Dava, siyaset ve samimiyet

Ömer ALTAŞ

VAN 24.05.2016 11:45:33 0
Dava, siyaset ve samimiyet
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Sevdiğinin evinin kapısı önüne, sektirmeksizin her gün, bir adet kırmızı goncagül bırakan delikanlının samimiyetinden şüphe duyulur mu?

Olağanüstü ilgi, kıza kendini kraliçe hissettirmektedir. Âşık bundan emindir. Cesaretini, canlı tutan bu inançtır.

Delikanlı sevdiğinin etrafında pervanedir ama ona en küçük bir eziyet vermemektedir.

Aşkını her seferinde birbirinden şık özel hareketlerle göstermektedir.

Tüm mahalle olan bitenin farkındadır.

Yürekler, erkekten yana duaya durur. Kız fazla mağrur olmakla suçlanmak üzeredir.

Söylentiler, dedikoduya evirilmek için yekinmektedir. Derken kız bir gün, planlayarak kendini erkeğe denk getirir.

Delikanlı kendi yeteneği olduğunu düşündüğü bu kesişmede sevdiğine gülümser.

Kız ifadesizdir. İlk defa delikanlının gözlerinin içine bakar, bir ‘sevdiği’ olduğunu söyler.

“Benden uzak dur!”

Delikanlı donar.

Kendine geldiğinde öfkenin kendini teslim aldığını görür. Sevdiğine zarar verme duygusunu dizginleyemez.

Hayatı ters dönmüştür. Centilmenliği unutur, bu kez rahatsız etmek için elinden geleni yapar.

Mahalle anlar ki, âşık samimi değil bencildir. O güne kadar egosu ve hevası için paralanmıştır..

Dava ve siyaset de tıpkı aşk gibi aynı duygu ligindendir.

Üçünün de öldüren, dirilten ve zehirleyen bir yönü vardır.

En yalanla en gerçeğin bu kadar iç içe geçtiği başka bir makam yoktur.

Ama hayat simyacıdır.

Üçü içindeki asıl cevheri ortaya çıkarıncaya kadar bu makamı sınar durur.

“Davam için ölürüm. Davam her şeyden önce gelir ” diyen bir dava adamının samimiyetinden şüphe duyulur mu?

Ya da:

“Millet için siyaset yapıyoruz. Vatana, devlete canım feda. Naçiz varlığımın önemi yoktur” diyen bir siyaset adamının içtenliğinden kuşku duyulur mu?

Oysa hayatta mühlet çoktur, acelesi yoktur.

Bu sözlerin söylenmesine uzun süreli izin verir.

Ama gün gelir:

Dava, müminine istediğini vermez.

Siyaset, kariyeri bir gün yere atar.

Artık sırat kurulmuştur; dava adamı ya aşağı düşecektir ya da yürüyüp gidecektir.

Artık siyaset bir cenderedir; siyaset adamı ya terbiye olacak ya tasfiye olacaktır.

Aşkın özünü açığa çıkaran simyacı; dava ve siyasetin özünü de böylece ortaya çıkarır.

Kalbi kırık olanın önünde iki yol vardır:

Ya izanı ve adamlığı bırakarak her şeyi tersine çevirir. Ayakta kalanlara, pozisyonunu koruyanlara, diğer dava adamlarına hatta davasına kara çalar ve hedef saptırır.

Ya siyasete, siyasetin fıtratına ve siyaset erbabına t’an eder, yeni bir klik inşa eder.

Ya da asla söylenmez, sızlanmaz, yakınmaz,  razı olur, tevekkül eder, hayat kanunlarına, yaşamın ironisine saygı gösterir kendine, Rabbine ve milletinedöner.

Huzurla, özgüvenle, metanetle, kararlılıkla daha önce bıraktığı yerden devam eder.

Samimiyet testini geçer.

Gel gör ki, çoğunlukla âşık yoktur. Dava adamı yoktur. Siyasetçi yoktur.

Aşk fetişisti, dava fetişisti ve siyaset fetişisti vardır.

Aşk, dava ve siyaset daima kendilerinden inşa edilen totemlere kurban edilirler.

Onlar mahiyete, keyfiyete, asla ve hikmete değil şekle, görünüşe, endama, bir resme, somuta, şana, nama, bir isme, tabelaya, simgeye ve ya bir sembole tazim ederler.

Putperestlik ve paganlık, insanlık tarihi kadar eskidir.

İnsan, gördüğüne ve dokunduğuna tapmak ister.

Yoksa şayet, yapar tapar.

İsrail Oğullarına buzağı yaptırıp taptıran ruh evrenseldir, ezelidir, bugün de devam etmektedir.

İbrahim’in İslam’ı, ikonu, totemi, alanlardaki somut putları kırmış; Muhammed’in (AS) İslam’ı, işte bu derunda kaim, iç, soyut putları yıkmıştır.

Zira insan çok geçmeden aşkını, sevgisini, davasını, ideolojisini, örgütünü, cemaatini, ırkını, atasını, makamını, servetini, politik görüşünü, derneğini, vakfını, partisini, kariyerini, yaşam tarzını, şeyhini, hocasını tanrılaştırır.

Bir olguya, tazim ve hürmette aşırıya kaçar.

Koca bir inancı bir faniyle tanımlar.

Beşeri kutsala eşit kılmak insanın doğasındandır.

Başlangıçta din bunun için resim ve heykel sanatına mesafeli kalmıştır.

İlk müminlerden çoğu Hz. Muhammed vefat edince şok oldular. Ne yapacaklarını şaşırdılar.

Travma yaşadılar.

Hakiki bir muvahhit onlara haykırdı:

“Ey insanlar!

Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki o Hayy’dir.”

Devam etti:

Siz Allah’ın ayetini ne çabuk unuttunuz!

 “Muhammed bir elçidir. O ölür ya da öldürülürse siz geri geri mi gideceksiniz. Kim geri dönerse Allah’a bir zarar vermez. Şükredenlere mükâfat vardır.”

Muhammed (S); İslam’la, Allah’la ve davayla eşit değildir.

Kendini fazla kaptıran sahabeler öze dair bir ayar daha aldılar.

Dava, zafere ve mutlak başarıya eşit değildir.

Dava, bol kazanca ve temettüye eşit değildir.

Dava, iktidara ve hükümranlığa eşit değildir.

Dava, kariyere ve ayrıcalığa eşit değildir.

Dava aynı zamanda yokluk, zorluk, mihnet, yenilmek, kaybetmek, elde edememek, ulaşamamak, kavuşamamaktır.

Bir kişi, bir topluluk, bir cemaat, bir önder; çelişki vaki olduğunda ya da oyundan düştüğünde kaçıyor, söyleniyor, kanaat etmiyor, hizmetten geri duruyor, yılıyor, kahrediyor, bırakıyor ve arkasını dönüp gidiyorsa demek ki önceki iddialarının hiçbiri hakiki değildi!

Gerçek değil, kendini kaptırmıştı. Ancak kendini kaptıranlar hayal kırıklığı yaşar, ruhları tuz-buz olur.

Toplum anlar ki, o da bugüne kadar nefsi için çalışmıştır.

Türkiye siyasetine, kim hangi perspektiften bakarsa baksın, meşrebi ne olursa olsun, düştüğü, kırıldığı, gönül oyduğu yerden herkes ayağa kalkmalı, iddia edip durduğu dava ve siyaset yoluna devam etmelidir.

O mebzul miktardaki karmaşık sorunlar, eksiklikler, gedikler, nedenler, bahaneler hep vardı yeni türemediler.

Bilinmeli ki, siyaset; dişlileri el ve koldan mamul koca bir çarktır bir gün her yakındakini tokatlayacaktır.

Bugün kendi başına gelen dün başkasının başına gelmişti yarın diğerlerinin başına gelecek.

Siyasette devran dönecek, güç sahipleri zeval olacak.

Herkes sıkı bir imtihandan geçecek. “Sizin başınıza gelmeyeceğini mi sandınız?”(Bakara 214)

Gereği yerine getirilmediğinde yeni Türkiye müktesebatı elden çıkar, galibiyet mağlubiyete dönüşür.

XI. asrın tanıkları aynen şunu söylüyorlar:

“Müslümanlar Akdeniz’in her tarafında hâkimiyet kurmuşlardı. Majorca, Minorca, İbiza, Sardina, Sicilya, Pantelleria, Malta, Girit ve Kıbrıs gibi sahillere Rum ve Frenklerin öbür ülkelerine malik olmuşlardı. Deniz yollarında rahatça dolaşırken Akdeniz boyunca Hıristiyanlara ait bir tahta, bir sandal dahi görünmüyordu.”

Sonra zaaf ve acz kapılarını çaldı. Bölündüler. İşler tersine döndü.

Bugün vatana, millete, davaya, devletin dönüşümüne ve demokratikleşmesine düşmanlık edenler kendileri lehine bir rüzgârın esmesini beklemekteler.

Günü birlik, pratik, dönemsel, geçici, cüzî, mevziî, indî, nefsî detaylarda oyalanmadan, “küllî değer”, “ortak kader” adına, “daha iyi” için mücadele etmeli.

Rüzgâr tersten esmeye başladığında en az bir yüzyıl beklemek gerekeceğini bilmeli.