Dil, din, don

Atilla Yayla

VAN 30.04.2016 10:29:31 0
Dil, din, don
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Çok eski zamanlarda insan toplumları homojendi. Herkes birbirine benzerdi. Toplumdan ziyade topluluk/ küme/ kabile adıyla anılması daha uygun olacak bu beşerî birimlerde tüm insanlar birbirini tanırdı, sosyal ilişkiler doğrudan doğruya ve yüz yüzeydi. Bireyler/aileler aynı şekilde yaşardı, yani yeme, içme, giyinme ve davranış kodları adeta sabitti.

          İnsanlığın nüfusu zamanla küçük homojen topluluklarda yaşayan insanların sayamayacağı ve hayal edemeyeceği kadar arttı. Artık yüz milyonlarca insandan müteşekkil ülkeler ve milyonlarca insanın yaşadığı şehirler var. Bazı şehirler kadimleşti. Ülkelerin siyasî sınırları değişse de şehirler kalıcılaştı. Bir zamanlar köy olan Paris, Londra ve elbette İstanbul gibi yerler dünya merkezleri hâline geldi.

          Artan nüfus, insan toplumlarının çoğullaşmasına sebep ve sahne oldu. Demografik kalıplar ile toplumsal hayat arasındaki ilişki gösteriyor ki, yerleşim yerleri küçüldükçe benzeşme, büyüdükçe farklılaşma artmakta.Farklılaşmanın, bazılarının ileri sürdüğü gibi, sınır tanımadan artabileceğini kabul etmemekle beraber, hafife alınabilecek veya görmezden gelinebilecek bir olgu olduğunu düşünmüyorum.

          İnsan toplumlarının heterojenleşmesi hem fırsatlar hem sorunlar yaratıyor. Farklı özellikler, yetenekler, ilgiler hayatımıza renk, çeşni ve zenginlik katıyor. Ancak, aynı zamanda ihtilâfa düşme, tartışma ve hatta çatışma ihtimâlleri yaratıyor. Açık ki ilki iyi, ikincisi kötü. İlkini teşvik etmek, ikincisinden kaçınmak için yollar aramamız gerekiyor. 

         Modern ulus devletin doğması ve şekillenmesi, insan toplumlarının ikincisiyle yani farklılıklardan zarar görmesiyle karşılaşma ihtimâlini kuvvetlendiriyor. Devlete egemen olan kesimler devlet araçlarını kendilerinden farklı olanları bastırmak veya kendilerine benzetmek için kullanabiliyor. İnsanlık tarihindeki zulüm, istibdat ve tahakkümün önemli bir kısmı bunun eseri.

          Bu yüzden devletlere hem görevler bindirmek hem de sınırlar çizmek durumundayız. Görevler ayrı bir tartışma. Sınırları belirlemek içinse ilkelere ihtiyaç var. Devlete sınır çizmek devlete yasak koymak anlamına gelir. Bu çerçevede devlet neleri yap(a)mamalı?

          Geçenlerde vefat eden değerli fikir adamı, hukukçu, yazar Kâzım Berzeg, özellikle 28 Şubat sürecinde, devletin karışmaması gereken alanı “3D” formülüyle ifade ederdi. Formülün açılımı şuydu: “Devlet vatandaşın diline, dinine, donuna karışmasın.”

           Basit ama hikmetli bir söz. Geçmişte birçok ölümcül ihtilâf ve çatışma, zulüm ve tahakküm siyasî otoritenin/ kamu-otoritesinin insanların diline, dinine ve donuna – yani kılık kıyafetine – haksız, gayrimeşru ve akıl dışı müdahalelerinden kaynaklandı. Bu olgu bugün de canlı. Devlet nerede insanların diline, dinine ve donuna müdahale ederse orada ağır sorunlar - insan hakları ihlâlleri ve rahatsızlıklar- doğuyor.

           Türkiye tarihini -özellikle Cumhuriyet dönemini- bu açıdan okumak mümkün. Sıkıntısını çektiğimiz her ağır problemde ana sebep, devletin “3D” formülüne uymaması. Siyaset felsefesi açısından toplum, tek tipleşme, siyasî otoritenin meşruiyeti, siyasal itaat yükümlülüğü, insan hakları gibi kavramların bol bol kullanıldığı tartışmalar yapıyoruz. Fakat konuyu basitçe anlatmak istiyorsak en pratik yol “3D” formülünü kullanmak. Bu yaklaşımın doğruluğunu ispatlayan bir delil, acılara sebep olan Kürt sorunu. Türkiye Cumhuriyeti Kürt vatandaşlarına dillerini engelleme gibi müdahalelerde bulunmasaydı, Kürt problemi ya hiç doğmaz ya da bugünkü kadar ağır yaşanmazdı. Bir diğer delil devletin dinlere karışmasından doğan sorunlar. Haksız ve gereksiz devlet müdahaleleri Müslümanlara da gayri Müslimlere de büyük zararlar verdi…

     Evet, devlet insanların diline, dinine ve donuna karışmamalı.