DEĞİŞİMİN DEĞİŞMEYEN YASASI

HÜSEYİN BÜLBÜL

VAN 28.01.2015 09:59:52 0
DEĞİŞİMİN DEĞİŞMEYEN YASASI
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Bu değiştirme ve dönüştürme yöntemi, tohumdaki çimlenmeyi gerçekleştirip benzerini üretecek olan embriyo’yu öldürmektir. Aynen bir buğday tanesini kavurgalaştırmak gibi. Kavurgadan asla bir buğday filizi üretemezsiniz. Bir fikrin hâkimiyet düşüncesini yok ettiğiniz zaman, geride kalan sadece enkazdır. Ondan kendisini inşa edecek bir işlemi asla gerçekleştiremez. Eylemi doğuran düşüncedir. Düşünceyi bozduğunuz zaman ondan doğacak eylemi de bozmuş olursunuz Allah Teâlâ yaratmış olduğu her nesneye tabi olacağı bir yasa koymuştur.  Tüm varlıklar gerek varoluşta gerekse varlıklarını devam ettirmede bu yasalara zorunlu olarak tabi kılınmıştır. Bu noktada insan da bu yasalara tabidir.

Hem ilk meydana gelişinde, hem de hayatın devamında aynı zorunluluk devam etmektedir. Yemeden içmeden ve teneffüs etmeden hayatın devam etmesine imkân olmaması gibi. Ancak bunların dışında insanoğluna, eli ile ayağı arasındaki işlerde istediklerini yapıp edebilme imtiyazı da verilmiştir. Bu, İlahi iradenin insana bahşetmiş olduğu bir özelliktir. Çünkü İnsana verilen görev ve sorumluluğun icrası için dilediğini yapma dilediğini terk etme imkânı olmadan,  yapıp ettiklerinden sorumlu tutulması ilahi adalete uygun olmazdı. Bu nedenle nimet külfet dengesi gereği bu işin yasası da böyle konulmuştur: “Güneşe ve aydınlığına, onu takip eden aya, onu açığa çıkardığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan uğramıştır.

” (Şems 91/1-10) Ancak insanoğlu içerisinde nefsini tezkiye edenlerin yanında etmeyenler de hep olagelmiştir. İnsan gücü elde edince, sahip olduğu ile yetinmemiş, hep daha’sın’ı istemiştir. Sahip olduğu güç ile doğru orantılı olarak bu istekleri de daima artarak devam etmiş; “Bir vadi dolusu malı olsa ikincisini ister” sözünü doğrulayarak yoluna devam etmiştir. İşte burada insan güce ulaştıkça, Ya bu imkânları kendisine verene daha çok şükretmeye yönelip fıtratı üzere devam etmiş; ya da her geçen gün azgınlaşarak iyiden kötüye doğru hızlı bir değişimin yolunu tutmuştur. Fakat insan bunların bir deneme olduğunun farkında değildir. Her iniş ve çıkış bu hayatın bir imtihanıdır ve her yaptığımız gözlemlenmektedir: “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir.

Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeridir!” (Kehf 18/29) Bunlar içerisinde küfrünü açığa vurup direk cepheden gelenler olduğu gibi; bir de esas düşüncesini gizleyip sureti haktan gözükerek sağdan yaklaşanlar vardır. Bunların İslam’a ve Müslümanlara verdiği zarar daha büyük ve kalıcı olmaktadır. Çünkü “yalanın en tehlikelisi iki doğru arasında söylenendir.” Batılın en tehlikeli ve kalıcı olanı da, hakkın suretinde sunulanlardır. Çünkü batıl hakka karıştırıldığı için, hak olarak kabul görmektedir.

Sinsice yapılan bu uygulamaların yapmış olduğu tahribat toplumlar nezdinde fark edilmeyerek kabul görmekte ve kalıcı olmaktadır. Bu tiplerin özelliğini Kur’an şöyle tanımlamaktadır: “İnsanlardan kimileride de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır. O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 2/204-205) Bu gün dünyada hâkim olan zulmün bu tiplerin eliyle icra edildiğine şahit oluyoruz. Kimse kimsenin karşısına düşman olduğunu söyleyerek çıkmıyor. Seküler olanlar dünyada refah ve kalkınma vadiyle yaklaşırken, görünüşte dindar olanlar da dünyada ve ahirette “kurtarma” vadiyle insanlara yaklaşıyorlar.

Tarihin her dönemine damgasını vuran, “Firavun, Karun ve Belam” üçlü çetesi, güç birliği yaparak halkı yanlarına almaya çalışıyorlar. Her biri özel eğitimli, son derece modern donanımlı, maddi ve manevi bakımdan her türlü imkânlara sahip olmaları nedeniyle, halklar üzerinde son derece etkili de oluyorlar. Çünkü insanların zaaflarını kullanıyorlar. Kur’an’ın da şahadetiyle biliyoruz ki, Allah’ın Elçilerine yapılan itirazların en başında Allah’a çağırdığı insanlara dünya refahını temin edecek iktidar, güç ve mala sahip olmasını istiyorlardı. İnsanların çoğu işte bu “ihsanın” kulu olmayı hedeflerken; içlerinden çok azıda kurtuluşu, esas mülkün sahibine kul olmada görüyorlar. Bu nedenle toplumların Ebu Bekirleri, Ömerleri çok az iken, her güç sahibine tabi olan tebaaları daima çok olagelmiştir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi insanlar, kendi tercihlerinin ürünü olacağına göre; yapmış oldukları bu tercihin sonucuna da katlanacaklardır. Toplumsal değişimin yasasını, toplumun değişimine bağlayan Allah, Rad suresi 11. Ayetinde bu gerçeği şöyle belirtiyor: “İçinizden sözünü gizli tutanla açıkça söyleyen, geceye bürünüp saklanan ile gündüzün ortaya çıkan arasında O’nun için hiçbir fark yoktur.” (Rad 13/10) “Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirmediği sürece Allah, da onlarda bulunanı değiştirmez.

Allah bir topluma bir musibet diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (Rad 13/11) Genelde batı toplumu özelde ise Küresel güç odakları, halkı Müslüman olan ülkeleri değiştirip dönüştürmek için, el birliği ile çalıştıkları bilinmektedir. Şimdiye kadar olan “savaşlarda” düşman, cepheden gelirken; Şimdi ise yöntemini değiştirerek dost görünümüyle sağdan yaklaşmaktadırlar. Kolumuza girip birlikte yürümeyi öneriyorlar. Böylece hedefi saptırmak daha kolay ve daha kalıcı oluyor. Onların tabiriyle daha sofistike yöntemlerle yapmaya çalışıyorlar. Büyük oranda başarılı olduklarını görmek ise, bilen akıl ve izan sahiplerini fazlasıyla üzüyor. Bu durumdan rahatsız olması beklenen din-i-darlar ise, projenin taşeronluğunu icra etmekten büyük bir memnuniyet duyuyorlar.

Ormanı kesen “balta misali” içlerinden birileri de dini kullanmalarını ve bu yöntemin daha etkin ve kalıcı olacağını öğütleye biliyor. Nasıl olur diyenler, Türk siyasi hayatının son 40 yılına bir göz atsınlar. Dünün İslamcılarından bu günün demokratları, liberalleri, mega laikleri nasıl türetildi dersiniz? Şimdilerde düşman ilan edilen Paralelcilerin tertip etmiş olduğu Abant toplantılarıyla bu milletin “okuryazar” kadrolarının istenilen kıvama nasıl getirildiklerini bilmeyenimiz var mıdır? Bunların sonuç bildirgelerinde İlahiyatçıların dilinden : “ Demokrasi eşittir İslam. Bu nedenle Müslümanlar iki kere demokrasi demelidir” sözlerini unutmuş olamazsınız!..

Bu toplantılar uzun süre gündemi işgal ederek maksat hâsıl oluncaya kadar devam ettirilmişti. Nihayet bu kulvarlardan geçilerek İslam’ın devlet isteminin olmadığı, Peygamberin eliyle icra edilen yapının kabile asabiyetinin sonucu olduğunu, bununla bugün bir kasabayı bile idare etmenin mümkün olmadığını yüzleri kızarmadan söyleyebilmektedirler. (Hal bu ki, o günün Müslümanları İslam’dan almış oldukları güç ile Arap yarımadasından Orta Asya’ya uzanan coğrafyada Bizans imparatorluğunu dize getirmiş, İran’da Sasani imparatorluğunu tamamen yok etmiş İstanbul’u kuşatmış;  İspanyadan kuzey Afrika’ya, Cebeli Tarık’tan Atlas okyanusuna kadar uzanan coğrafyaya hükmetmişlerdi.) Bu gün bu düşüncenin ulaşmış olduğu nokta şöyle ifade ediliyor: “İslamın en son varacağı nihai hedef demokrasidir. Demokrasi gelinecek son noktadır.”

Bunu iki ilahiyatçı 70 milyonun önünde görsel medyada söylüyor da, hiçbir tepki almıyorsa, değişmeyen ne kalmıştır dersiniz bu insanlarda? İnsan, Rabbine karşı bu kadar nankör olabilir mi? Allah, dininin adını yanlış koymuşta siz mi düzeltiyorsunuz? Yoksa sizin düzelecek yeriniz mi kalmadı demeli değil miydik? Bu değiştirme ve dönüştürme yöntemi, tohumdaki çimlenmeyi gerçekleştirip benzerini üretecek olan embriyo’yu öldürmektir. Aynen bir buğday tanesini kavurgalaştırmak gibi. Kavurgadan asla bir buğday filizi üretemezsiniz. Bir fikrin hâkimiyet düşüncesini yok ettiğiniz zaman, geride kalan sadece enkazdır. Ondan kendisini inşa edecek bir işlemi asla gerçekleştiremez. Eylemi doğuran düşüncedir. Düşünceyi bozduğunuz zaman ondan doğacak eylemi de bozmuş olursunuz. Bu aynen havuza akan suyun yolunu değiştirmek gibidir.

Suyun yolu değişince havuz yerinde dursa bile artık su ile dolmayacak; havuz da havuz olmaktan çıkacaktır. İnsanlık tarihi boyunca bu mücadele devam etmiş; incelmiş ama asla üzülmemiştir. Bozulan suyollarını yineleyen Elçiler gönderen Allah, tarihe müdahale ederek, İslam havuzunu insan seliyle doldurmuş, dinini yeniden ihya ederek insanlığı onunla şereflendirmiştir. Elçilerden sonra aynı vahyin varisleri olduklarını kabul edenlerin de bu görevlerini yapmaları gerekmektedir.

Bunlar toplumlara hakkın tebliğini yaptıkları sürece halk bilinçlenecek ve hakkı ayakta tutma şerefine ulaşacaklardır. Aksi halde: “İslâm’a çağırıldığı halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir! Allah, zalimler topluluğunu asla doğru yola ulaştırmaz. Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen o’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve peygamberine iman edip, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad etmenizdir. Eğer bilirseniz;  sizin için en hayırlı olan budur.” (Saf 61 / 7-11)                                                                                                                                                            ..iktibasdergisi.