DEVİRDİK Mİ YOKSA (D)EVRİLDİK Mİ?

MUSTAFA ATAV

VAN 25.04.2015 11:23:19 0
DEVİRDİK Mİ YOKSA (D)EVRİLDİK Mİ?
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Sorgulama ve eleştiri elbette olmalı çünkü bir insandan ve insana ait düşünceden bahsediyoruz. Dolayısıyla Peygamberler dışında adı şu veya bu olsun hiç fark etmez, bir kişi ve düşüncesi nasıl tüm zamanlara hitap edebilir, nasıl âlemşümul olabilir ki? Yetmişli ve Seksenli yıllar… O dönemin gençleri olarak S.Kutup’un Yoldaki İşaretler kitabı elimizde… Keza Mevdudi’nin Dört Terimi vb. eserler… Aynı dönemde başka bir kitap daha elimize geçmişti. Adı da “Naylon Müçtehitler” ki içeriğinde Kutup ve Mevdudi sapık, mezhepsiz vs. olarak değerlendiriliyor, gençlerin, Müslümanların bu iki ismin düşüncelerinden zehirlendiği, kitaplarının okunmasının önüne geçilerek ümmetin korunması gerektiği söyleniyordu. Yine aynı dönemdeki bazı yayınevleri ve bazı yazarlar kendilerini bu işler için memur kılmış olmalılar ki neşrettikleri bütün kitapların önsözünde mezkûr isim ve düşüncelerinden ve hatta başkalarından bahsetmeleri vaka-i adiyeden olmuştu… Niye bundan bahsettim? Bugünlerde bilhassa S.Kutup ve düşüncesi hakkında sorgulamalar, eleştiriler gündemde de ondan… Nasıl denk geldi onu bilmem, Cihan Tuğal/Pasif Devrim kitabı da ta REFAHYOL sürecinden başlayarak bu durumu bir başka boyutta yani araştırmayla, bir saha çalışmasıyla, yerinde gözlemle, kişilerle birebir diyalogla ortaya koymuş. Bir zamanlar sisteme, rejime olabildiğince muhalif olanların, bu muhalifliklerini de Kur’an-sünnet merkezli ve S.Kutup’tan ilham alarak eyleme dönüştürenlerin, bir şekilde iktidar nimetini tattıktan sonra süreç içinde çözülmelerine, çözülürken de hallerini meşrulaştırma gayretlerine bazı karakterler eşliğinde dikkat çekmiş… Hatırlarsanız Kutup, Yoldaki İşaretler nam meşhur eserinde Kur’an’dan ayet ve kavramlarla, Peygamber mücadelesinden örneklerle parlamenter sistemi yani demokrasi ve laiklikle beraber tüm beşeri sistem ve ideolojileri eleştiriyor; eleştirirken de yaşanılan zamanda İslami/Tevhidi bir kimlik ve duruşla, nasıl mücadele edilmesi gerektiği hususunun kendince yol ve yöntemini gösteriyordu. Ne var ki yakın geçmişte aynı coğrafya üzerinde vuku bulan olaylar ve ortaya çıkan bazı gruplar nedeniyle Kutup ve düşüncesi yeniden gündeme gelmiş, gelmekle kalmayıp eleştirilmeye ve sorgulanmaya başlanmıştır. Sorgulama ve eleştiri elbette olmalı çünkü bir insandan ve insana ait düşünceden bahsediyoruz. Dolayısıyla Peygamberler dışında adı şu veya bu olsun hiç fark etmez, bir kişi ve düşüncesi nasıl tüm zamanlara hitap edebilir, nasıl âlemşümul olabilir ki? Burada benim garibime giden şey eleştiri ve sorgulama değil, zamanlama ve 2002’den bu yana yaşanan siyasal süreci ve bu süreci kontrol eden siyasal iradeyi ise olumlama gayretleridir… Herkesin malumudur, mevcut siyasi yapı kendisini demokratik ve laik kabuller istikametinde tanımladı ve bu ikisini AB’ne uyum çerçevesince daha bir ileri götürme vaadiyle yola çıktı. Beraberinde asla İslamcı bir tarz-ı siyaset işletmeyeceğini de taahhüt etti. Bu böyle bilinmesine rağmen parti liderinin ve bazı parti mensuplarının Milli Görüş geleneğinden gelmeleri ve yer yer İslamcı dil kullanmaları da ön plana çıkarılarak Türkiye’deki İslami kesimin çoğunluğu iktidarın başlattığı süreci sahiplendiklerini, sahiplenmekle kalmayıp destek vereceklerini deklare etmekten geri durmadılar. O çoğunluğun içinden birkaç grup var ki daha düne kadar öncelikli olarak Kur’an ve sünnetten, hareket ve dava adamı olarak da S.Kutup’tan mülhem Din devleti, İslam devleti, devrim, inkılâp gibi kavramları dillerinden düşürmüyor; tağut, müstekbir, zalim, Karun, Samiri, Bel’am, kâfir, şirk, küfür gibi kavramlar eşliğinde de siyasi partilerle, kendilerinden olmayan kurucu iradeyle asla bir şey yapılamayacağını söylüyorlardı. S.Kutup’un düşüncelerini kendi zamanına, kendi zamanının iktidarının sebep olduğu gerilime mahkûm eden ve şimdiki zamana ait olmadığını söylemeye çalışanlar da işte o gruptan insanlardı. Kaleme alınan kitaplarda, makalelerde, kameralar karşısında yapılan konuşmalarda “Kur’an’ın hiçbir yerinde Allah Müslümanlara devlet olun/kurun demez, hilafet zaten Arap cahiliyesinin bir uzantısıdır, peygamber de öyle bir örneklik sergilememiştir.” deme modasını başlatanlar da yine onlardandı. Son dönemlerde revaçta olan hacmi küçük siyer kitaplarında da Peygamber dönemine dair çarpıcı veriler ortaya konulurken, sonuç bölümlerinde lafın hilafet ve demokrasiye getirilmesi ve demokrasinin insanlığın ortak kazanımı olduğunun söylenmesi düşündürücüdür. Bana göre de bu durum Batı düşüncesi veya batılı değerler sistemi karşısında ezikliğin ürünüdür. Evet, sonuçta bu çıkışlar manidardı, bu dediğim komploculukla değerlendirilebilirse de eleştirilerin iş bu zamanda dile gelmesi kesinlikle tesadüf olamazdı. Böylesi bir sahiplenmeye Cihan Tuğal “Pasif Devrim” isimli bir çalışmasında şu soruyla cevap aramış: “Türk İslamcıları gerçek emellerini gizliyorlar mı yoksa gerçekten değişip sıradan muhafazakârlar haline mi geldiler? “…Bunun akabinde de şu istatiği vermiş: “Din devleti istediğini söyleyen insanların oranı % 20 iken 2006’da % 9’a indi”… Bu satırlarda ima edilen İslamcıların emellerini gizlemesi gerçekten söz konusu mu, bu bağlamda maslahat gözetilip stratejik mi davranılıyor; reel politiği ıskalamadan, güncel siyasetin sağladığı imkânları kullanarak yeni bir dil, yeni bir fıkıh inşa etme iddiası eşliğinde esas hedeflerine doğru yol mu kat ediyorlar; yoksa düzenle/sistemle bütünleşip, yetişmiş insanlarını sistemin emrine mi veriyorlar? İnsanların gözünün içine baka baka İslam devleti iddiası da neymiş deyip biteviye müspet demokrasiden bahsetmek, bunun yanında AKP iktidarının başörtüsü sorunsalının üstesinden geldiğine ve sair özgürlükler sağladığına dikkat çekerek, daha bir ilerisiyle daha birçok şeyin başarılabileceğinin neredeyse müjdesini vermek başka nasıl anlaşılabilir ki? Bu da bir nevi muhafazakârlaşma, statükoyu, o statükonun kurucu iradesini sahiplenmek anlamına gelmiyor mu? Ben de hep merak ederim, hal böyleyken neden Kemalizme karşı çıkıldığı söylenir ki? Şu bir gerçek ki konu ettiğimiz kitapta da yazıldığı gibi sistemle bütünleşme, sermayeye vaziyet etme, yetişmiş insanını parlamentoya, danışmanlığa, yüksek kurullara, bürokrasinin her katmanına konuşlandırıp sistemin emrine verme olayı REFAHYOL ile başladı, mevcut dönemde de kemale erdi. Grup veya sivil inisiyatif anlamında da cemaatlerin çoğu, Sendikalar, Dernek ve Vakıfların geneli iktidarla kol kola iş tutmaya koyuldular. Bu tercih ve davranışları sebebiyle de sivil olma özelliklerini çoktan kaybettiler. Birkaç kez süreci ve siyasal iradeyi desteklediklerine dair deklarasyonda bulunmaları da iddiamızı teyid eder mahiyettedir. Yazılı ve görsel medyanın durumu zaten ortada! Dün sahibinin sesi olarak tanımlananlar, bugün havuz medyası olarak kodlanmış durumda. Kendi dünya görüşüne göre aksine davranan ve Türk siyaset literatürüne/tarihine “paralel” diye eklemlenen yapı bağlamında koparılan vaveylada amaçlanan şeylerden biri de hem içeride olan hem de dışarıda kalan yapılara gözdağı vermek, hizaya çekmek içindi. MGK kararlarında dile getirilen “legal görünümlü illegal yapılanmalar” vurgusu boşuna mıydı? Bu durum yine aynı kitapta şöyle özetleniyor: “AKP’nin başarısı, İslamcı eylemcileri düzenle bütünleştirmiş ve İslamcı gelenekten gelen birçok stratejiyi almış ama aynı zamanda dini seferberliğin dikenlerini atmış olmasından yani massetme siyasetinden gelmektedir. AKP’nin önderliğinde sendikalar, il ve köy dernekleri, çay ocakları ve camiler kitleleri siyasi seferberlikten uzaklaştırdı (yani onları “demobilize” etti). Sonuçta, Türk devletine rıza gösterilmesinin sağlamak için siyasal toplumla sivil toplum ortak hareket etti. Eski radikaller yani 1980’lerde parti siyasetini reddedenler, kitlesel halde AKP’ye katıldılar. Daha RP döneminde massedilenler ve bu partiye bile mesafeli yaklaşanlar da AKP tarafından özümsendi. AKP bir yandan eski radikalleri sistemle bütünleştirirken, diğer yandan sistemin kapılarını bu zamana kadar dışlanan radikallere açtı.” Hal böyle olunca yani laikliği, demokrasiyi olmazsa olmazlardan kabul eden bir siyasal partiyi görece sunulan imkânlardan dolayı desteklemek farz addedilince ilk yapılması gereken şey, başta ifade ettiğim şekliyle yetmişli, seksenli yıllarda seslendirilen ve 28 Şubat’ın akabinde iktidar olan mevcut siyasal yapıya kadar süren anlayışı yani sistem/rejim karşıtlığını sorgulamak, bu anlayışın Türkiye’de neşvu nema bulmasını vesile olan Kutup vb.lerini eleştirerek içinde bulunulan durumu meşrulaştırmaktı. Ve nitekim öyle de oldu… İlke ve prensip olarak salt metin(Musfah) okumalarına karşı olanların, Peygambersiz bir Din tasavvurunun mümkün olmayacağını söyleyenlerin “Kur’an’ın hiçbir yerinde Allah Müslümanlara devlet olun demez!” şeklindeki ifadeleri şaşırtıcı değil midir? Ve Pasif Devrim isimli esere göre aslında olan şuydu: “Radikallerin taleplerini alıp özümseyerek kazanan yine sistemdi. Radikallere hoşgörü göstererek kazanan da o idi. Belki de büyük devlet olmak dediğin şey budur. Artık radikaller sistemi içeriden dönüştürüyorlar. Artık bazı değişiklikler demokrasi çerçevesi içinde yapılabilir. Fakat bunun asla sistemin iplerini ellerinde bulunduranların isteği hilafına gerçekleştirilemeyeceğini anlamak gerekiyor. Sistemi onlar kurdular ve muhalefeti de bizim anladığımızdan çok daha iyi bir şekilde ellerinde tutuyorlar. AKP bu toplumsal değişimlerin demokratik, kurumsallaşmış, sivil ve neoliberal bir mahrece akıtılmasını garanti altına almıştı. En önemlisi, Türkiye’deki sokak hareketleri artık iktidarı hedef almıyor. Bu nihai massedilme nasıl gerçekleşti? Yeni bin yıla girerken İslamcı eylemcilerin hayatlarında zaten onları piyasa eksenli, liberal ve bireyci yöne çeken birçok değişiklik vardı. Fakat ancak AKP’nin kurulmasıyla bu eylemciler İslamcılığı kesin olarak bırakıp düzenle uzlaştılar. Zamanında İslamcı RP-FP’nin başını çeken insanların şimdi AKP’ye Önderlik ediyor olmaları devlete bağlılığı güçlendirmiş ve bu da eski İslamcıların servet ve lüks birikimine yoğunlaşmalarını daha da kolaylaştırmıştır. “ Gerçekten de böyle değil midir? İktidarın hangi eylemine karşı ciddi bir eylem geliştirilmiştir ki! İktidar, siyaseti de ekonomiyi de sorunsuz mu çekip çeviriyor; İslam inanç ve düşüncesinin laik demokratik(!) çerçevede hakkını mı veriyor da önceki iktidarlar döneminde olduğu gibi gösteriler tertip edilmiyor! Anlaşılacağı üzre, S.Kutup’ın yoldaki işaretleri bir zamanların radikal, devrimci, inkılâpçı, Tevhidi söylem sahibi Müslümanları tarafından devrilmiş, yerine onun zinhar karşı olduğu laik demokratik bir siyasal tercih ön plana çıkmış; aksine görüş beyan edenler de süreci anlayamamakla, aynen S.Kutup’un da kategorize edildiği gibi yer yer Selefilikle, yer yer Haricilikle ötekileştirilmeye çalışılmışlardır. Bunun yanında “Biz doğru söz ve eylemlerin yanındayız, yanlışlar noktasında da uyarıcı misyonumuzu sürdürüyoruz; salt iktidar karşıtlığına taraftar değiliz.” gibi çıkışlarla da aslında dönüştüklerini itiraf etmektedirler. Başta da söyledim, insanlar ve düşünceleri eleştirilebilir çünkü düşünceleri bizatihi vahiy değildir. S.Kutup gibi tarihsel şahsiyetler için de bu böyledir. Ama bu eleştiriler ne zaman, hangi düşüncelerin iktidarında ve ne amaçla dile getirilmektedir, üzerinde durulması, düşünülmesi gereken de budur. Yani bana göre zamanlama manidardır, içinde yaşadığımız süreçteki olumsuzlukları meşrulaştırmaya çalışmaktan başka bir şey de değildir… Vesselam…

iktibasdergisi