazara linç girişimi

Linç kültürü, Stalinist bir zihinsel arka plandır. Bugün Kabataş olayını gündeme getiren insanların tümü, kadın yazarlarımızı linç etme peşindeler. Elif Çakır, Halime Kökçe, Nihal Bengüsu Karaca, Hilal Kaplan gibi başörtülü yazarları hedeflerine koymalarının çok bilinçli sebepleri var. Bu linç etme dürtüsünün en önemli nedeni, dört kadın yazarın da başörtülü olmalarından kaynaklanır. Ahlaksızca ve edepsizce bu dört kadın yazara hakaret edenlerin başında, şimdi kirli casusluk ilişkilerinden dolayı hapse atılan Mehmet Baransu gelir.

Gezi olaylarında, Kobani olaylarında ve Paralel örgüt tartışmalarında medyada en önde hak ve hakkaniyet mücadelesi veren bu dört kadın yazar olmuştur. Onlara da en çok bu dokundu sanırım. Dişe diş mücadele eden, hakkını söke söke alan, bilgisi ve donanımı onlardan yüksek başörtülü kadın yazar profili onların ayarını bozdu. Evinde yemek pişiren, çocuk bakan, başına vurup ekmeğini alacakları bir başörtülü kadın tercih ediyorlardı sanırım.

KABA ve TAŞ yürekli insanlar


Kabataş meselesi, zihinlerinin arka planında başörtüsü düşmanlığı, linç kültürü, şiddet, millet ve devlet düşmanlığı olanların yeniden vahşi bir şehvetle gündeme getirdiği beyhude bir çabadır. Yine hiçbir yere varamayacaklar. Sadece dört kadın yazarımızı linç etmeye kalkanlara, onların yalnız olmadığını, sonuna kadar aynı safta yer aldığımızı, süngerleşmiş zihinlerine girsin diye bu yazıları kaleme alıyoruz.

Dili KABA, nezaketsiz, nobran ve yürekleri, vicdanları TAŞa dönüşmüş bu azınlığa en iyi cevabı millet 7 Haziran’da sandıkta verecek.

#DilinizKABAvicdanınızTAŞ

Yeni Şafak gazetesi yazarı Yasin Aktay


Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında Enver Aysever’in Halime Kökçe’ye parmağını sallayarak ve slogan havasında ve militan hırçınlığında “yargılanacaksınız” diye bağırışını yakaladım. Öncesini seyretmemiş olduğum için mevzuya fazla muttali olmadığım halde bağıran ile o sözlere muhatap olan arasındaki üslup dengesizliğinde bir hanıma kabaca bir saldırıya şahit olmanın açık rahatsızlığını hemen hissettim.

Biraz izleyince mevzunun artık meşhur Kabataş hadisesiyle ilgili olduğunu anladım. Neyle suçlanıyordu Halime Kökçe? Bir tacize maruz kaldığını iddia eden ve bu tacizden dolayı doktor raporu olan bir hanımın video görüntülerini ortaya koyamamış olduğu halde bunu haberleştirmesi ve o kadına haberleriyle, konuşmalarıyla sahip çıkması.

Gezici taifeye göre bu yargılanılması gereken bir şeydi. Giderek bunun bir başka saldırgan kampanyaya dönüşmüş olduğunu görüyoruz. Kampanyanın asıl hedefinde tabii ki o haberi ilk yapan Elif Çakır var.

Ama kampanya bu, tıpkı Gezi hadisesindeki kontrolden çıkmış kalabalıklar gibi ilerliyor. Ağzına ilk ismi alanı durdurana aşk olsun. Elif Çakır’dan başlıyorlar, Halime Kökçe’ye, Nihal Bengisu’ya, Balçiçek Pamir ve arada bir erkek yazar olarak İsmet Berkan’a kadar herkese karşı tam bir söylem vandalizminin en vahşi örneklerini sergiliyorlar.

Bilhassa Elif Çakır’a sosyal medya üzerinden yönelen bu linçin diline, söylemine ve vahşiliğine bakarak Kabataş hadisesi hakkında anlatılan hiç bir şeyin muhal olamayacağına buradan şahitlik edebilirsiniz. Sosyal medya üzerinden bu terbiyesizliği bu KABAlığı yapabilenleri böyle bir iş yapmaktan alıkoyacak TAŞ kesilmemiş hiç bir vicdan kırıntısı kalmamış.

Bunlar kabalık da eder, taş da atar, çamur da atar, tecavüz de eder, fırsatını bulsa katliam da yapar. Yaptılar da. Yalanın binini bir paraya çevirip sattılar. Propagandanın en ucuzunu en pahalıya yedirdiler bu millete. Varoluş tarzları linç, yalan, iftira.

Bütün bir Gezi hadisesinde yaşananların hakemliğini getirip Kabataş’a dayıyorlar ya. Kabataş’ta ortaya delil konulamıyorsa hiç bir şey olmamıştır, bütün Gezi Vandallarının yediği haltlar aklanmış olacak sanki. Kabataş’a kadar gelmenize gerek yok ki. Gezi Kabataş’tan ibaret değildi ki. O gün Türkiye’nin her tarafında kışkırtıp sokaklara saldığınız Vandalların yaptıkları herşeye nasıl kefil olabilirsiniz. Bir yere gitmeyin, sadece Taksim’de duvarlara yazılan ve iyi haltmış gibi, “ayol, ne güzel espriler yapıyor şu x, y, z kuşakları” diyerek marifetlerinde boncuk bulduğunu düşündüğünüz o Vandalların duvarlara, kartonlara yazdıkları yazılara bakın elli tane KABATAŞ bulursunuz. O günlerde sokağa çıkan bütün başörtülüler kendilerini büyük bir tehdit altında gördüler. Binlerce fiili veya sözlü taciz, saldırı yaşandı o günlerde. Doğrudan anlatanlardan duyduklarımızın haddi hesabı yoktu.

Gezi'de yüzyıldır beklenen devrimin sinyallerini görüyor olmanın sarhoşluğu içinde o solcular hiç özeleştiriye yanaşırlar mı? Tamamen finans kapitalizmin ağaları tarafından desteklenmiş, tahrik edilmiş ve dünyaya o şekilde pazarlanmış bir hareketlilikten proleteryanın devrimci seslerini işitmenin kendisi Türkiye solu için başlıbaşına bir utanç kaynağı olarak yeter de artar bile. Hele bir de sözümona kadın haklarını dilinden düşürmeyenlerin “tacize uğradığını söyleyen bir kadın”ın sözüne en insanı tepkiyle kulak verilmiş olmasından başka bir anlamı olmayan bu hadise karşısında ısrarla “hani görüntüler?” temposuna katılmasına ne demeli?

Hani karar kılmıştık? Hani tacize uğradığını söyleyen kadının ifadesi yeterli olacaktı? Ondan başka bir delil istenmeyecekti? Kadının maruz kaldığı şiddete karşı en anlamlı tedbir olarak bunda mutabık kalınmamış mıydı? Ne çabuk helvadan puta dönüştürüp yiyorsunuz ilkelerinizi?

Hadi “bundan sonra tacize uğradığını söyleyen bütün kadınlar Kabataş hadisesinden alınan dersle görüntüyü göstersin, delil getirsin” deyin bakalım! Deyin de aleme nasıl rezil rüsva olduğunuzu siz de görün.

Gezi’nin arkaplanında, sol çevrelerin hiç kabul etmeye yanaşmadıkları aktörler arasında finans kapitalizmin ağababaları vardı ama bir de Pensilvanya grubu vardı. Onların fısıldadıkları gündemler ve argümanlardan başka bir şey yoktu elde. Uluslararası PR’ını onlar yaptı en önde. Dini kendi mensuplarına bir afyon gibi yedirmiş olan Pensilvanyacılar, dünyanın gözünü de aynı afyonla boyamakta pek mahir olduklarını kaç zamandır gösteriyorlar.

Ah, yüzyılın sonunda tekrar devrim ihtimalini tünelin ucunda görünen ve üzerine hızla gelen ışık gibi gören yoldaş! Gel Gezi’nin özeleştirisini de, çözümlemesini de soğukkanlı bir biçimde, gerçekten de Marksist ilkeler ışığında yap. Orada kimdi proleter olan, kimdi ideolojik sermayenin sahibi, kimdi iktidar olan kimdi asıl garip gurebanın sesi. Belli ki Marx’ı da ya hiç okumamışsın veya okuduklarını unutmuşsun.

Kabataş olayı dolayısıyla linçe maruz kalan Elif Çakır da, Halime Kökçe de, Nihal Bengisu da, Balçiçek Pamir de yapmaları gerekeni yaptılar.

Bugün maruz kaldıkları söylemsel şiddet, Kabataş hadisesinde yaşandığı söylenenlere inanmamızı daha çok kolaylaştırıyor.

Star gazetesi yazarı Halime Kökçe

Dünyanın en barışçıl eylemi diyorlar “Gezi kalkışması”na. Az daha ‘devrim’ yapacaklardı o “barışçıl eylemle” ama Kabataş’ta bir genç kadına yapılan taciz haberi devrimin ellerinde patlamasına sebep oldu!

Herhalde bu yüzden, yani ‘devrimlerinin’ akim kalmasına sebep olduğu için devrimin çocukları bugün hala yapamadıkları devrimi küfür seanslarıyla anıyorlar. Sosyal medyada küfür ayinleri yapıyorlar. Bunların okumuş yazmış, profesör, gazeteci-yazar, tv yorumcusu olmuşları ise yapamadıkları devrimin acısını çıkartıyorlar; tv ekranlarından ve köşelerinden tehdit ve hakaret yağdırarak.

“Yargılanacaksınız, yalancısınız!” Bu iki kelime ile katarsise ulaşıyorlar. Hakaret ve tehditleriyle kendi kendilerini cuşa getirip çapulcu taifesini komuta ediyorlar.

Onlar tv ekranlarından hakaret ve tehdit ettikçe sosyal medya çapulcuları hep bir ağızdan jenerik küfürlerine başlıyorlar. Küfrün her halini sergiliyorlar, Gezi kalkışmasında duvarlara, yaktıkları otobüslere, kurdukları barikatlara döşedikleri küfürlerin benzerleriyle selamlıyorlar birbirlerini. Parolaları olmuş küfür, tıynetleri olmuş.

Küfür sözlü şiddetin en ileri ve en iğrenç halidir. Ağzı küfür ve hakaretle açılan, organize küfür korosu olarak hareket eden çapulcu taifesinin Gezi’deki performansı hala akıllarda. Yapamadıkları devrimden arta kalan birkaç komünal yaşam denemesi görüntüsü, Taksim’i kuşattıklarını zannettikleri döneme denk gelen bir kandilleşme tiyatrosu ve duran adam enstalasyonundan başkaca “barışçıl” etiketi ile anılabilecek belki birkaç kare polisin baskınından önce çekilmiştir...

AHaber sinema eleştirmeni Abdulhamit Güler


O gün, diğer günlerden farklı başlamamıştı. Yine bahar, yine Mayıs, yine İstanbul sokaklarıydı hayat… Sonra şehre kesif bir koku sindiğini hissetti. Beklemiş et ve hatta ceset kokusu gibiydi. Hâlbuki bu şehir uzun senelerdir kötü kokmuyordu. İşçiler eylemdeydi de haftalardır çöpler mi toplanmamıştı? Hayır, etraf gayet temizdi. Peki, koku neydi?

Aşırı akıllı telefonunu çıkardı, sosyal medyayı açtı. 'Taymlayn'ında akanları görünce gözlerine inanamadı. Sorgusundan sual olunmayacak 140 karakterli kutsal metinlerde iç savaş naraları atılıyordu. İnsanlar ölmüş, polis ve asker sokaklarda dehşet saçmış, kan gövdeyi götürüyordu.

Yorumsuz paylaşılan fotoğraflardaki şiddetli yorumlardan kan beynine sıçrıyordu. Çocuklar öldürülmüş, kadınların üzerinden TOMA'lar geçmiş, polis zehirli sıvı ve gaz kullanmış, hedef göstermeden sokağa çıkan herkese zarar veriliyordu.

Halk galeyana gelmiş sokaktaydı. Milyonlarca kişi yürüyordu. 48 saat daha eylem devam ederse hükümet düşecekti.

Sonra Mehmet Ali Alabora'nın tıvitini gördü, insanlara zulmediliyordu. Televizyonlardan, dizilerden tanıyordu bu oyuncuyu. Paylaştığı fotoğraflar, RT ettiği tıvitler feciydi. O paylaştığına göre gerçekti de… Hem sadece o da değil, Levent Üzümcü'nün yazdıklarına ne demeli? Gonca Vuslateri, Can Bonomo, Ayşenur Yazıcı, Fatih Portakal gibi isimler de bir sürü paylaşım yaptı, yorumda bulundu. Oyuncu, yönetmen, senaristlerin çoğu da sokaktaymış. Bunca sanatçı yaşan söylüyor olamazdı.

Yoksa!

Olabilir miydi?

Hüsnü zan etmek istiyordu. Yalan değil de abartı olabilirdi. Zira sonra baktı ki sosyal medyadaki iddiaların tamamı yalandı. Kimsenin üzerinden TOMA geçmemiş, polis biber gazından başka bir şey sıkmamış, plastik mermi dışında kullanılan mühimmat yoktu.

Peki, neydi bu senaryo?

Kim yazıyordu?

Milyonların gözünü diktiği bunca insan nasıl olur da böylesine düşüncesizce paylaşım ve yorumlarda bulunabiliyordu? Planlı bir şeylerin aktörü oldukları düşüncesine varamıyordu bile. En iyi niyetiyle düşünüyor, kendini bilmez 'ünlü'lerin pervasızlığı olarak yorumluyordu.

Fekat bu kışkırtmalar ile büyüyen olaylarda yaralananlar oldu, çeşitli kazalar ve saldırılarda ölenler oldu. Bunun hesabını kim verecekti?

Günler sonra bir başka haber daha duydu. Kabataş'ta başörtülü bir kadına saldırı olmuş, genç kadın yaralanmıştı. Tacize de uğramıştı.

Delili var mıydı? Neyin delili isteniyordu? Tacize uğradığı için insan içine çıkamayan, günlerce ağlayan, yüzünü hep gizleyen bir kadından neyin delili isteniyordu? Bugüne kadar tacize uğrayan kaç kadından delil istenmişti? Bu tavrın, kocasından şiddet gören birine mahkemede hâkimin, "aile arasında olur böyle şeyler" gibi fütursuz yaklaşımından ne farkı var.

Birileri görüntü olduğundan bahsetmiş de görüntü bir türlü ortaya çıkmamış.

Ee, ne olmuş! Tacize uğrayan kadın mı iddia etti görüntü olduğunu? Birileri görüntü var demeseydi, neye dayanarak yalanlayacaktınız? Neden mağdurenin beyanı çöpe atılıyor? Kim, kendinde bu hakkı nasıl buluyor?

İtiraf mı bekliyordunuz? Kimden? Günlerce sokakları yakıp yıkan ve o genç kadına o muameleyi reva görecek kişilerden mi? Ya da nasıl bir delil vicdanınızı harekete geçirirdi?

Mesela 2003'te Mardin'de şehrin önde gelen isimleri tarafından tecavüze uğrayan N.Ç.'den kim, nasıl bir delil istendi? İfadesi doğrultusunda soruşturma yürütülüp, sonuca ulaşılmadı mı?

Sussa mıydı o kadın. Birçoklarının cesaret edemediği, korktuğu için mağduriyetini içine attığı gibi kimseye bir şey söylememeli miydi? Bu muydu sizin kadın hassasiyetiniz? Böylesi hassas bir meselede, tacize uğramış şahıstan delil istemek kadar seviyesiz bir yaklaşım olabilir mi? Delili bulacak olan merciler başkadır.

Bir de bu meseleyi haber yapanlara yönelik linç girişimi var…

-"Görüntüyü izledim" diyen birkaç kişi dışında- Bu konuyu haberleştirenlere yönelik tavır da ayrı bir vicdansızlık. Bir beyandan yola çıkarak, iddiaları ortaya koymuş, röportajını yapmış ve haberini neşretmiş. Aksi bir bulguya rastlamadıkça daha ne bekliyorsunuz? İddia eden kişi haberin sahibi değil ki? İddia sahibine inanmak da kabahat değil. Deliller aksini göstermedikçe, doktor raporu ve beyan esas olmalı. Bundan öte ne arasınız ki?

Daha geçtiğimiz günlerden Özgecan Arslan da tecavüze uğrayıp katledilmedi mi? Mesela; Özgecan öldürülmeseydi, ondan da delil isteyecek miydiniz? İnanmazdınız değil mi?

Ya da seneler önce İstanbul'da bir adada tecavüze uğrayan oyuncu (ismini yine de vermeyeyim), feryat ettiğinde, başlarda ismini vermek istemediğinde ondan da delil istediniz mi? Ve şimdi 'Kabataş Yalanı' hezeyanını dillendirenlerin çoğu o kadını deşifre edecek derecede pornografik haberler yapmadı mı?

Kime, ne anlatıyorsunuz? 'Cemaziyel evvel' der eskiler, ışık vermiyor ki vicdanlı tavır bekleyelim…

Kabataş'ta yaşananlara bir türlü inanamadığınız için (inanmak istememek gayet insani ama edepsizce reddetmek başka), o kadına inanan başörtülü yazarlara demediğinizi bırakmadınız. Bu mu sizin insanlığınız?

Ve bir sinemacı olarak içimi en çok acıtan mesele de şu ki; toplumun sözüne en çok itibar ettiği kitlelerden biri olan 'sanatçılar' (ki, birçoğunun sanatçılığı tartışılır), Gezi'den beri her türlü provokasyonun ön safında yer aldı. Sanatçı duyarlılığı olan bazıları galeyana geldiğini anladı geri adım attı, kimileri daha baştan meseleyi çözdüğü için hiç kışkırtmaya gelmedi ve kimseyi de kışkırtmadı ama çoğunluk, sınıfsal bir hareketlilik (kendileri öyle tabir ediyor, esasında sürü psikolojisi de diyebiliriz), ötekileştirici bir dil ve bir adım sonrasını göremeyecek ferasetsizlikle yol aldı.

Şimdi başa dönüp, sonuçlandıralım…

O gün, diğer günlerden farklı başlamamıştı. Yine bahar, yine Mayıs, yine İstanbul sokaklarıydı hayat… Sonra şehre kesif bir koku sindiğini hissetti. Kalbin yanığı gibi bir şeydi. Ölümdü, zulümdü; ruhun ölümü, kelimenin dönümüydü… Sahipsiz paragraflardaki başıboş ifadelerin 140'ının yan yana gelişinin dünyayı kararttığına müşahitti… Sene geçmişti… Seneler geçse de değişecek bir şey yoktu…

Yine bahardı, insan ardı…

Dillerindeki kabalığa alışkındı da vicdanlardaki taşın bu denli sert olduğuna yeni kâni oluyordu…

#DilinizKABAvicdanınızTAŞ

Yeni Akit gazetesi yazarı Ersoy Dede

Gezi kalkışmasının tesirini en sert biçimde gösterdiği günlerdi. İstanbul sokak ve caddeleri işgal altındaydı. Kentin en önemli merkezi olan Taksim Meydanı’na giremediğimiz günler.. Bir genç kadın çıktı ve hakarete uğradığını söyledi.. ‘Neden’ ya da ‘nasıl’ sorusunu sormak böyle durumlarda öylesine zordur ki.. Benim aklıma hep kendi ailem gelir.. ‘Onların başına bir hâl gelmiş olsa ne yapardım’ diye düşünürüm.. Düşünsenize bir akşam evde oturuyorsunuz ve kapı açılıyor içeriye eşiniz giriyor.. 20 yıllık hayat arkadaşınız.. çocuklarınızın annesi.. Evinizin hayat damarı.. Dönüyor size ve diyor ki; “bugün bir kalabalığın ortasında kaldım ve hakarete uğradım”.. Merak ediyorum, vereceğiniz ilk tepki nedir?.. “Evet sevgili karıcım. Geç otur bakalım şöyle.. Demek hakarete uğradın.. Kaç sularıydı?.. Orada senden başka kim vardı?.. Bana doğru söyleyip söylemediğini nereden bileceğiz?.. Kamera kayıtlarını istetelim bir de oradan bakalım sahiden uğramış mısın hakarete?..” Eğer eşiniz için bunu yapacaksanız, hiç durmayın Gezi Kalkışması’nın en belirgin fiziksel travmalarından biri olan ‘Kabataş Rezaleti’ için de aynı yorumu yapın.. Kabataş Mızıkacıları sizi.. Kızınız için, anneniz için böyle bir durum yaşandığında ne tepki verecekseniz, (aynını değil) yüzde birini verin ki, insanlığınız çıksın ortaya..

Bilinen bir öyküdür.. Benim cehaletim, yazarını bilmiyorum.. (bilen varsa yollarsa, hakkını teslim etmek adına burada analım).. Dünya golf şampiyonu genç adam, ödül çekini aldıktan sonra yanına bir kadın yaklaşır.. Adamı kazandığı şampiyonadan ötürü kutlar sonra da çocuğunun ölümcül bir hastalığa yakalandığını söyler.. Ciddi miktarda paraya ihtiyaç vardır. Bu para bulunmazsa çocuk ölecektir.. Şampiyon, yeni kazandığı ödül çekinin arkasını imzalar, kadına verir ve “çocuğun için dua edeceğim” diyerek yoluna devam eder.. Uzaktan muhabbeti izleyen bir arkadaşı koşarak şampiyonun yanına gider. O sırada çeki alan kadın çoktan uzaklaşmıştır. Arkadaşı; “sakın ödül olarak aldığım çeki o kadına verdim deme.. Çünkü o bir dolandırıcı. Hep bir hasta çocuktan söz edip, insanların paralarını alıyor” der.. Az evvel kadının anlattıkları karşısında dünyası kararan golf şampiyonunun yüzüne renk gelir.. Heyecanla kendisine bu bilgiye veren adama döner ve “Demek ölmek üzere olan bir bebek yok, bu hayatımda aldığım en iyi haber” der.. Kabataş Rezaleti yaşandığı günden bu yana benim ettiğim dua ise işte bu golf şampiyonunun duasıdır..

İnşallah tüm bu yaşananlar koskoca bir yalan olsun.. İnşallah İstanbul’un orta yerinde, güpegündüz, minicik bebeğiyle bir genç kadın aşağılanmış, yere yuvarlanmış, pis sularda sürüklenmiş olmasın.. Daha ne isterim ki ben.. Oysa Kabataş Rezaleti üzerinden, sadece vicdanlara seslenen insanları öylesine acımasız bir dille tenkit ediyor ki bir çevre. Onlar için bir genç kadının başına bu hâlin gelmiş olması ancak ve ancak tezleri çürüyeceğinden dolayı kötü.. Yoksa haziran ayından başlamak üzere en az iki ay boyunca sadece Akit Gazetesi’nde yazıyorum diye benim ve ailemin maruz kaldığı hakaret bile bütün bir Gezi Kalkışması tayfasının nefretini anlatmaya kâfidir.. ‘Zulüm 1453’te Başladı’ kafasının, Kabataş’ta sadece başörtülü olduğu için bir kadına bu muameleyi reva görmesi kimseyi şaşırtmadığı için hâlâ konuşuyoruz bunu, öyle değil mi?.. Kalın sağlıcakla

#dilinizKABAvicdanınızTAŞ

Sabah gazetesi yazarı Mahmut Övür


Bırakın tek parti, tek şef dönemini, geriye dönüp bakın, Türkiye'nin çok partili sisteme geçişinden bu yana, eski Türkiye'yi biçimlendiren egemen ideoloji toplumun önemli kesimlerini hep yok saydı, aşağıladı...

Dindarı, Kürdü, Alevi'si, azınlıkları hatta sol ve liberal düşünce sahipleri bile ötekileştirilip dışlandı. Sadece onlar da değil, bu farklı kesimlerin biraz olsun nefes almasını sağlayan Menderes'ten Özal'a, Erbakan'dan Erdoğan'a, başbakan veya cumhurbaşkanı olanlar bile o egemen ideolojinin saldırısından, aşağılamasından kurtulamadı. Hatta Demirel bile...

Her sıkıştığı dönemde askeri darbelerle etkinliğini sürdüren bu egemen ideoloji, son 12 yıllık AK Parti iktidarı döneminde askerlerden beklediklerini bulamayınca toplumsal ayaklanmalardan veya medya üzerinden yürütülen algı operasyonlarından medet ummaya başladı.

Akla hayale gelmeyen yalan ve iftiralarla siyaseti dizayn etmeye katlılar. "Denize düşen yılana sarılır" misali her fırsatı kullandılar. Askeri kışkırttılar, "Genç subaylar rahatsız" diye selam çaktılar, "Karanlığın farkında mısınız?" dediler, 367'yi uydurdular... Önce İranlaşıyoruz, Malezyalaşıyoruz diye, sonra da eksen kayıyor diye yaygara kopardılar. Şimdi de otoriterleşiyoruz diye toplumu korkutmaya çalışıyorlar.

Yenilenmedikçe ve yenildikçe o kesimin öfkesi daha da arttı. Bu da onları "saldırgan"laştırdı. İşte çevremizi kuşatan "Üst akıl" bu fırsatı kaçırmadı ve eski Türkiye'nin yeni sürümünü piyasaya çıkardı: Toplumsal ayaklanma.

Mayıs 2013'te İstanbul Taksim'de yaşanan Gezi olayları bu yeni sürümün ürünüydü. Gezi'de kaybedenlerin kitlesel cinnete dönüşen halini gördük. O meydandaki "Çağdaş ve aydınlanmacı" görüntüyü kazıdığınızda altından inanılmaz bir nefret ve öfke çıkıyordu.

Şu sıralarda o meydanda üretilen, ötekileştirici saldırganlığın sadece bir örneği olan Kabataş'taki taciz olayıyla ilgili tuhaf bir algı operasyonu yürütülüyor. Hedefe de başta Gazeteci Elif Çakır olmak üzere o olayı yazan yazarlar kondu. Denilen şu: "Kabataş'ta böyle bir olay yaşanmadı çünkü ortada görüntü yok."

Biraz insaf diyeceğim ama insaf olmadığını biliyorum. O meydandan Türkiye'ye yayılan nefret dilinden, taşlaşmış vicdanlardan insaf çıkmaz. Çıksaydı en azından bir kadının taciz gibi aşağılayıcı bir saldırıyı anlatması karşısında susarlardı. Ama ne yazık ki onlar hâlâ "kanıt var mı?" diye öfke kusuyorlar. Mobese kameralarının neden kapatıldığı veya görüntüleri kimin kesip biçtiği de sorgulanmıyor.

Ayrıca o olayın görüntüsünün olup olmaması da mesele değil. Gezi olayları sırasında sokaklarda, mahallelerde nasıl bir ötekileştirme, aşağılama ve tehdit savrulduğunu hepimiz yaşadık. Başörtülü insanlar da, Gezi'ye katılanlardan biraz farklı düşünen insanlar da her türlü hakarete uğradı.

Her şey bir yana, CHP'li arkadaşlarımla o meydanı dolaşırken yaşadığım pervasızlığı, terbiyesizliği ben biliyorum. Gezi'de yaşanan vandalizmi, aşağılamayı, ötekileştirmeyi Kabataş olayı üzerinden temizlemek mümkün değil. Boşuna kendinizi yormayın. Siz de biz de farkındayız, Gezi'de tıpkı 1960 veya 28 Şubat postmodern darbesinin zeminini hatırlatan kirli bir hava vardı.

Siz bu havayı seviyor olabilirsiniz ama Türkiye toplumu ezici çoğunluğuyla o zehirli havayı bir daha solumak istemiyor. Bu da sizi çıldırtıyor. Bu yüzden diliniz KABA, vicdanınız TAŞ'laşmış durumda.

#DilinizKABAvicdanınızTAŞ

Yeni Şafak gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi


“Kadının Adı yok” Duygu Asena’nın romanıydı.

Ülkede henüz 12 Eylül’ün izleri silinmediği bir dönemde yazmıştı.

Başörtüsü zulmünün devam ettiği yıllarda sadece kadının adı olmadığını öğrendim. Başörtülüyse “Kadının hakkı da yok”tu.

Hitler’in, ”Gaz odaları”ndan mülhem, “İkna Odaları” icat edildiğinde, kızlarımızın okullarından atıldığında, Meclise sokulmadıklarında bu gerçek bir kamçı gibi yüzümüzde patladı durdu.

Beyaz efendilerin, silah kölelerinin sırtında şaklattığı kamçı bu kez, ”Kabataş Gelini” oldu, ekranlardan, gazete köşelerinden Elif Çakır’ın, benim sırtımızda şaklatılmak isteniyor.

“Kabataş Gelini” diyorlar.

Onun bir adı var.

Zehra Develioğlu...

İstanbul’da ünlü bir ailenin gelini, dahası bir bebeğin annesi, bir kocanın eşi ve bu toplumun saygın bir bireyi...

Kabataş Gelini demelerinin bir nedeni var.

Türlü efsanelere sarıp pazarlamaya çalıştıkları Gezi eylemleri sırasında şehir eşkıyalarının tacizine uğramış bir kadın o.

Başına gelenleri sineye çekip, köşesinde oturmak yerine yargıya başvurmuş.

Adli tıbba gitmiş, rapor almış.

Bunları da mahkemeye sunmuş.

Başka kadınların başına gelmemesi için yaşadıklarını hemcinsi olan gazetecilerle paylaşmış.

Ama şunu bilememiş.

Beyaz efendilerimizin kitabında, başörtülülerin hak arama gibi bir haklarının olmadığını bilmeyerek cahilce bir davranış içine girmiş.

Zehra Develioğlu nasıl büyük bir suç işlemiş, nasıl büyük bir hadsizlikte bulunmuş bilemezsiniz.

14 Haziran 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyet vatandaşlığının kendisine tanıdığını düşündüğü hak çerçevesinde yine vatandaşı olduğuna inandığı Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerine başvurarak şikayetçi olmuş.

5 Haziran 2013 tarihinde Adli Tıp Kurumu’ndan aldığı resmi raporu da suç duyurusuna ek olarak sunmuş.

Vay sen misin bunu yapan...

Sanki Zehra Develioğlu cinayet işlemiş.

Zehra Develioğlu’nun başına gelenlere duyarsız kalmayan gazeteciler ise suçun büyüğünü işlemiş.

Yayınlanan bir MOBESE görüntüleri üzerinden Kabataş gelini ikinci bir tacize, ikinci bir linçe uğradı.

Beyler her sabah yeni bir kadın cinayetiyle uyanmıyor muyuz bu ülkede.

Onun savunan gazetecilerin maruz kaldığı taciz ve linç ise devam ediyor.

Onlardan biri Elif Çakır.

Biri de benim.

Bizim suçumuz neymiş?

Bir kadına yönelik tacize dikkat çekmek.

Bir annenin maruz kaldığı saldırıya tepki göstermek.

Liberal düşünce adamı Atilla Yayla, o tarihte bir değil birçok Kabataş olayının yaşandığını yazdı.

Gezi olayları sırasında Hürriyet Gazetesi’nden Ayşe Arman, Yeşil Sönmez isimli başörtülü kadının 9 yaşındaki kızı Zeynep’le birlikte göstericiler tarafından etraflarının nasıl sarılıp, tavalarla kafasına vurulduğunu anlattığı bir söyleşiyi yayınladı.

Yine ben aynı tarihlerde Yeni Şafak’ta diplomasi muhabirimiz Aynur Ekiz’in Kızılay’da maruz kaldığı küfürleri ve linç psikolojisiyle hareket eden kalabalıklar ortasındaki çaresizliğini aktardım.

Bu insanlar hayatta.

MOBESE görüntüleri yayınlandıktan sonra Zehra Develioğlu, Anadolu Ajansının kameralarına yaşadıklarını tekrar anlattı, görüntüleri yorumladı.

Ama bilmemişiz.

Savcılığa suç duyurusunda bulunulması, Adli Tıp raporunun olması, kendi beyanı haber yapmak için yeterli değilmiş.

Eğer Başörtülüyse bu insan beyaz efendilerimizin ikna olması için DNA testi yaptırması, MOBESE görüntüleri bulup, çamaşırlarını da kanıt olarak önlerine koymalıymış?

Tacize uğrayan her kadından MOBESE kayıtları mı isteyeceksiniz?

Tacize uğrayanın suçlanıp, tacizcilerin aklanmaya çalışıldığı bir kafa yapısı.

Sanki bu ülkede tacize uğrayan her kadın, bunu ispatlayabilecek MOBESE kayıtlarına sahip oluyor gibi.

Bir tecavüz sanığı çıksa mahkemeden MOBESE kaydı yok, ben bu suçu işlemedim dese ne diyeceksiniz?

Tacize uğrayan bir kadına sahip çıkan gazetecilerin linç edilip, haklarında suç duyurularının yapıldığı bir durumla karşı karşıyayız.

CHP’li Oğuz Oyan, Elif Çakır ve benim hakkımda suç duyurusunda bulunmuş.

Tacize uğramış başörtülü kadını savunduğum için hakkımda yaptığınız suç duyurusu benim için onurdur.

Bu affedilmez büyük suçumdan dolayı ceza alırsam hapis yatmak benim için şeref vesilesidir.

Tacize maruz kalmış bir anneyi savunduğumuz için hakkımızda suç duyurusunda bulunmak ise sizin için utanç vesilesi olacaktır.

Sadece bir MOBESE görüntüsü üzerinden bir tacizi, bir annenin bebeğiyle birlikte yaşadığı travmayı yok sayamazsınız. Bir görüntü üzerinden bir olayı çürütemezsiniz.

TCK’da ya CMK’nın hangi maddesinde suçun oluşması için MOBESE görüntüleri ispat etmeniz gerekiyor diye bir hüküm mü var. Yasada olmayan bir hükmü siz mi icat ettiniz?

Ekranlarda, “Yargılanacaksınız” diye başörtülü gazeteciler Elif Çakır’a, Halime Kökçe’ye parmak sallayanlar.

Günde binlerce kadınımızın, kızımızın tacize uğradığı bu ülkede, her gün bir kadının vahşice katledildiği bir dönemde insanlık dışı davranışlar ortaya koydunuz.

Tacize uğrayan kadınlara dahi başörtülü diye ayrımcılık yapıyorsunuz.

Başörtülü kadın tacize uğrarsa bunu MOBESE kayıtları ile size ispat etmek zorunda mı?

Böyle bir zihniyet olur mu?

Şunu bilin ki bu tutumunuzla Kabataş gelinine ikinci tacizde de siz bulundunuz.

Bu tarihten itibaren sizi “ekran tacizcileri” olarak ilan ediyorum.

Asıl taciz, sizin kafalarınızın içinde.

Asıl taciz, sizin tacize uğrayan kadınları başı örtülü başı açık diye ayıran zihniyetinizde.

Şunu bilin ki, Cumhurbaşkanı da sahip çıkmasa, siyasi irade dahi arkamızda durmasa.

Başörtülü ya da başı açık demeden kadınlarımızı savunmaya devam edeceğiz.

Zehra Develioğlu’nu savunmak benim için bir onurdur.

Hepinize meydan okuyorum. Elinizden geleni arkanıza koyarsanız namertsiniz.

Star gazetesi yazarı Ardan Zentürk

Buradan devam etmekte yarar var, çünkü işin kronolojisi önemli...

1- Kabataş’ta yaşandığı iddia edilen vaka, önce, sosyal medyada dillendirildi, devamında Erdoğan tarafından AK Parti Grubu’nda açıklandı. Bu açıklamayla birlikte gazeteciliğin doğal refleksi devreye girer. Olayı yaşayan kim, nerede, nasıl olmuş, ne zaman, neden... Hatırladığım kadarıyla Abdülkadir Selvi ile Elif Çakır bu refleksi gösterdiler, İsmet Berkan da sosyal medyada olayla ilgili görüntüleri gördüğünü söyledi.

2- Doğal süreç devam etti, Elif Çakır ile Balçiçek İlter, “tacize uğradığını” söyleyen bir genç kadına ulaştılar, söyleşi yaptılar olayı da onun söyledikleriyle kamuoyuna aktardılar.

3- Eğer ortada bir “yalan” varsa, bu, doğrudan haber kaynağını bağlayan bir durumdur. Gazeteci yalnız, haber kaynağının söylediklerini çarpıtmadan aktarmakla yükümlüdür. Haber kaynağının söylediklerinden sorumlu değildir. Çarpıtır, belli bir hedef doğrultusunda yönlendirirse etik bariyerlerini aşmış olur. Buna yakın zamandaki örnek Ahmet Hakan’ın Yavuz Bingöl ile yaptığı söyleşi veBingöl’ün yanlış aktarılmış (özetlenmiş deniyor) bir cümlesi nedeniyle linç edilmesidir.

4- Haber kaynağının söylediklerini çarpıtmadan aktaran bir gazetecinin “müsait bir zamanda yargılanacağı” yönündeki sözler, despotik, basın özgürlüğüne aykırı kelimelerdir. Bunu, rahmetli Mehmet Ali Birand, Öcalan ile yaptığı söyleşi nedeniyle DGM’de yargılanmaya kalkıldığında sesini yükseltmiş, Ahmet Altan yazdığı bir kitap nedeniyle aynı mahkemenin önüne çıkarıldığında gazetesinin manşetine “Ortaçağ’da mıyız” başlığını yerleştirmiş bir dostunuz olarak ifade ediyorum.

5- Günümüzde yaşanılan tartışma, yanlış zemindedir... Haber kaynağının iddialarının yalan olduğunu söyleyenler ile doğru kabul edenler tekrar aynı haber kaynağına dönmemektedirler. Bu durum, günümüzdeki tartışmayı da zeminsiz bırakmaktadır. Oysa, gazetecilik açısından asıl haber hala orada durmaktadır. Eğer haber kaynağı hanımefendi bu konuda artık konuşmak istemediğini söylerse, yapılabilecek bir iş yoktur.

6- Gazetecilik açısından tacize uğradığını söyleyen bir kadına “belgen nerede” diye sormak ilkelliktir. Konunun, gazetecilik açısından tartışması kapanmıştır, ama, siyasi tartışması tabii ki sürdürülebilir.

7- Eğer, gazeteciler, katıldıkları TV programlarında birbirlerine bu yaptığından dolayı bir gün yargılanacaksın demeye başlarlarsa, biz, meslek grubu olarak savcıları durduramayız, özgürlüğümüzü hukukun içindeki siyasi dengelere kendi elimizle teslim etmiş oluruz.

Ben, ne, Nedim Şener ve Ahmet Şık, veya ne de Mehmet Baransu tutuklandı diye zil takıp oynarım. Gazeteciliğin “siyasetin yön veren lobilerinin” esiri olmasından da rahatsız olurum.

Gazetecilik kırılgan bir meslektir, son dönemde gördüğüm, kantarın topuzunun kaçtığıdır, üzgünüm..

Star gazetesi yazarı Saadet Oruç

Gazeteci linç ediliyor. Çünkü beyanları savcılığa yansımış bir kadına kulak verdi. Çünkü söylediklerini not aldı ve gazetesinde yayınladı.

İtirazınız olabilir. İtirazınızın muhatabı o iddiayı dile getiren kadındır. Kanıtları ona sorarsınız. Duyduğu olayı yazan gazeteciyi hedef tahtasına oturtup, sosyal medyada dünya gündeminde bir linç kampanyası yürütmek başka bir anlam taşır. Derdiniz doğrular ya da yanlışlar değil, çektiğiniz kılıçları bilemektir. O gazeteciyi linç ederek, itirazınız hedefine ulaşır mı bu da ayrı bir tartışma konusudur.

Bu açıdan kaynağından dinledikleri bir iddiayı yazdıkları için meslektaşlarım Elif Çakır ve Halime Kökçe’nin kamuoyu önünde sosyal lince maruz kalmalarına itiraz ediyorum. Bir meslektaşım arayıp da, “Diliniz kaba, vicdanınız taş” başlığıyla bir itirazın dile getirileceğini söylediği zaman ilk düşündüğüm şey, mesleki bir dayanışma refleksiyle yazdığı haber nedeniyle linç edilen gazetecilere destek vermenin gerekliliği oldu.

Gezi olayları sırasında yurt dışında yaşıyordum. Uzaktan hasret ve özlemle izlediğim memleketimde ne yaraların açıldığını, çatışma alanlarının ne kadar derinleştiğini üzülerek takip ettim. Kulaklar duymaz hale gelmişti diğerinin sesini. Halen de duymuyor.

Şimdi bu konuyu yeniden ısıtarak habercileri hedef tahtasına oturtmak da yeniden toplumsal çatışma alanlarını körüklemek amacını taşıyor.

Aman dikkat diyorum.

Gezi olayları nedeniyle canı yanan toplumun bütün kesimlerinin yaralarının kabuk bağlamasına müsaade edelim, yaraları kaşımak yerine. Yaralar açık duruyor.

#Diliniz KABAvicdaninizTAS

Star gazetesi yazarı Murat Çiçek


Yalan söylüyor”

“Kocasını da kayınpederini de kandırmış”

“Görüntüsünü getirin”

“Vücudundaki morluklar bir şey ifade etmez”

“Şahit göstersin”

“İnandırıcı değil”

Ve hatta utanmadan “fantezisini dile getirmiş” bile dediler.

O masum! Gezi olayları sırasında Kabataş’ta saldırıya uğrayan kadına yönelik sözleri böyleydi bizim “hormonlu” aydınlarımızın ve takipçilerinin.

Şimdi o pilavı yeniden ısıtıyorlar.

Geçen Habertürk ekranlarında izledim. Solculuğunu Aydın Doğan sponsorluğunda yapan Enver Aysever ağzından köpükler saçarak “Kabataş yalanı” teranesini sürdürüyordu.

Ama bir farkla. Bu kez ayrımcılık yaparak.

Hatırlayalım. Kabataş’ta saldırıya uğrayan mağdur kadın yaşadıklarını bazı gazetecilere anlatmıştı. Elif Çakır, Balçiçek İlter, Halime Kökce bunlardan bazılarıydı. Görüşmediği isimlerden İsmet Berkan da saldırının görüntüsünü bile izlediğini söylemişti. Hatta Ayşe Arman görüşmek için kimleri araya koymamıştı ki?

Sonuçta kadınla görüşen isimler bu röportajı haberleştirdi ve yaşananları kamuoyuna duyurdu. Masum! gezi şiddetini en çarpıcı anlatan röportajlardı.

Kadına pozitif ayrımcılık yapılmasını isteyen “hormonlu” aydınların topyekûn saldırısı da o zaman başladı. Yazının başındaki ifadelerin en ağırını, en galiz küfürlerini Elif Çakır’a, Halime Kökce’ye, Balçiçek İlter’e ve İsmet Berkan’a söylediler. Balçiçek ve İsmet dayanamadı geri adım attı, ama Elif ve Halime dik duruşa devam ettiler.

Tek amaçları bu iki ismi, özellikle de Elif Çakır’ı insan içine çıkamaz hale getirmekti. Öyle ya. Sesleri çok çıkarsa başarabileceklerini sanıyorlardı. Geçtiğimiz gün CNNTürk’te Şirin Payzın’a konuk olan Elif Çakır’a yine küfür ettiler.

İşte o gece, Habertürk’teki o yayında da Enver Aysever benzer “boğma” çabasına girdi. Balçiçek İlter ve İsmet Berkan’ı ayrı tutarak. Çünkü onlar iddialarından vazgeçmişlerdi. Ağlamaklı sesiyle “Balçiçek sana söylemiyorum, seni ayrı tutuyorum” diyen Aysever’in hedefinde sadece yayının bir diğer konuğu Halime Kökce vardı.

Saçmaladı Aysever.

Halime Kökce ve diğer konuklardan cevabını aldı almasına ama bu zihniyet karanlıklardan çıkmaya gönüllü değil.

Yeni Türkiye’de, demokrasinin, insan hak ve hürriyetinin daha da genişlediğini söylüyoruz ya. Bu ilkeler bizim mahalle için geçerli. Onların mahallesi hala karanlık, hala ötekileştiriyor, hala bu mahallenin kadınını 28 Şubat döneminde olduğu gibi “irade yoksunu” görüyor.

Bu ülke size rağmen yenileniyor.

Bu KABA dilinize TAŞ vicdanınıza rağmen. Bunu da unutmayın.

#dilinizKABAvicdanınızTAŞ

PES...

Siz ne söylerseniz söyleyin.

Mağdur musunuz?

Bunu ifade etmeden önce başı açık “modern” olmanız, eski Türkiye’yi savunmanız, marjinal medya tarafından desteklenmeniz gerekiyor.

Bu kriterlere sahip değilseniz karşı taraf için bir anlam ifade etmiyorsunuz.

Bir başka avukat da Kabataş meselesi için “niyet okuma” seansları düzenliyor.

Saldırıya uğrayan kadının aslında masum bir yalan söylediğini ama bu yalanını sürdürmek zorunda kaldığını iddia ediyor. “Hadi ifade yalan, şiddet emareleri ne oluyor” diye sorduğunuzda da “o da başka şekilde oluşmuştur” diyerek dikkatleri başka tarafa çekmeye çalışıyor.

İnanmıyorsan “inanmıyorum” de geç.

Mağdur üzerinden senaryo gayretine girme nedenin ne?

Aynı yere mi çalışıyorsunuz?

Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur

Gazeteci Elif Çakır için “Kabataş nedeniyle özür dilesin” diye bir kampanya açmışlar.

Ne yapmış Elif Çakır?

Gezi vandalizmi sırasında Kabataş’ta saldırıya uğradığını, en ince detaylarına kadar anlatan bir kadınla röportaj yapmış ve bunu yayınlamış.

Kadın yalan mı söylemiş?

Hayır.

Görüntü yok diyorlar.

Evet, Türkiye’de zaten 100 yıldır tecavüzler, saldırılar ve tacizlerin hep görüntüleri vardı ve öyle ispat ediliyordu.

Görüntü olmayınca, taciz ve saldırı da olmuyor demek.

Kafaya bakın.

Gezi, mobeselerin bile kırıldığı, yok edildiği bir vahametin adı. Aynı zamanda

mobeseleri de elinde tutan cemaatçi emniyetin ve polislerinin orantısız şiddetle kışkırttığı bir kalkışma.

Bir kadın, özellikle Türkiye’de, özellikle de muhafazakâr bir çevredeyse kendisine yönelik saldırıyı söylemekten kaçınır. Çünkü iki kere mağduriyet yaşar. Bu yüzden “kadın kendisine yönelik bir tacizi anlatıyorsa, bu cesaretinden dolayı kutlamak ve ona inanmak gerekir” diye düşünürüm.

Zehra hanım da aynı durumda.

Bunun istisnaları yok mudur?

Mutlaka vardır.

Zehra hanım ise konuştu ve sustu. Herhalde yaşadığı ve hatırladığı şey her neyse onu derinden yaralamaya devam ediyordur.

Ama bu çevre yarayı kanırtmaya, kanatmaya devam ediyor.

“Vicdan ve ahlak infisah etmiş” diyeceğim, hafif kalacak.

Aslında her sözün bir kokusu vardır.

Bu kampanyada dillendirilen söz için de geçerli bu.

Asıl düsturları “Benim için olmayan, bana karşıdır” sözünde gizli. Böylece ne varsa karşıt yapıyorlar kendilerine.

Elif Çakır’ı hedef seçmelerinin iki sebebi daha var elbette.

Birincisi saldırıya uğrayan kadın başörtülü. Röportajı yapan da…

Saldıranlara bakın.

Cumhuriyetçi ve laik iktidarın “erkek” hâli.

Aslında 28 Şubat sürecinde “Türbanın altındaki pislik” diye manşet atanlar da bunlardı. Bu yüzden hastalıklı zihinleri” başörtülü kadının anlattıklarına görüntü yoksa katiyen inanılmamalı” diye kodlanmış durumda.

Çünkü onlar kendi hayatlarını hayatın tamamı zannetmekteler.

Ve ikincisi:

Bu olayı dillendirerek kamuoyuna mal eden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a giden yolu açmak. Kalenin bir burcu yıkılırsa gerisi de gelir diye basit bir mantığın ürünü bu kampanya.

Farkı, bu kez içine kendi tezgâhlarını saklayacak cemaati dâhil etmeleri.

Çünkü Elif Çakır HSYK mücadelesiyle Cemaatin de hedefinde olan bir isim.

Neden çıldırmış gibi saldırıya geçtiklerini anlıyorsunuz.

Yok, efendim “ufak tefek sataşma” varmış sadece.

Bak sen, demek ki “ufak tefek sataşma” kabul edilebilir bir durum.

Yatacak yeriniz yok.

Özür dilemeliymiş Elif Çakır?

Niye ki?

Ne yaptı da özür dilesin?

Sizler!

Medya tiranları! Kişilik suikastlarının derin mimarları! Çürümüşlüğün geride bıraktığı döküntüler! Ahlak öğütçüleri! Kriptolar!