Cennete Uçuran Tılsımlı Sözler Keşfedilmeden Önce...

Ramazan Yaman

VAN 15.11.2017 08:54:01 0
Cennete Uçuran Tılsımlı Sözler Keşfedilmeden Önce...
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Zamanlardan bir zamandı. O vakitler peygamber bile geleceği bilmiyordu. "Bana ve size yarın ne olacağını bilmem" diyordu. Şimdiki kadar geniş değildi dinde imkânlar! Bilmem kaç kere bilmem neyi tekrar edince her kötülükten kurtulup, her düşmanı bertaraf edip, her arzuya kavuşma imkânı yoktu! Allah o zamanlar zamandan mekandan münezzeh bilinirdi! Ve kimsenin bedenine bürünmüyordu! Şimdiki kadar gelişmemişti “din teknolojisi!”

Yatak odasından düşmana ateş edilen milyon kilometre menzilli baston görünümlü silahlar icad edilmemişti! Düşmanın üst düzey teknolojik silahlarını mehdi’nin, imamın, gavsın orduları “ezip geçtiği” halde, her salavat bir gülle olduğu halde hep ümmetin evlatları ölmüyordu! Din endüstrisi bu kadar gelişmemişti. Allah'ın tekelindeydi din! Kimse Allah ile pazarlık yapamıyor, her inanmış ademoğlu, inne lillah ve inna ileyhi raciun diyerek teslim olmuştu. Kimsenin yarına dair garantisi yoktu. Abdullah’ın oğlu Muhammed’in bile!

Düşmanın silahıyla silahlanılıyor, düşmanın imkanlarıyla “imkanlanılıyordu!” Akıl dediğimiz nimetin kullanılması gavura caiz, Müslümana haram değildi! Soru sorulabiliyordu peygambere; 

 

“Ey Anamı babamı yoluna kurban edesim gelen Allah’ın elçisi; bu şahsi fikriniz midir vahiy midir?” “Değildir kazın hendekleri şehrin etrafına!” diye cevaplar alınıyordu! Uhud düzlüğünde vahiy ile değil, beşeri kararlar ile çıkılan ve kazanılacağına inanılan savaş bile kaybedilebiliyordu! Şimdiki kadar gelişkin olsaydı din teknolojisi, uhuda dökülmeye, saldırı savaşına ne gerek var… tepeye gaflete düşecek okçuları dizmenin ne anlamı vardı! Fakat bir an sonrası bilinmediğinden, yani insan, insan vasfını/niteliğini aşıp cinciliğe, periciliğe, kahinliğe soyunmadan önce savaş ve barış işleri hiç kolay değildi!

Dinin direkleri vardı! Allah çatmıştı bu direkleri! Kimseye; ama hiç kimseye bırakmamıştı! Dinin direkleri, akıl, adalet, ibadet, merhamet ve gayba iman idi! Yeryüzünde ayakları yere değen, başı gökyüzüne çok uzak bir insan peygamberin şahsına inzal edilen Allah’ın ayetlerine, insan olma arzusu taşıyan, rabbinden sonsuz bir yurt beklentisi içine giren her iradeli varlığın iman etmesi gerekiyordu!

Peygamberlerin de hesaba çekilecek olması peygamberi korkutuyordu! Şimdiki kadar gelişmemişti ukbadaki yerini ve yerleri temaşa etme yeteneği hiç kimsenin! Peygamber, öz kızı adına bile korkuyordu! Eşi adına, ashabı adına, ümmeti adına korkuyordu! Doğruydu: İnsan sonunu göremediği, mahiyetini bilemediği bir yerden korkardı! Fakat umut etmek gibi bir üstünlükleri olduğundan, rahmetinin gazabını geçtiği bir Allah’a iman ettiklerinden, sırattan eteklerine tutunacakları fanilere ihtiyaç duyulmuyordu!

Hak ile batılın, tevhit ile şirkin çizgileri netti. Hak batıla, batıl hakka bu kadar karışmamıştı. Ebu cehil ile Ebu Bekir aynı urbaları giymesine rağmen, birbirinden gece ve gündüz gibi ayırt edilebiliyordu. Kisveler altında gizli değildi şirk taşıyan göğüsler! Hiçbir kisve hiçbir şirki örtemediği gibi kimsenin imanının kaç fit yükseklikte olduğununda ölçüsü sayılmıyordu! Peygamberin bedeninden sadır olanla, bir bedevinin bedeninden sadır olanlar aynı muhtevaya sahipti! Risaletin önünde duran sözler, vahyin ışığına gölgesi düşmüş artistik, akrobatik hareketler satılmıyordu pazarlarda! İnsan fiillerinin mahkumuydu! Ve gayreti kadar hayra ve korunmaya sahipti. Din endüstrisi korunaklı kefenler yapamamış, dere ağzına yapılan binaların enkazından koruyan takunyalar icad edilememişti mesela!..

Adamlara ve kadınlara kısaca Müslüman deniliyordu. Bu ismin ardına önüne markalar konulmadığı gibi bütün müminler aynı kategoride idi. “Günahölçer” cihazları da yapılamamıştı daha! Cehennem ateşinden kimin katarına dahil olmakla kurtulunacağı keşfedilmemiş, hangi boydan, hangi soydan, hangi aşiretten, hangi milletten olduğunun ne kadar veya kaç arşın farka sahip olduğunun çetelesi tutulamamış, kimin eteklerinin daha kavi olduğu ve sıratta kaç insan taşıyabileceğinin hesabı kayıt altına alınamamıştı. Fosforlu ve tılsımlı sözlerde keşfedilememiş, hangi yerde, hangi zaman diliminde, hangi taşları sayarak kaç salavat karşılığı cennetten kaç huri sahibi olunacağı kimsenin bilgisi dahilinde değildi.

Çok kolay yaşanıyor, çok kolay ölünüyordu! Basit bir denklem vardı! Hayırlılar bu tarafa, şerliler şu tarafa! Allah’a güzel bir borç verenler - Allah’a karşı haddini bilmeyenler ve mütekebbir bir hayat sürenler! Büyük günahkarların imdadına yetişen, onları bir şahin gibi nar’ın ortasından kapıp cennet köşklerine yerleştiren kutsal adamlar daha doğmamışlardı!

Zamanın Bedii yalnızca Allah’dı. Mevla Allah’tı tek.. Mezhebler meşerebler camialar keşfedilip dört bir yandan Allah’ın dinini kuşatabilen birer yapı olarak kullanılamıyordu! Her bir şeyi bizler daha sonra keşfettik! Cennete giden yolların mazlumun hakkının, yetimin ölüsünün üstünden geçtiğini, cehennemin yolunun takke, şalvar, cübbe, sakal, sidik, sümük, idrar, soy boy mezheb meşreb ve bilumum aidiyetlerle tıkanabildiğini keşfederek mahşere doğru büyük bir güvenle yürüyoruz!

Ve bütün bunları keşfetmişliğin müstekbir edasıyla sırtımızdaki öte yakada bizi yakmaya yarayacak odunları hiç fark etmiyoruz! Hepimiz cennetten dünyaya tatile gelmiş birer “oryantalist turist” gibi hissediyoruz kendimizi ve ötekini ilk defa keşfediyor muşuz gibi tanımaya değil tanımlamaya çalışan birer kibir yumağı olarak nefes alıp duruyoruz! İmanımıza değil, her birimiz hakikatin elimize geçirdiğimiz birer parçasına güvenerek kurtuluş umuyoruz! Tüm bunları peygamberin bilmediğini ve böyle bir yöntemi neden keşfedemediğine hiç şaşırmıyoruz!