DEMOKRASİ

Kendi içinde her ideoloji bir bütünlük arz eder. İslam da, demokrasi de, Marksizm de kendine özgüdürler. Kavram karıştıklarının önüne geçmek uygulama zorluklarını giderir. Bu ise her şeyi gerçeğiyle bilmeye, birbirine karıştırmamay

VAN 2.09.2014 12:51:49 0
DEMOKRASİ
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Halk yönetimi anlamındaki bu Yunanca kelime, milat öncesi Yunan’da site devletlerinden Atina ve Sparta’da uygulama alanı bulmuş, nüfusu zaten az olan bu şehirlerde bir de Atinalı olmayanları, köleleri ve vatandaş sayılmayan bu münasebetle de vatandaşlık hakları bulunmayanların katılamadıkları bu uygulama şehir nüfusuna nisbetle pek az sayılacak kimsenin şehir meydanı forumda yönetimleri ile ilgili reylerini izhar etmeleri biçiminde uygulanıyordu. Doğrular veya yanlışlar, tealluk ettikleri ‘Şey’in zatının gerçeğine göre değil, izhar edilen oyların çokluğuna ya da azlığına göre belirleniyordu. Forumda oy açıklama hakkı bulunanların çoğunluğunun oyunu alan görüş doğru oluyor ve uygulama alanı buluyorken azınlığın oyuna kalan görüş yanlış sayılıyor ve uygulanmıyordu. Nitekim Atina’da bulunan insanların hangilerinin Atina vatandaşı ve oy hakkı bulunan insanlar olduğu ile hangilerinin ikinci sınıf insan sayılarak oy haklarının bulunmadığı da aynı yöntem ile belirlenmişti. Doğrular ve yanlışlar da iyiler ve kötüler de hep, oy hakkı sahiplerinin çoğunluğunun oyu tayin edici, belirleyici oluyordu. Bu tür yönetime Halk (Demos), Yönetim (Kratos)’i yani Demoskratos (Demokrasi) deniliyordu. Doğrular ve yanlışları belirleme yöntemi insanların oylarının çokluğu olunca iyi ve kötü, doğru ve yanlış her zaman değişebildiği gibi yere göre de değişiyordu. Atina’da oy hakkı sahiplerinin oylarıyla kötü görülen hırsızlık, iki yüz kilometre ötedeki Sparta’da iftihar edilecek bir maharet olarak alkışlanıyor ve yakalanmadan bu işi yapanlara gıpta ile bakılıyordu. Demokrasi bu şekliyle anlaşılma ve uygulamayı Yunan’da gördüğü gibi, benzeri bir uygulamayı da Senatosu vasıtasıyla Roma’da görmüş fakat Hristiyanlığın Roma’yı sarmasıyla uzun asırlar unutularak ta laik döneme geçilinceye kadar terk edilmişti. Kilise ve Kral ikilisi yönetimi kendi tekellerine almışlar ve uzun asırlar böyle sürüp gelmişti. Ortaçağı karanlıklar içinde yaşayan Avrupa kendini bir türlü karanlıklardan kurtaramamış, o asırlarda dünyayı aydınlatan İslam güneşinin önüne koyu bulutlar gibi gerilmiş kilisenin bağnazlığı, karanlıkçılığı ve zulmü altında kendini kurtarabilmek için uğraşmış, didinmiş, ardı arkası gelmeyen sıkıntılar çekmiş, çaresizliğin kendilerini getirip kapısına bıraktığı bir ‘Orta yol’da, kendine göre kurtuluşu bulmuş oluyordu. Bu kurtuluş yalnız kral-kilise ikilisinin tasalludundan kurtuluş olarak anlaşılmalı ve gerçek kurtuluşla ilgisi bulunmadığı gözden ırak tutulmamalıdır. Bu ‘orta yol’ gerçekle alakası bulunmayan zorlama ve uzlaşma sonucu varılabilen ‘Laik’ anlayış idi. Zımni bir uzlaşma sonucu din -her şeyiyle hristiyanlık idi- hayatın dışına itiliyor ve insan ile vicdanı arasındaki en dar alanda ona yer bulunabiliyordu. Bu, yok sayılamayan şeyin mevcut uygulamasıyla bir nevi vicdanlarda müebbeden hapse mahkum edilişiydi. Zira insanların fıtratları, onun yok sayılmasına mani oluyordu. Bilinen ve uygulana gelen hâliyle de kabul görmeye müstehak değildi Hristiyanlık. Hristiyanlığın böyleliği zatı itibariyle yetersizliğinden kaynaklanıyordu ama sonuç olarak halkın üzerinde bir zulüm aracı idi ve bundan kurtulunmalıydı. Nitekim çaresizlik sonucu bu düşüncenin halka galebe çalması sonucu Hristiyanlığın bir ayak bağı olmaktan çıkarılarak hayatın dışına itildiğini, toplumun kendini kendi iradesi ile yönetime geçtiğini görüyoruz. Başlangıcı itibariyle bu hâl nasıl gerçekleştirileceği kararlaşmamış olmakla birlikte üzerinde en çok durulan ve herkesin bilincinde yer eden şey dini -Hristiyanlığı- hayatın dışına itmek, hayatlarına tahakkümüne son vermek düşüncesi idi. Asırlardır Avrupa insanı Hristiyanlığı, üzerinde zulüm olarak, işkence olarak, sömürü vasıtası olarak göre gelmişliğin sıkıntısını üzerinden atmayı düşünmüş, hep onun yolunu aramış ve bütün düşüncesi ondan kurtulmak olmuştu. Bu gerçekleştikten sonra ne olacağı hususu, bunun gerçekleşmesi kadar insanları meşgul etmiyor, fazla düşündürmüyordu. Bu hâl içinde bulunduğu şartlardan fazlası ile etkilenen insanların sonrasının ne olacağından çok, içinde bulundukları durumdan kurtulmayı ön plana aldıkları ve sorunu yalnız şikâyet ettikleri şeyden kurtulmaktan ibaret gördükleri hâldir ki çoğu kez bütün düşünce ve eylemler bunu gerçekleştirmeye yöneldiğinden isteklerine kavuşurlar ve üzerlerindeki tasalluda son verirler. Onlar artık yalnız içinde bulunageldikleri durumdan kurtulmuşlardır. Sonrası, sonra düşünülecek ve yapılacak şeydir. İnsanlar, kendilerini sıkan, nefes aldırmayan ortamlarda hep böyle davranagelmişler ve sorunu sonrasından ziyade içinde bulundukları hâlden kurtulmaya hasretmişler, belki o sıkıntılarını atlatmışlar, kendilerini sıkan şeyden kurtulmuşlardır fakat sonrası ile ilgili sağlıklı düşünce geliştirmediklerinden, onunla uğraşmaya ortam ve zaman bulamadıklarından yine başka türlü sıkıntıların içine girdiklerini görmüşlerdir. Sorun ne kadar müşkil olursa olsun, ondan kurtulmak ne kadar önemli bulunursa bulunsun herhâlde insan kurtulmayı en çok istediği şey kadar kavuşmaya büyük istekler duyduğu şeyi de düşünmeli, onun da kendini zaman gelip türü başka olsa da yine sıkıntılara sokup sokmayacağını iyi hesap edebilmelidir. Bu kişi için olduğu kadar, toplumlar için de böyledir ve hep böyle olagelmiştir. Kişi ya da toplum bir hâlden memnun değil ve ondan kurtulmak istiyorsa ve bunu ne kadar istiyorsa, ondan sonrasının da ne olacağı, nasıl olacağı sorunu ile de en az kurtulmak istediği şeyi düşündüğü kadar düşünmeli, onun için harcadığı çabayı bunun için harcamalıdır. Zira terk edilecek şey geride kalacak, kavuşulacak şey kendileri için yaşanılan hayatın kendisi olacaktır. Yine bir şeyden kurtulmak, onun bir benzeri sonuçları doğuracak şeylere kendini atmak da değildir, olmamalıdır da ve tercihler ‘Kötülerin en iyisi’ üzerine yapılmamalıdır. Yapıldığında kişi ve toplum bir türlü sıkıntılarını atamayacak belki sıkıntının türünü değiştirmiş olacaktır ki sonuçta kendi üzerinde hissedeceği vuku bulan şey yine zulüm şeklinde tecelli edecektir ve bir şey değişmeyecektir. Avrupa insanının dinini hayatının dışına resmen itmesi 1789 Fransız İhtilali ile gerçekleşti. Daha sonraki yıllarda tüm dünyayı etki alanına alması açısından Avrupa’da Fransız İhtilali diyor ve 1770’li yıllarda Amerika’daki gelişmelere öncelik tanıyamıyoruz. Zira Amerika’daki gelişmeler de kaynağını Avrupa’dan alıyor ve Avrupa’dan göçenlerin götürdükleri fikirlerle yetiniliyordu. Evet, laik anlayış Avrupa’da siyasi bir akide olarak halk kitlelerince kamuoyu oluşturacak kadar kabul görünce hayat düzeni için geliştirilmesi gereken düşüncelere ve düzenleme teorilerine ihtiyaç duyulacaktı. Sosyal olaylar gelişir, siyasi sonuçlar doğuracak boyutlara ulaşırken bu gelişmelerin izahı yapılmalı, ideolojisi de oluşturulmalı idi bir yandan. Daha önceleri, henüz Ortaçağ ortamı içinde yaşanıyorken münferit düşünceler olarak bazı mütefekkirlerin görüşleri ortaya atılmış fakat bunlar kitleleri etkilemek yerine belki kendisinden sonra gelen düşünürleri etkileyebilmişlerdi. Yalnız içinde bulundukları ortamın etkisi ile düşünen ve toplumu bu ortamdan kurtarmakla sınırlı, olup bitenlerden habersiz bırakılmış dünyanın Avrupa’dan ibaret sanıldığı bir ortamda başka tür düşünceye yer bulabilmek eşyanın tabiatına ters düşerdi. Nitekim öyle oldu ve Avrupa insanı Hristiyanlığın tasalludundan kurtulmak isterken bile onun kendisine verdiği bağnazlığı atamadığından ve tepkisel düşündüğünden bir aksiyon vasfı taşıyan düşünce ortaya koyamadı. Çünkü dine -Hristiyanlığa- reaksiyon olarak düşünmeye başlamış olduğundan bilinçsiz ve inatçı bir reaksiyonun ötesine geçememiş reaksiyon gösterdiği şeyin birçok özelliğini de yeni düşüncesine intikal ettirmiş idi. Hemen tüm düşünürlerin düşüncelerinde bu izleri görmek mümkündür. Nitekim demokrasi,  cumhuriyet kuramcılarından Jean Jacques Rousseau (1712- 1778)’nun siyasi niteliği en ağır basan ve sonrakilerin kaynaklaştırdığı Du Contrat Social -Toplum Sözleşmesi- isimli eserinde her ne kadar bir yeni kuram geliştiriyor görünüyorsa da uzun yıllar manastırlarda geçen hayatının dünya görüşünden esinlendiğini, kuramlarını Hristiyan düşünce motifleriyle bezemeye çalıştığını görmemek mümkün değildir. Eski Yunan, Roma ve Hristiyanlık kültürünün hemen tüm motiflerini teorilerinde rahatlıkla görebildiğimiz Rousseau görüşlerini odaklaştırdığı eseri ‘Toplum Sözleşmesi’nde kendine göre uzun uzun insanlığın tabii hâlde iken taşıdığı özellikleri, doğuştan sahibi bulunduğu ‘hürriyet’leri, eşit olmayan bir ‘tabiat hâli’ni tasvir eder. Rousseau’ya göre insanlar ‘tabiat hâli’nde doğuştan birtakım hürriyetlere sahiptirler. Bu hürriyet onların hakkıdır ve doğuştan vardır. Yine ‘tabiat hâli’nde insanlar akli ve fiziki bakımdan birbirlerinden farklı olup kimi güçlü, sıhhatli, akıllı iken kimi de zayıf, sıhhatsiz ve aklı azdır. Bu tabii hâldeki eşitsizlik ‘eşitlenmeli’dir. Buna bir yol bulmalı ve toplumu meydana getiren fertlere bir anlaşma yaptırılmalıdır. Tüm insanların katıldığı var sayılan bu anlaşma Rousseau’nun dilinde ‘Toplum Sözleşmesi’dir ki bu sözleşmeyle insanlar tabii hâllerini korudukça doğuştan var olan hürriyetlerini kullanamamakta güçlüler güçsüzlerin akıllar az akıllıların aleyhine hürriyetlerini kullanmakta ve hürriyetler yalnız akıllılarla, güçlülerin işine yaramakta bu durumda bulunmayanların doğuştan sahibi olduğu var sayılan hürriyetlerinin kullanılmalarına imkân bırakılmalıdır. İşte bunun için insanlar anlaşmalı ve tüm insanlar bu hakları (hürriyetlerini) kullanabilmelidirler. Tüm hayatını içinde yaşadığı toplumda kendine bir yer bulamadan geçiren Rousseau sıkıntılarının çaresini ‘kuram dünyası’nda bulmaya çalışmıştır. Doğuştan olduğunu varsaydığı hürriyetleri dört kategoride toplamıştır: 1. Şahsi hürriyet, 2. İnanç hürriyeti, 3. Mülk hürriyeti, 4. Fikir hürriyeti. Rousseau’ya göre şahsi hürriyet, kişinin kadın olsun erkek olsun başkasının aynı veya değişik hürriyetine müdahalede bulunmadan dilediği şeyden zevk alması, bedenine istediği biçimde dilediği hazdan tattırması hürriyetidir. Kişi içki içer, livatada bulunabilir veya aynı veya karşı cinsten biri ile cinsel ilişkide bulunabilir, dilediği gibi giyinir, kendine göre iyi gördüğü her şeyden haz almaya hakkı vardır. Bir kadınla bir erkek razı oldukları, istedikleri takdirde cinsel ilişkide bulunabilirler. Bunu onların arzuları, birleşen rızaları sınırlar. Kimsenin onlara müdahaleye hakkı olmamak gerekir. Bu konuda karşılıklı istek ve rıza yapılacak şeylerin ‘hürriyeti kullanmak’ olduğuna kifayet eder. Keza livata veya içki konusunda da durum bundan farklı değildir. Giyim ve başka şeylerde -esrar, eroin gibi-  başkasının ‘hürriyeti’ne tecavüz edilmediği sürece farklılık yoktur ve kişi tamamen kendi iradesi ile bütün bu hürriyetlerini kullanabilir. Zira bu, onun doğuştan sahibi bulunduğu bir haktır. İnanç hürriyeti için de genel çerçeve için de durum bundan farklı değildir. Kişi ‘vicdan özgürlüğü’ne sahiptir ve dilerse Allah’a tapar, dilerse hiçbir şeye tapmaz hatta dilerse bir keçiyi Rab edinebilir. Bu tamamen onun bileceği iştir. Yalnız başkalarının bu aynı türden hürriyetini ihlal etmesin ve kendi inanç veya inançsızlığını gayrıya zorlayarak -tecavüz ederek- kabul ettirmeye kalkmasın. Ne var ki inancını, gayrıya açıklamak, anlatmak da zorlamamak kaydı ile yine bu hürriyet cümlesindendir. Mülk hürriyetine gelince kişi dilediği yoldan, dilediği şekilde fakat rıza bulunması şartıyla mülk edinebilir. Kumar oynayarak bunu yapabileceği gibi, meyhane işleterek hatta genelev çalıştırarak da mülk sahibi olur. Burada çalışacaklar razı oldukça, kendisi de bu işi sürdürmeyi istedikçe bu iş meşrudur Rousseau’ya göre. Nitekim hürriyet ona doğuştan sahip olanındır ve o bunu başkalarının hürriyetine müdahalede bulunmadığı sürece istediği şekilde kullanabilir. Vücut da onundur ve vücuduna dilediği gibi tasarruf eder. Fikir hürriyetine gelince karşılaştığı müşkilleri dilediğince çözmeyi düşünebilir, kişisel veya toplumsal müşkillere düşündüğü çözümleri teklif edebilir. Ne var ki bu hürriyeti kullanmada dini hayattan ayrı tutmak zorunluluğu nedeni ile bir ‘dinî çözüm’ öneremez. Çünkü bu kuram tepkisel olarak gelişmiş ve Ortaçağ Avrupasının dinî -Hristiyanlık- uygulamasına reaksiyon olarak doğmuştur. Bu takıntısının bulunması tabiidir. Zaman içinde geliştirilen başka tür hürriyetler de yukarıda zikredilen dört ana hürriyetten doğmuştur. İşte bu hürriyetleriyle doğan insan, tabiatta eşit olmayan hâlde bulunması sonucu hürriyetlerini gereği gibi kullanamamış, eşitsizlik hüküm sürmüştür. Bunu gidermek için Rousseau toplumu oluşturan kişilere ‘zımni bir sözleşme yaptırmış ve devleti ortaya çıkarmıştır. Demokrasilerde devlet hürriyetlerin kullanılabilmesi için var edilen bir varlıktır. Görevi de güçlülerin, akıllıların, güçsüzler ve az akıllıların hürriyetlerine tasalludunu önlemektir. Bunu toplum, yöneticileri ‘kiralayarak’ gerçekleştirir ve yaptığı işin ücretini verir onlara. Demek ki demokrasilerde devlet kişiye içkiyi yasak etmek için, zinadan uzak tutmak için, kumardan kazanmasının önüne geçmek için var olmamış, bilakis kişinin tabiat hâlinde sahibi bulunduğu bütün bu hürriyetleri zayıf veya güçlü tüm fertleriyle rahatça kullanabilmelerini sağlamak için var olmuştur. Zaman zaman birtakım kısıtlamalar yapmak durumunda kalınırsa bu dahi yine hürriyet içindir. Hürriyetlerin, kullanılabilmesinin önüne geçmesine mani olmak içindir. Hume, Voltaire, Montesqieu ve daha başkaları da eserlerinde demokrasinin oluşmasına katkıda bulunmuş, biri diğerini etkilemiş düşünürlerdir. “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde Montesqieu da Yunan, Roma ve Hristiyanlık kültürünün etkisiyle görüşlerini açıklamış kanunların hürriyetleri temel edinerek yapılması gerektiğini vurgulamaya çalışmıştır. Demokrasi bir siyâsî rejim, bir toplumsal yaşam biçimi olarak ortaya çıktığı yıllardan bugüne henüz iki asır geçmiştir. Bu süre zarfındaki seyri ile Avrupa toplumlarında her şeyi değiştirmiştir. 1910’lu yıllarda 50 bin nüfuslu bir İngiliz kömür madeni kasabasında nikâhsız olduğu hâlde bir erkekle öpüşmesinden dolayı kasabanın dışına çıkarılmasına karar verilen bir kadın olayını düşünürken o yılların yine demokrasi ile yönetilen İngilteresini anımsarken 1969’da aynı İngiltere’de erkeğin erkekle cinsel ilişkide bulunması -livata- toplumun temsilcilerine Avam ve Lordlar kamarasında kanunla suç olmaktan çıkarılarak demokrasiye uygunluk sağlanıyordu. Beynelminel fahişelere hem de De Gaulle tarafından Legion dHonneur -Onur nişanı-veriliyor, fahişelik onur nişanı alacak iş sayılıyor, Belçika’da demokrasi adına iki erkeğin nikahı kıyılıyordu kilisede. Şahsi hürriyet, inanç hürriyeti, mülk hürriyeti ve fikir hürriyeti dört ana hürriyet olarak demokrasinin temel sütunlarıdır. Devlet, varlığını demokrasilerde bu hürriyetlere borçludur. Demokrasilerde aslolan bu hürriyetler, onların korunması ve kullanılmalarının sağlanmasıdır. Demokrasi kuramı oluştuğu yıllardan günümüze, temelde değilse de bazı nedenlerle yüzeyde değişikliklere uğradı. Mesela ‘Mutlak Mülkiyet’ anlayışı ‘Sosyal Mülkiyet’ anlayışına dönüştü. Devlet de ‘Hukuk Devleti’ biçiminde oluşum kazanarak hakların -hürriyetler temelinde ve ona dayalı hakların- devleti oldu. Sosyal Devlet anlayışı, ekonomik politikanın ağır bastığı, toplumun tüm fertlerinin iktisadi sorunlarının ön plana çıktığı günlerin şartlarıyla gelişti. Marks’ın teorileri demokrasileri sosyalleştirdi. Demokratik Sosyalizm de aynı fikir cereyanlarının etkisi ile geliştirildi ve bir önleyici olarak düşünüldü. Mutlak Mülkiyet anlayışında dilediği şekilde ve dilediği gibi mülk edinme ve dilediğince mülkünde tasarrufta bulunma, gelişen sosyal olayların tehlike arz etmesi sonucu ‘Mülkiyet hakkı, toplum zararına kullanılamaz.’ şeklinde tarifini bulan ‘Sosyal Mülkiyet’ anlayışına dönüştü. Bunlar, Marksizm karşısında Demokrasinin -Kapitalizm- kendi koruma tedbirleri olarak ortaya koyduğu, yeni biçimi idi. Demokrasi, kuramcılarının ortaya koyduğu şekliyle yukarıda anlatılan çerçeve içindeki esasları muhtevidir. Düşünce olarak meydana çıkışı dine -Hristiyanlık- reaksiyon duygulan sonucudur. Buna rağmen muğlak Yunan, Roma ve karşı çıktığı Hristiyanlığın esaslarından uzaklaşamamış, gördüğü uygulamadaki fahiş aksaklıklar sonucu ‘kötülerin en iyisi’ kabul edilmek zorunda kalınmıştır. İyiyi, doğruyu bulmayı amaçlamayanların, düşünce ve eylemlerinde tepkisel olanların alternatifsiz olarak varabilecekleri nokta herhâlde ‘kötülerin en iyisi’ni tercih noktası olacaktı. Bugün demokrasi kendini, çelişkilerini ortaya çıkaranlara insanın fıtratına ve eşyanın tabiatına uymadığını söyleyenlere karşı böyle savunabilmektedir. Demokrasilerin hele halkları Hristiyan olmayan toplumlardaki hâli büsbütün yürekler acısıdır. İstemediği adama istemediği hâlde verilen kız gibi demokrasilere teslim edilen bu halklar, dünyalarının yıkıldığını, bütün değerlerinin yok olduğunu, toplum yapısının gittikçe zayıfladığını, her şeyin ‘ilerilik’ adına alt-üst edilmesi sonucu kişisel ve toplumsal ‘huzur’dan uzaklaştıklarını görmektedirler. Bu gelişmeler en belirgin olarak temelde tutarlı bir yapının sahibi olan halkı Müslüman ülkelerde görülmekte, toplumsal yapının çözülmesi süreci hızlanmaktadır. Genç-yaşlı nice insanımızı gerçek dışı düşünceler peşinde koşturan ortam, halkı Müslüman ülkeleri zaman zaman içinde bulunduğu hâlden daha da kötü hâllere getirebilmekte yürünen bozuk yolda kontrolü kaybedilen hızın önüne geçilebilmesi için zaman zaman müdahalelere gerek duyulmaktadır. Ne var ki bu müdahaleler ne vasıtası ne de yolu düzgün olmayan hale bir köklü çare olamamakta zaman zaman rahatsızlıklar yeniden nüksetmektedir. Düşünülmelidir ki toplumların yapısı için uygun görülen siyasî elbiseler, onların üzerinde ölçü alınmadan, provası yapılmadan dikilir ve yakışacağı sanılarak istese de istemese de giydirilirse bu hem elbisenin içindekini devamlı rahatsız eder hem de elbise elbiselik işlevini giydirenin üstünde göremez olur. Nasıl kendisinin rızası alınmadan, hatta kendisine sorulmadan uygunluk var mı yok mu göz önünde bulundurulmadan yaptırılan evlilikler olumlu sonuçlar vermiyor ve bu evliliklerin muhafazasında değil, sona ermesinde hayır umuluyor ise toplumlar için uygun görülen evliliklerin de işlemediği, iki de bir kavgalar çıktığı, mahkemelere düşüldüğü, ona buna rezil olunduğu vakıası karşısında bu yürümeyen evliliğe son vermeye ve mutlulukla yürüyebilecek evlilik düşünmeye zaruret hâsıl olur. Bütün bunlar göstermektedir ki demokrasi, esası ve bu esasa dayalı çözümleri itibariyle İslamla alakalı, ezcümle İslam’dan görünmemektedir, İslam, Allah’ın hükümlerine teslim anlamında iken demokrasiler bilakis dinin (Allah’ın, tabii İslam için) emirlerini hayattan uzak tutmakta titizlenmektedirler. Marksizm için din yok, var olan ‘afyon’ ise demokrasiler için de din var veya yok olsun, kişi ve toplumun hayatına biçim veren şey olmasın, bu demokrasilerin vazgeçemediği, temel saydığı bir vakıadır. Bunun yanında İslam, kişi ve toplumun Allah’ın hükümlerine göre biçimlenmesinden gayrı alternatif tanımamaktadır. Durum bu olunca yani İslam’ın kişi ve toplumlardan talebi göz önünde bulundurulunca rahatlıkla görülebilmektedir ki Marksizm İslam’dan ne kadar uzakta ve onunla ilintisiz ise demokrasinin de akide ve düzeninin İslam’dan o kadar uzakta ve onunla ilintisizliği açık olarak gözlemlenmektedir. Ne var ki büyük kitleler ne demokrasiyi ne de Marksizmi, kuramcılarının ortaya koyduğu şekliyle gerçeğine uygun olarak bilmediklerinden kimi zaman sosyalizmin İslam’da bulunduğunu sandığı gibi, çoğu zaman da demokrasinin İslamî bir şey olduğu zehabını taşıyabilmektedir. Bu vakıa aynı zamanda ve asıl İslam’ın bilinmemesinden kaynaklanan bir büyük yanılgıdır. İslam tanındıkça Kitap ve Sünnet bilinip anlaşıldıkça bir yandan İslam anlaşılıp bilinirken diğer yandan da neyin İslam’dan olduğu, neyin de keza İslam’dan olmadığı çok daha kolay bilinebilecek ve yanılgılara düşülerek sosyalizmin İslam’da bulunduğu iddiaları geçersiz kalacak iken demokrasilerin de uzaktan yakından İslam ile ilintisi bulunmadığı daha rahat görülebilecektir. Her şeyi, bulundukları ve oldukları hâlde bilmek gereklidir. Kabul edilecekse de, reddedilecekse de keza bunda zaruret vardır. Demokrasi iki yüzyıldan beri bütün dünyada tanınmakta, bilinmektedir. Marksizmin de bir asra yakın zamandır tanınıp bilindiği gibi. Tutup kendinize göre bir demokrasi icat edemez ve örneğin kişi ve toplum hayatını İslam’a uyarlamak isteyip adına da demokrasi diyemezsiniz. Keza hürriyetleri kaldırdığınız bir düzenin adı da demokrasi olamaz. Kendi içinde her ideoloji bir bütünlük arz eder. İslam da, demokrasi de, Marksizm de kendine özgüdürler. Kavram karıştıklarının önüne geçmek uygulama zorluklarını giderir. Bu ise her şeyi gerçeğiyle bilmeye, birbirine karıştırmamaya, olayları ve eşyayı iyi tanımaya bağlıdır. Bu nedenle diyoruz ki İslam demokrasi olmadığı gibi, demokrasiden de değildir. Nasıl ki Marksizm de demokrasi veya İslam değilse. İnancımız odur ki kavram karışıklıklarının ve kargaşasının çözüldüğü anlam açıklıklarına elvermeyen sislerin dağıldığı süreç hızlandıkça ve en önemlisi İslam bilindikçe yarınların daha çok aydınlık olacağını söylemek kolaylaşacak ve İslam insanlar için alternatifsiz çözüm olacaktır.