ÇAĞIMIZIN FİTNESİ YA DA SİYASALDAN SOYUTLANMIŞ DİN ANLAYIŞI “TEVHİDDEN BAĞIMSIZ ADALET ARAYIŞI” ÖRNEĞİ

Ramazan YAZÇİÇEK

VAN 31.08.2016 11:49:22 0
ÇAĞIMIZIN FİTNESİ YA DA SİYASALDAN SOYUTLANMIŞ DİN ANLAYIŞI “TEVHİDDEN BAĞIMSIZ ADALET ARAYIŞI” ÖRNEĞİ
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Kişi, içinde bulunduğu şartları doğru okumazsa neyin hak neyin batıl olduğunu bilemez. Batılı haktan ayırt edebilmenin yolu, öncelikle hakkın ne olduğunun bilinmesine bağlıdır. Aksi takdirde kişi bir meseleyi hak sanarak batıla düşebileceği gibi batıl dediği bir konuda da haktan uzaklaşabilir. Müslümanlara göre gerçekte hak ve batılı tanımada ve sorunların çözümünün nerede olduğunu bilmede bir belirsizlik söz konusu değildir. Malum olana gelince bu, yol gösteren, hakkı batıldan ayırt eden Allah’ın kitabı ve vahyi tebliğ ederek açıklayan Resulullah’ın sünnetidir.
Güncelleme: Bu yazı 01.11.2014 tarihinde sitemizde yayınlanmıştır
Modern dönem okumalarına hâkim olan hava, aydınlanma felsefesinin aklı merkeze alan anlayışına dayanır. Bu, benmerkezci bir yaklaşımdır. Kur’an’da ilk insanın yaratılış kıssasındaki anlatılara konu olan tavır, bugün modern aklın düştüğü hatayla benzerlik arz etmektedir. Burada, kendini yeterli görme (istiğna)(2) neticesinde isyan ile haddi aşma; büyüklük taslamaya kalkışma (tuğyan)(3) vardır. Rabbimizin bu noktada uyarısı, her ne hâlde olunursa olunsun sonunda dönüş yerinin (rücu) Allah’ın emrine olduğu yönündedir.
Modern Batı’nın bütün hedefi, İslam ile Müslümanların arasını açmaktır. Keza varılan noktada Müslümanların arasını açmak gibi bir hedef Batı tarafından çoktan aşılmıştır. Müslümanların İslami kimlikleriyle bir daha ayağa kalkmamaları için İslam’ın temel prensiplerinden ve hatta İslam’dan şüpheye düşmeleri amaçlanmaktadır. Batı merkezli bütün teolojik üretme ve yönlendirmelerin arkasında bu kasıt yatmaktadır. Emperyal dünya hedeflerini gerçekleştirmenin imkânını içeren teolojik imkân arayışında görmektedir. Buna ulaşmanın en kestirme yolu ise Kur’an’ın genetik kodlarıyla oynama hadsizliğinde görülmektedir.
Kaygımızı besleyen yukarıdaki durumun varlığı, kendi gerçeğiyle yüzleşmeye cesaret edemeyen gelenekçi, sığınmacı, lafızcı mantığın tezellül hâlini ortadan kaldırmaz. İşin bu yönü, bu yazının konusu dışındadır. Burası da önemle değerlendirilmesi gereken bir mesele olup bizce öteki cehenneme işaret etmektedir.
Geleneksel zeminde oluşan tahrifat ve tahribatın faturası, sorumlularından ziyade bizatihi İslam’a kesilmiştir. Özellikle dönemsel olarak yaşanmış olan iktidarın İslam’ı tecrübesi, İslam’ın iktidarının savunulmasına engel olmuştur. Bu haksız yaklaşım birçok müsteşrik tarafından gösterildiği gibi modernist cenahın yerli ağızları tarafından da sergilenmektedir. Sanırım burada temel saik İbn Haldun’un, “mağluplar galipleri taklid eder” dediği yenilgi psikolojisine duçar olunmasıdır. Ancak bu psikolojinin esirleri unutmasınlar ki yenilen İslam değil belki İslam’a müntesiplik iddiasında bulundukları hâlde gerçek manada ittiba etmeyenlerdir.
Batı’nın kutsala açtığı savaşın yerli dili İslam’a karşı pervazsızca uygulamaya konulmuştur. Bu yaklaşım “hakikatin neliği” sorusunu anlamsızlaştırmış, “değerin buharlaşması”na sebep olmuştur. Gaybi iman hakikatinin akılcı zeminde reddi ve/veya nasların aşırı yoruma tabi tutulması, ifsad edici kastı gerçekleştirmenin yöntemi olarak öne çıkmıştır.
Müslümanların tarihsel kültürleriyle yüzleşme zarureti vardır. Bu yüzleşme, Kur’an vahyi ekseninde gerçekleşmelidir. Oysa bugün kendi üretilmiş miraslarıyla yüzleşme zorunluluğu, yerini, İslam ile mahsuplaşmaya bırakmıştır. Bu zeminde gelişmeler kastı mahsus taşımıyorsa şayet, en makul ifadeyle ferasetsizliktir, gaflettir. Son vurgumuzla altını çizmek istediğimiz husus, İslam’ın protestanlaştırılmasına karşı olduğumuz gibi muharref geleneksel Ortodoksiye de razı olmayacağımızdır.
Yaşadığımız çağ, farklı yeni dinlerin ortaya çıktığı bir çağdır. Bu üretmelerde İslam’ın kavram ve ibadet şekilleri de kullanılmaktadır. Oluşan yeni batıl dinler, kendilerine ait kavram ağları, formları, ritüelleri ve hatta modern yüzleriyle tapınakları olan eklektik, plüralist (çoğulcu) karaktere sahiptirler. İlgili paradigmalar, inançsal tasarım olarak gizemci, bağdaştırmacı (senkretik) zeminde oluşmaktadır. Teolojik bir dil kullanan bu yaklaşımlar, siyasal hedefli olup ideolojik tavırlar sergilemekte ve çoğu kez gerçek kasıtlarını örtmektedirler.
Modern paradigmaların oluşumu küresel konjonktürden bağımsız düşünülemez. Batı askerî, ekonomik ve siyasienstrümanlar yoluyla hegemonyasını sürdürmeye çalışıyor. İçinde yaşadığımız süreç sancılı ve kaotik bir geleceğe işaret ediyor. Bunun sebebi Batı Uygarlığı’nın yaşadığı serüvenin gizli kodlarında saklıdır. Keza Batı, bozuk bir tanrı anlayışından kaçarken topyekûn Tanrıya savaş açmıştır. Bu gerçek ortadayken bugün, onların amaçlarına/hedeflerine çanak tutulması, onların dinlerinde ihtilafa düştükleri hataların misliyle takip edilmesi gibi bir vahamet söz konusudur.
Dün kendisiyle yanlış istidlalde bulunulmuş, Kur’an ve sünnetin bütünlüğünden uzak ilimsizce ortaya sürülmüş birçok mesele, bugün sanki hiç konuşulmamış gibi tekrar gündeme getirilmektedir. Bu üretmelerle elde edilenler çoğu kez bağlamından koparılarak Müslümanların tekrarla önüne sürülen şâz düşüncelerdir. Bu zeminde yapılan tartışmaların çoğu sıhhati meşkûk hadis ve siyer vakıaları üzerinden yürütülmektedir. İlgili yönelimlere kaynaklık eden asli delil ve nasların ertelenip arızi ve ancak kendi bağlamında gerçek anlamını bulabilen parça bilgilere tutunulmuş olması, her şeyden önce ilmî hassasiyetle örtüşmemektedir. Nitekim bahse konu tavırlar, Kur’an’ın bütünlüğünden uzak bir tutarsızlığa işaret etmektedir. Sürekli nazara sunulan tartışma konularıyla naslar, sanki şüpheye, tartışmaya açıkmış izlenimine maruz bırakılmaktaİslam’a dönük şüphe tohumları ekilmektedir.
İslam, çağı şekillendirme hedeflidir. Bu hedef, İslam’ın hem din hem devlet özelliğindendir. Hedefi gerçekleştirmenin zorunlu yolu siyasi iradeye sahip olmaktır. Burada şartların yok ettiği bir iradeden bahsetmiyorsak şayet -ki bize göre ümitsizliğe yer yoktur- geriye, iradesizliğin(!) dönerek kendi gerekçelerini yok etme ameliyesi yani tahrife kilitlenmiş bir iradeden bahsedilebilir. Bir tarafta, şartlara göre yaşama ve bir müddet sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlama zilleti var. Diğer tarafta ise inandığı doğrultuda yaşanabilir bir dünya kurmaya niyetlenmiş ceht ve gayret. Bu durum iki ayrı irade beyanının tezahürüdür. Birincisi, medyatik kirli bilginin zebunu olarak ve derken bizatihi kirli bilgi üreten zamanın köleleştirdiği batıl düşünceyi gösterir. Burası, kendini tatmin zemininde batıl düşüncelere şerh düşme zelilliğine duçar olmaktır aynı zamanda. İkincisine gelince, zamanın, şartların farkında olarak vahyin aydınlığında ihya ve inşa sorumluluğunu ifa etme iradesine sahip çıkmaktır. Farklı bir ifadeyle bu, çağı, Kur’ani emirler doğrultusunda yeniden inşaya sahip çıkma iradesidir.
Çağımızın Fitnesi
Müslümanlar için bugün üzerinde durulması gerekli olan öncelikli mesele nedir? Hayati ehemmiyet arz eden bu soru, “içinde bulunulan an”ın vacibini idrak etme zorunluluğundandır. Müslümanın bu zorunluluğu, dini doğru anlaması, cahiliyeyi ve küfrü doğru tanıyıp ondan uzaklaşması cihetiyledir. Bu, Müslümanın, tevhid istikameti üzere yürümesi mükellefiyetinden, “gündemi, şer’an hüsni kabul görür kılmak” mecburiyetindedir.
Kişi, içinde bulunduğu şartları doğru okumazsa neyin hak neyin batıl olduğunu bilemez. Batılı haktan ayırt edebilmenin yolu, öncelikle hakkın ne olduğunun bilinmesine bağlıdır. Aksi takdirde kişi bir meseleyi hak sanarak batıla düşebileceği gibi batıl dediği bir konuda da haktan uzaklaşabilir. Müslümanlara göre gerçekte hak ve batılı tanımada ve sorunların çözümünün nerede olduğunu bilmede bir belirsizlik söz konusu değildir. Malum olana gelince bu, yol gösteren, hakkı batıldan ayırt eden Allah’ın kitabı ve vahyi tebliğ ederek açıklayan Resulullah’ın sünnetidir.
Her peygamber kendi dönemindeki cahiliye ile mücadele etmiştir. Peygamberler davetlerini içinde yaşadıkları toplumun fitnesinin izalesi yönünde yoğunlaştırmışlardır. Peygamberlerin tevhid mücadelesi boyunca ortaya koydukları tavır bu minval üzeredir. Dolayısıyla Resulullah’ın daveti de kendi toplumunun şirkine yönelik olmuştur. İlk dört halife, Ömer bin Abdülaziz ve sonra gelen âlim ve ihya öncüleri hassasiyeti karşılaştıkları öncelikli problemlerin çözümüne dönük göstermişlerdir. Bu tutum, İslam davetinin muhtemel sorunlardan önce bizatihi yaşanan sorunlara yönelik yapılması gerektiği kanaatindendir.
İslam âlimleri, yaşadıkları dönemde açık küfür olan inançlarla mücadele ettikleri gibi İslami kavram ve ifadelerin kullanıldığı, İslam dairesi içinden dillendirilen ve fakat İslam dışı olan düşüncelerle de mücadele etmişlerdir. Buradan ihya tarihi boyunca mücadelenin seçici ve aktüel fitneye dönük yapıldığını görmek mümkündür.(4) İlgili hassasiyet bize ihtiyaçları öncelemek; enerji, çaba ve sabrı oluşmamış problemler için zayi etmemek gerektiğini öğretmektedir.
Fitne,(5) “tefrika, karışıklık, kargaşa insanı hak ve hakikatten saptıran, sıkıntıya belâya düşüren, Müslümanların zararına sebep olan iş, düşmanlığa sebep olan şeyler”dir. Tarih boyunca fitne, bazen bizatihi küfür, şirk şeklinde ortaya çıkmış bazen de Müslümanların nifaka düşmelerine, ihtilaf ve savrulmalarına sebep olmuştur.
İslami meşruiyeti olmayan inançların savunulmasından daha tehlikeli olanı, bunun tahakkuku için bizatihi teolojik alt yapı oluşturma çabalarıdır. Bu çaba içinde olanların varlığı ve ortaya koydukları fasid okumalar, İslam düşüncesini tehdit eder boyuta varmıştır. Nitekim küfür ve savunusu açık ve net olduğu hâlde küfre meşruiyet sağlama makamında olanların durumu ve ortaya attıkları düşünceler her zaman bu denli açık ve anlaşılabilir değildir. İslam’a savaş açanlar çoğu kez referanslarını yine İslam’dan sağlamaya çalışmışlardır. Bunlar, hak ve batılı sürekli harmanlamış, gri ve bulanık kanaatler ortaya koymuşlardır. Müslümanlar, Kur’an’da bu tür ifsad edici düşüncelere karşı uyarılıp ısrarla sakındırılmışlardır.(6)
Cahiliye her an yeni yüzlerle ortaya çıkmaktadır. Bu risk, imtihanımızın da konusudur. Bu gerçekten hareketle fitnenin ortadan kaldırılması salt sembollerin izalesinden ibaret görülmemeli ve firavunları ayakta tutan unsurun köleleri olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu hassasiyet, fitne dediğimiz şerri (şeytani, Allah’a karşı asi) duruşun amillerinin doğru teşhis edilip ortadan kaldırılma mecburiyetindendir.
Buraya kadar vurguladıklarımız zamanımızın fitnesinin ne olduğunun doğru teşhis edilmesi gereğine dairdir. Keza Müslümanlar, bütün mesai ve enerjilerini güncel/yaşayan fitnenin define yönelik harcamak zorundadırlar. Bu noktada günümüz Müslümanlarının üzerinde yoğunlaşarak tebliğ edip gündeme getirmesi gereken asıl meselenin ne olduğu sorusunu sorabiliriz kanaatindeyim.
Zamanımızın en önemli fitnesi, teşride (yasama ve hüküm koyma), Allah’tan başkalarının hak iddia etmesi ve kanun koymaya kalkışmasıdır. Gerçekte bu, Rablik iddiasında bulunma; Kur’an’ın tabiriyle tağutlaşmadır. Tağutlaşma en yalın hâliyle Allah’a ait olan yetkinin yetkisizler tarafından gasp edilmesidir.
“Tağutlaşma” denilen fitnenin neyi içerdiği doğru anlaşılmalıdır. Bu hakikat salt ideolojik formatta ele alınarak çarçur edilemeyecek kadar önemlidir. Yine bu hakikat Allah’ın mutlak egemenlik ve otoritesi dışında süfli anlamlandırmalara hasredilerekten de geçiştirilemez. Burada meselenin daha girift yönü, farklı veçhelerle ortaya konulan kimi yaklaşımların tağutlaşma fitnesine bilakis çanak tutucu oluşundadır. Bu risk doğru okunmadığı takdirde İslam düşüncesinden uzaklaşmalar ve dillendirilen batıl söylemler karşısında gerekli hassasiyet sağlanamayacaktır. Evet, günümüz fitnesi diye tanımladığımız tağut kavramı doğru tanınmadığı durumda, tağut, bilakis tağuti sistemlerin meşruiyet çanağına dönüşme riski taşımaktadır! Bu sebeple Müslümanlar öncelikle kavramsal anlamda kabul ve retlerini doğru oluşturmalı ardından bunu mücadele alanına taşımalılar.
Bugün yüz yüze olunan emperyal projeler kimi yerli formlar eliyle yürütülmektedir. Bunlar, “demokratik devlet” ya da vahiyden soyutlanmış “adalet devleti” gibi ifadelerde kendisini bulmaktadır. Tarihselci, seküler ve sentezci bir zeminden kalkılarak ortak payda oluşturma çabasına dayanan bu yaklaşımların İslam ile alakası yoktur.(7) İslam’ın iktidar talebinin olmadığı fikri aslında siyasaldan soyutlanmış din anlayışına dayanmaktadır. Buralarda günübirlik üretilen siyasi-konjktürel mülahazalarla İslami kimlik bulandırılmakta ve temel referanslar değiştirilmek istenmektedir.
Günümüzde tahrifat birkaç ittifak üzerinden yürütülmektedir. Bu ameliyenin üzerinden yürütüldüğü kavram ve konuların bilinme zorunluluğu vardır ve bu son derece önemlidir. Lakin bir meselenin zemininde geliştiği fikrî kodlar bilinmeden tartışılması sadece magazine malzeme olabilir. Bugün fitnenin üzerinde yürütüldüğü yer, İslam düşüncesinin protestanlaştırılması; farklı bir ifadeyle, dinin/hayatın sekülerleştirilmesidir. Tağutlaşma olarak ön plana çıkan bu fitne, çoğulcu din anlayışı zemininde gelişmektedir.
Tecdidin Reformizme tahvili diyebileceğimiz evrilme, şeriatsız din ya da siyasetten soyutlanmış şeriat telakkisi gibi konulara, Peygambersiz din arayışlarına, her dini meşru ve hak görme sapkınlığına dönüşmüştür. İlgili modern sapmalar, farklı dinlerle asgari müşterekte buluşma temayülüyle yürütülmektedir. Bu tür düşüncelerin hizmet ettiği alan, Kur’an’da vazolunan hukuki prensiplerin yok sayılması gerektiği, bu alanı düzenleyen hükümlerin tarihsel olduğu ve evrensel bir geçerliliğinin olmadığı(!) alandır.
Sürecin geldiği nokta, devlet talebi olmayan bir İslam algısı ya da tevhitsiz, İslamsız adalet anlayışı vahiyden uzak bir “adalet devleti”nin yeterli görülmesidir. Görüleceği üzere burada,iktidar talebinin ve hatta gereğinin olmadığı bir İslam algısı oluşturulmak istenmektedir. Bütün bunlar seküler zihnin ürettiği fasid söylemlerdir. Endişelerimizi besleyen tedirginlikte buradan kaynaklanmaktadır.
Bu başlıkların her biri ayrı bir çalışma konusudur. Ancak bu yazımızda ağırlıklı olarak tevhidve adalet kavramlarına dair mülahazalarla yetineceğiz.
Çoğulcu Din Anlayışı
“Farklı dinlerin ve geleneklerin biraradalığı imkânı arayışı” olarak tartışılan dinler arası diyalog faaliyetleri, bir noktadan sonra “dinlerin tabiatında var olan hakikat iddialarından feragat etmek gerektiği” talebine dönüşmüştür. Oysa bir arada yaşayabilme imkân arayışı ayrı, farklı doğruluk iddialarının denkleşmesi; dahası buharlaşıp aynılaşması apayrıdır. Nitekim dinlerin çokluğu vakıa iken dinsel çoğulculuk bu durumdan vazife çıkarma çabasındadır. Teopolitik bir söylem olan çoğulcu paradigma, dinlerin özellikle de İslam’ın hakikat iddiasından feragat etmesi talebi içermektedir. İçinde İslam’dan unsurların da olduğu sentezler “İslam demokrasisi”, “liberal İslam” gibi yaklaşımların çoğulcu din anlayışının renklerini taşıdığı görülmektedir. Dinler arası diyalog faaliyetlerinde dinlerin açık prensipleri pazarlık konusu edilmektedir. Bu zeminde ortaya konulanların İslam ile alakası yoktur.8
“Allah nezdinde hak din (ed-din) İslam’dır.”(9)
“Kim İslam’dan başka bir din seçerse bu ondan kabul edilmeyecektir.”(10)
Çoğulcu din anlayışının Müslümanlardan talebi siyasaldan soyutlanmış bir dindir. Bu durum Hz. İsa’nın ümmetinde yozlaşan din kavramı gibi din ile şerîatın birbirinden ayrılmasınaşerîatsız din inancına dayanır. Din ile siyasetin ayrışması, dinin uygulama alanı olan şeriatın bölünmesi, şeriatın reddi demektir. Bu telakki ile öngörülen esasen Nasrânîlerin başına getirilenin Müslümanların da başına getirilmesidir. Plüralizm için gerekli olan da böyle bir din anlayışıdır. Bütünüyle ifsad edici olan bu anlayışın da İslam ile hiçbir alakası yoktur.
Dün Din Olmayan Bugün de Din Olmaz
İman son kabul değil bilakis bir ön kabuldür. Keza iman analitik düşünme, bilgiyi determine ederek varılan bir sonuç ile elde edilmez. Aklın akletmesi, kevni ve münzelin yol göstermesi, tecrübî olanın fıtrat zemininde teyidi ile modern okuma araçlarından öte bir delillendirmedir. “Kur’an’a “önyargısız yaklaşma”ya sanki Kur’an’ın bir emri ve ilkesiymiş gibi sarılanlar ve ne dediklerinin farkında olmayanlar, diğer taraftan Kur’an hakkında yeni önyargıları insanların zihinlerine nakşetmenin mücadelesini veriyorlar.
İmam Malik (ra), “Dün din olmayan bugün de din olamaz.” demektedir.”11
Ebu Mes’ud el Ensari (ra): “Bana nasihat et.” deyince Hz. Huzeyfe bin El Yeman (ra) şöyle demişti: “Sapıklık, ancak önceden reddettiğini kabul etmen ve kabul ettiğini sonra reddedip terk etmendir. Din ile oynamaktan (nefsinin dilediği gibi yorumlamaktan) son derece sakın. Çünkü Allahu Teâla’nın dini değişmez.”
Muhammed bin Şirin dedi ki Adiyy bin Hatim (ra) şöyle söyledi: “Kesin olan şu ki sizler, reddettiğiniz yanlışları kabul etmeyip kabul ettiğiniz doğruları reddetmediğiniz ve âlimleriniz hiçbir kimseden korkmadan aranızda konuştuğu müddetçe asla haktan sapmaz ve hayırdan geri kalmazsınız.”
İbrahim en Nehai (ra) sahabeleri anlatma sadedinde diyor ki: “Onlar dini meselelerde görüş farklılığını oyuncak hâline getirenleri kesinlikle Allahu Teâla hakkında kalplerinde şüphe bulunan münafıklardan sayarlardı.”
Malik (ra) diyor ki: “Dini mevzularda ciddiyetsizce görüş değiştirme karmaşa bir hastalık ve mikroptur.”(12)
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?”(13) Heva-hevese uymak, Allah’a ortak koşmanın yani şirkin aslını teşkil eder. İnsanın hevası doğrultusunda delil bulma gayreti, dün olduğu gibi bugünkü sapkınlıkların da özünü oluşturmaktadır.
Modern Bir İfsad Ameliyesi Olarak ‘İslamsız, Tevhitsiz Adalet Arayışı’
“İslamsız, tevhitsiz adalet arayışı” terkibinde anahtar kelimeler tevhid ve adalettir. Konuyla ilgili öncelikle bu kavramların Kur’an’da yüklendiği ıstilahi mana ve anlam çerçevesinin bilinmesi gerekir. Bu meşruiyet alanının dışındaki kelami tartışmaların muteberliği yoktur. Aşırı tevil ile gündeme getirilen kanaatler şâz hatta gulât okumalar olup itibar edilmemelidir.
Seküler okumalarda merkeze konulan insandır. Hümaniter zeminde adalet anlayışı, insanın bir bütün olarak refahını temin edemez. Hümaniter refah, belki eşitliğe kapı aralar ancak bu durum dahi gerçek adaleti sağlayamaz. Zira eşitlik adalet değildir. Burada refah bütüncül manada mutluluk olmayıp belki haz merkezli bir tatmine dayanır. Bu sebeple beşerî ideolojilerin adalet anlayışı her şeyden önce amaç, ilke ve hedef yönüyle İslam’ın adalet anlayışından farklıdır.
İslam’da adalet anlayışının kaynağı Allah’a dayanır. İnsanın nice görece adalet talebi var ki kendi aleyhine isteklere dönüşebilir. Bu istekler çoğu kez Allah’ın emir ve yasakları cihetiyle farklı hükümleri içermiş olabilir. Dolayısıyla İslamsız bir algının adalet talebi gerçek adalet olmaktan çok ötedir. Bu algı insancıl bir talep olup çoğu kez Allah’ı devre dışı bırakan güdük zihin yapısına dayanır. Böylesi bir adalet anlayışının birey ve toplumun düzenini sağlaması mümkün değildir. Birey ve toplumsal düzen için sürekli çözüm ancak vahye dayanan İslam’ın adalet anlayışı ile mümkündür.
Tevhid, İslam inancının beynidir. Tevhitsiz bir adalet Kur’ani manada adalet değildir. İslam’ın vaad ettiği adalet, her bilenin üstünde mutlak bir bilen; mülkün gerçek sahibi olan; her an her yerde iradesinin önünde hiç bir engel olmayan Allah’a dayanır. Allah’ın koymuş olduğu hükümler muvacehesinde bir uygulama, beşerin koyduğu hükümler gibi olur mu hiç? İslamsız adalet anlayışında insan Allah gibi konumlanmakta; salt aklına, heva-hevesine terk edilmektedir. İşte bu büyük bir zulümdür. Bu eksende adaletin tecelli imkânı yoktur. Böyle bir beklenti, aklen muhal, tecrübi marufa ters ve dahası varoluş hakikati cihetiyle de imkânsızdır.
Devleti gerekli adaleti de zorunlu görür ancak adaletin ilke, amaç ve hedefinin hangi zemine oturması gerektiğini belirtmezseniz her batıl inanç ve ideoloji adalet için gerekli zeminin kendisinde bulunduğunu iddia etmeye başlar. Nitekim İslam inancı kısmî adil davranışların farklı kaynaklardan da tecelli edebileceğini kabul eder. Ancak hiç bir işin üzerinde icra olunduğu felsefi, siyasi bütünden ayrı düşünülmemesi gerekir. Görece, arızi adil davranışlar süreklilik arz etmediği gibi çoğu kez faydacılık üzerine kaimdir ve mutlak adaletten çok uzaktır. Tarih boyu devam eden adalet-zulüm mücadelesinin kendisinden neşet ettiği kaynağın tevhid-şirk, hak-batıl zemininde seyretmesi de bundandır.
İnsan-mahlûk ilişkisi açısından “tevhitten bağımsız adalet arayışı” bağlamında zikredilen düşüncelerin birinde, “Adalet, Allah’a ne izafe edilir ne isnat edilir ne de nispet edilir… Adalet esasen mahlûka ait bir sıfattır.” denilmektedir.(14) Bu ifadeyle mutlak adaleti insanın gerçekleştirebileceği mi söylenmek isteniyor? Böyle bir kanaate sahip olurken “Gücün mutlak olduğu ve sınırlanmadığı bir yerde adalet olmaz.”(15) denilmektedir. Bu kanaatin kendi içinde vahim bir çelişkiyi barındırdığı fark edilmekte midir? Burada hayati soru, bize göre mutlak adaleti sağlayamayacak olan insanın adaletsizliğine yönelik bariyerin/ filtrenin ne olması gerektiğidir? Verilecek cevap şayet fıtrata refere etmekse bu, kevni ayetler muvacehesinde zaten mahfuzdur. Sormak istediğimiz münzel olanın zorunluluğu burada nereye oturtuluyor? Yoksa insanın merkeze alındığı bir inançla mutlak adaletin tecellisi ona mı havale edilmektedir? Bu durumda ise vahyin inşa etmediği bir akıldan, vahye müstenid bir safiyet beklenebilir mi? Bu soruların cevabı ilmî hassasiyet içinde beklenmektedir.
“Devletin imanı olmaz, devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mümin devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister Gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.”(16) denilmektedir.
Adaletin zıddı cevrdir.(17) Cevr, “hakkaniyetten sapma, haksızlık etme”dir. Bu doğru tespitten hareketle Kur’an’da insanın yaratılışı itibarıyla malul olduğu noktalar bildirilmekte telafi yolları da mükerrer olarak belirtilmektedir. Bu tespit, insanın haksızlığa meyyal ve hakkaniyetten uzaklaşma istidadında olmasından ötürü değil midir? Burada zafiyetin giderilmesi ancak İslam’a/tevhide ittiba ile sağlanabileceği aşikâr iken tevhitten, İslam’dan azade bir adaletin gerçekleşebileceği fikri ne kadar sahicidir? “Allah zatına rahmeti, insana ise adaleti farz kılmıştır.”(18) denilmektedir. Yine bu tespitten hareketle üzerine farz kılınan insanın adaleti gerçekleştirebilmesinin zorunlu imkânı nedir? “Devleti kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun.”(19) derken Gayrimüslimlerin de bu farziyeti (!) ifa ettikleri/edebilecekleri mi söylenmek isteniyor? “Yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun” ifadelerinde bu farziyet (!) tespiti/kanaati nereye oturtuluyor? Konunun “tali bir hadise” olarak nitelendirilmesi ise İslam’ı siyasetsizleştirme eğiliminde siyasi bir kanaat serdetmektir ki, bu, son derece kaygı vericidir! Bu kanaat, dün başörtüsü için Hocaefedilerin (!) “tali meseledir” demelerinden çok daha vahim değil midir? Samimi kaygılarla yöneltilen bu soruların cevapları da aynı kaygılarla beklenmektedir.
Haklı şeyler söyleme, yerini farklı şeyler söylemeye bıraktığı günümüzde “kutsalın egemenliğinden adaletin egemenliğine”(20) denilerek salt adalet eksenli bir yeterliliğe kapı aralanmaktadır. Bu adalet buharlaşmış, senkretik inançlara yol vermiş bir adalet anlayışıdır. Özü itibarıyla kutsal telakkinin zaten İslam’la alakası yoktur. Ancak önce bunu benzeştireceksiniz ardından muharref anlayış üzerinden kıymet biçerek suçu İslam inancına yükleyeceksiniz. Bu adaletsiz yaklaşımın adaletten bahsetmesi dahi abestir. Diğer taraftan tarihte veya şimdi, kutsalın egemenliği, egemenlerin iradesine uygun işliyorsa burada suç İslam’ın mı? Kaldı ki İslam, oluşan/oluşturulan kutsalı da, egemenleri de tağut olarak görüp reddetmektedir. Zira bahse konu kutsal anlayışının İslam ile alakası yoktur. Bu fasid düşüncelerin değerlendirmesini de ilim ve vicdan ehlinin adilliğine bırakıyorum!
Bir başka görüşte, ortak iyinin iktidarı olarak “adalet devleti” önerisinde, ortak iyi, tevhid ve İslam’dan öte bir sentezle laik hukuk ile İslamişeri hukuk arasında bir farkın bulunmadığı düşüncesiyle izaha çalışılmaktadır. Burada, “tez: din [İslam] devleti, anti-tez: laik devlet, sentez: adalet devleti”(21) diye konumlandırılmaktadır. Bu kanaatlerle Kur’an’da bildirilen hukuk kurallarının tarihte kaldığı; bugün onları uygulanma imkânının kalmadığı, esas olanın ilke ve prensipler olduğu düşüncesi yayılmaktadır. Bu da çok tehlikeli bir fikir olup modern döneme ait bir fitnedir.
“Devletin, adaletten başka bir varlık gerekçesi yoktur.” denmektedir.(22) Bu söz hangi zihin kodlarıyla söylenmiş? Doğrusu bunu ifadede dahi aciz kalıyorum. İslam’a göre Allah’ın hükümlerinin uygulanmadığı her aygıt gayrimeşrudur. Varlığı meşru olmayandan adalet beklenmez. Bunun üzerine konuşmak kuyuya atılan taşı çıkarmaya benzer. Kur’an, tevhid-şirk ekseninde temiz bir toplum inşa etmeyi hedefler. Her iş ve oluş bu zeminde anlamını bulur. İnsanın yaratılış gerekçesinin (Allah’a kulluk) dikkate alınmadığı alan boş alandır. Fasid dairede konuşmak, bedihiyatı (delil ve ispatına lüzum olmayan açık şeyleri) araştırmak gibidir. Oysa “Bedihiyatı araştırmak icap etmez. Bunlar hazır hâldedirler. Hazır olan şey aranırsa kaybolur ve gizlenir.” denilmiştir.
Kur’an’ın ana mesajı tevhittir. Tevhid, hayatın tümü için söz söyleme potansiyeline sahiptir. Bunu gerçekleştirmenin imkânı dini bütünüyle Allah’a has kılmaktır. Bu hakikat, “Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”(23) ayeti ile belirtilmektedir. Şirk en büyük zulümdür ve tevhid ise adaletin ta kendisidir. Bu ayet bile tek başına meseleyi açıklayıcı olmaya yeter. Tevhitsin bir adalet belki arızi adaletten kırıntılar taşıyabilir. Ancak bu nevi beşer menşeli adalet anlayışı kesinlikle asıl, mutlak, zaman ötesi sürekliliği olan bir karaktere sahip değildir.
Âlemlerdeki dengenin insan eliyle ifsadı şeri şerifi zorunlu kılmıştır. İnsan, ya bu dengeye iştirak eder ve ait olduğu doğru yerde konumlanır ki bu tevhittir ya da isyan ederek zulmeder ve ait olmadığı yere savrularak şirk koşar. Burada insanın fıtrat zemininde şeri şerife ittiba etmesi adalet üzere olması iken fıtratı bozucu bir savrulmayla zulmetmesi ise zulme, cevre işarettir. Demek ki insan yaratılışı itibarıyla hayra da şerre de meyyal bir tabiata sahiptir. Fıtrat üzere İlahî emre muti olması adaleti aksi durum ise zulmü ortaya çıkarır.
Tevhid, Adalet ve Denge
İnsan, yaratılışın yasası denilebilecek bir esas üzeredir. Bu esas fıtrattır. “Fıtrat kavramı İslamiliteratürde eşyanın hakikati ve ilk yaradılışında taşıdığı temel yapısı, insanın doğal niteliği manasına gelir, yani saf ve berrak yaratılış, gerçek ve katıksız bir yapı anlamındadır. Fıtratı Selime: İsabetli karar ve hüküm verebilme, doğru ile yanlışı, hak ile batılı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırabilme yeteneği, bu imkân ve edime hazırlıklı olma hâli demektir.”2(4)
“(Resulüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”2(5)
Resulullah (sav.)’in, “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu Yahudi, Hristiyan, Mecusi (farklı bir rivayete göre hatta müşrik) yapar.”2(6) buyurduğu rivayet olunmuştur.
“İlahi formata Kur’an, fıtrat adını verir. Eşyaya iman gözüyle bakmakla fıtrat gözüyle bakmak aynı sonuca varır. İman, iradenin tercihini fıtrattan yana yapması ve bunun en doğru ve en iyi olduğuna itimat etmesidir. Bir bakıma doğal olanın bilinçli tercihidir.”(27) Buradan anlıyoruz ki vahy, insana rağmen değil varlık olarak insanın kabul edebileceği kendinden muhatap olduğu bir hakikattir. İnsan, fıtrat ve vahiy arasında bir uyumsuzluk yoktur bilakis tam bir doku uyumu vardır. İş, bu kaynağa dayanırsa orada adalet tecelli eder.
“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.”(28)
Adaleti tevhitten ayrı görmek aslında tevhidi Allah’ın sadece varlığının ifadesi olarak görme zafiyetiyle maluldür. Oysaki tevhid, Allah’ın varlığı ve birliği ekseninde bir dünya görüşü, topyekûn yaşam tarzının adıdır. Bu inancı benimseyenlerin hayatlarında hiçbir alan yoktur ki tevhidin müdahalesine konu olmasın. Tevhid salt metafizik kabul alanından öte hayatın tüm yönlerine ışık tutan bir inanç sistemi; farklı bir ifadeyleİslami yaşam tarzının formülasyonudur.
Kur’an’da yer alan adaletle ilgili ayetlerin hemen tümü, imana dair belirlemelerde bulunmanın yanında hukukî, sosyal ve ahlakî sonuçlar telkin eder.
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”(29) Allah, kâinatta her şeyi bir denge üzere yaratmıştır.“Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) o koydu.”(30) Bu ölçü, kozmik âlemde var olduğu gibi, düşünce dünyası ve pratik eylemler için de geçerlidir. İnançta dengeyi sağlayan asli unsur tevhid akidesidir. Kur’an vahyinin hedefi tevhid akidesine sahip bireylerin oluşturduğu tevhid toplumudur. Kur’an bilincine ulaşma, “lâ ilahe illellah” hakikatine kilitlenme ile mümkündür. İşte denge budur. Bu, aynı zamanda inançta ve tavırda iktisattır. Kozmik âlemdeki dengenin akidedeki adı tevhid, toplumsal zemindeki karşılığı ise İslami vahdet yani ümmettir. Burada dengeyi ayakta tutmanın zorunlu imkânı ise adalettir.
Adl (a-da-le), eşitlik anlamına gelir. Basiret ile idrak edilen hususlar ve duyusal eşitlik için de kullanılır. O aynı zamanda aşırılıkla nitelenemeyen her iş ve oluştur.(31) Yine adl, denklik, dengeli davranma, doğruluk ve hakkaniyet demektir.(32) Adalet, istikamet üzere bulunmak, ileri ve geri sapmalardan uzak durmaktır. Adl denkliği, basiretle ve duyularla idrak olunanı; hikmeti yani bir işin olması gerektiği gibi olmasını ifade eder. Allah, insanı adl yani tam bir denge üzere yaratmıştır. (33) İşte imtihan da buradadır: Allah insanı nasıl adl üzere yarattıysa, insanında adl üzere davranmasını yani Allah’ın koyduğu mizana uygun hareket etmesini, insanlar arasında adaletle hükmetmesini ister. (34) Allah’ın insana “bir uyum bir itidal vermesi”, göz, kulak, el, ayak gibi çift uzuvların denkliğinden, uzuvların düzene konulmasına varıncaya kadar hep adli göstermektedir. Bu denge ile insanı akıl, fikir ve kudreti kabul etmeye yetenekli yaratmış ve bu şekilde canlı ve bitkilere hâkim kılmıştır.(35) Bütün kevni ayetler Allah’ın adaletinin tezahürüdür. Dolayısıyla Allah, insandan külli adalete uygun olarak adil davranmasını bekler. İnsanın adil olması, onun (cc) emri doğrultusunda inanıp yaşamasıdır. Zira “Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir.” Adalet kitaba uymakla gerçekleştirilebilirken, Kitab’ın uyum ölçüsü ise mizandır. Buna da ancak tevhid ile ulaşılabilir. Kur’an’da İslam toplumunun niteliği olarak verilen “vasat ümmet”(36) tabirindeki “vasat” kelimesi müfessirlerce ‘adalet’ manasında tefsir edilmiştir. Böylece adalet ve itidal, etimolojik bakımdan olduğu gibi kavram olarak da aynılaşmış olmaktadır.(37) Bütün bunların amacı dengeyi sağlamaktır. Denge adalettir ve adalet ise ancak tevhid üzere kaim olur.
Kur’an’ın esas hedefi akidede iktisadı sağlamaktır. Bu hedef, mizan, adl ve kıst kavramlarının yüklendiği anlam ile belirlenmiştir. Gözetilen amaç, denge hâlidir. Bu durum yaratılışta olduğu gibi yaşama dair her alanda kendisini gösterir. İnsanın kendisini Allah’a muhtaç görmemesi (istiğna) yani kendini kendine yeter görmesi hâli müstağni davranmasıdır. Bu durum başta kendi konumu olmak üzere eşyayı ait olduğu yere koymaması hâlidir ki bu, dengeden uzaklaşmadır. Farklı bir ifadeyle bu, haddi aşmaktır yani tuğyandır. Sonrasındaki bütün hadsizleşmeler, başkaldırı ve tağutlaşmalar buradan neşet eder. Âlemlerde var olan denge, insanda, itikatta, amelde, muamelatta ortaya çıkar. Kulun Allah’a muhtaç olduğunu bilmesi ve hatta aczini idrak etmesi, tuğyândan kulluğa yönelmesi ile mümkündür. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu, “lâ ilahe illellah” hakikatine teslim (İslam) olmaktır.
Allah (cc), kozmik âlemin/evrenin tek hâkimi, mutlak hükümranıdır. Varlıkların bütünü kendisine ait olan Allah, kurallar koyma ve yönetme noktasında Ehad (bir/tek)’dır. O, mutlak hükümrandır. İnsan, kendisini çevreleyen bütün varlıklarla birlikte âlemlerin bir parçasıdır. Allah (cc) ise bütün âlemlerin Rabbidir.
“Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”(38)
“Gökteki ilah da, yerdeki ilah da odur. O, hâkimdir, her şeyi bilendir.”(39)
“Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de ona mahsustur Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”(40)
İslam itikadında adalet ontolojik bakışla ilgili temel bir konudur. Adaletin mülkün temeli olduğu prensibi de buradan kaynaklanmaktadır. Allah’ın hükümleriyle hükmetmenin gereği Kur’an’da altı çizilen temel prensiptir. Bu cihetle şu hakikat ortaya çıkmaktadır: Adaletten her bir uzaklaşma fısk, zulüm ve küfrü mucip sonuçlar doğurmaktadır. Kaynağını Allah’tan almayan hukukun en büyük adaletsizlik potansiyeline sahip olduğu gerçeği izahtan varestedir. Lakin haksız bir zeminden hak; adaletsiz bir kaynaktan adalet tecelli etmez. İslam, heva-hevese uymayı adaletten sapmanın temel sebebi kabul eder. Buna mukabil adaletle hüküm, Allah’ın emirlerine itaat ile Kur’an’a uygun verilen hükümdür.
İslam’a göre adaletin icra edilmemesi, ertelenmesi salt ahlaki veya cezai sonuçlar doğurmaz. Bilakis bu, itikat ile ilişkili olup kişiyi fasık, zalim ve hatta kâfir kılabilmektedir. Dünya hukuku cihetiyle adaleti tecelli ettirmenin imkânı Allah’ın hükümleriyle hükmetmektir. Aksi durum, hukuki sonuçların yanında karaları ve denizleri fesadın kapladığı bir bozulmaya, neslin ve ekinin ifsadına sebeptir.
“Adalet kavramının gündeme daha sıkça gelmesi ve adil bir dünyanın kurulması talebinin yükselmesi tabii ki olumlu ve sevinilecek bir gelişmedir. Lakin tüm dünyada yükselen bu arayış ve talebe İslam’ın çağrısıyla cevap vermek ve adil bir dünyanın ancak tevhid akidesine teslimiyetle mümkün olacağı hakikatinin şahitliğini yapmakla mükellef olan Müslümanların bunu yapmak yerine, soyut ve seküler adalet söylemine dâhil olmaları kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
Adalet, insanlığın ortak özlemi olsa bile ortak paydası değildir. Zira adaletin kaynağı ancak ve ancak yüce Allah, imkânı ve güvencesi de insanlar için bildirilmiş olan hayat kaynağı Rabbani hükümlerdir. Adaletin önkoşulu tevhid akidesidir. “Hüküm yalnız Allah’ındır.”akidesine dayanmayan her türlü adalet söylem ve arayışı neticede bir aldanıştan başka bir şey değildir. Yeryüzünde adaletin hâkim kılınması, insanların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeleri ve Allah’ın hükümranlığına boyun eğmeleri ön şartına bağlıdır. “İslam, insanların hangi rejimle yönetildiğiyle değil, adaletin sağlanıp sağlanmamasıyla ilgilenir.” söylemi, adalet kavramını Allah’sızlaştırmak, anlamsızlaştırmak ve işlevsizleştirmekten başka bir anlam taşımaz.”(41)
Adalet devleti tezine Medine Sözleşmesi’nin referans gösterilmesi, kastıyla çelişik bir durumdur. Bilakis burada tarafların anlaşmazlıklarını Allah’a ve Rasulü’ne götürmesi gerektiği kaydı, yüce Allah’tan ve onun Rasulü aracılığıyla bildirdiği ölçülerden bağımsız bir adalet arayışının imkânsızlığını göstermektedir.
İslam’da adaletin uygulanması, uygulayıcıları eliyle en yakınlarından başlanması cihetiyle manidardır. “Vallahi kızım Fatıma çalsa onun da elini keserdim.” örnekliği adaletin temel ilkesini kendi nefsinden başlama adilliğini göstermektedir. Bir kavme olan öfkenin kişiyi adaletsizliğe sevk etmemesi gerektiği Müslümanlar açısından Allah’ın emridir. Müslüman, öfke duyduğu kişi kâfir de olsa Müslüman da olsa ona adil davranmakla mükelleftir. Bunlara ilave alış-veriş, ölçü-tartı prensipleri, İslam’da adalet anlayışının felsefik savdan ziyade uygulama alanına mebni olduğunun delilidir.
“Adaletin ölçülerini Rabbimiz genel çerçevesiyle belirlemiştir. Yani, adaletin temel ilkeleri görece değildir. Kur’an, adaleti hayatın bütün alanlarında uygulanması gereken vazgeçilmez bir ilke olarak gündeme getirmektedir. Kur’an’da adaleti vurgulayan mesajlar Allah’ın birliği kavramından hemen sonra gelmektedir. Yani adalet tevhid ilkesinin tamamlayıcı unsurudur.”(42)
Siyasal alanda adalet, yönetirken adaletle yönetmek ve ehil olanları seçmek(43) birebir ilişkilerde adalet,(44) başka toplumlar ve başka din mensuplarıyla olan ilişkilerde adaletle davranmak,(45) bütün bunlar Kur’an’ın yol göstericiliğinde anlamını bulmaktadır. Adaletin meşruiyet kaynağı Kur’an’dır.(46) Adalet sadece haksızın yanında yer almamaktan ibaret değildir. Adalet aynı zamanda haksıza gerekli karşılığı vermekle gerçekleşir. Mutlak adalettin gerçekleşmesinde son söz Allah’ındır.(47) Adaleti ayakta tutmak İslam ümmetinin görevidir.(48) Adalet ne bireysel ne de toplumsal alanla ilişkilendirilip sınırlandırılabilir. Hayatın bütün alanlarında zulümden yana olmamak, zulme karşı koymak ve yerine adil olan ile hükmetmektir adalet.(49) “Allah, insanı nasıl adalet üzere yaratmışsa adalet üzere yaşamasını yeryüzünde de adl’in başı olan tevhide göre hareket etmesini istemektedir. Ancak tevhid üzere yaşayanlar, Allah’ın koyduğu dengelere riayet etmiş olurlar. Yoksa yeryüzünde mizan bozulur, hiç kimsenin hatta hiçbir canlının yaşayamayacağı bir hâl alır. Bu durum ise emanete ihanettir… Müminler Kur’ani ilkelerle yeryüzünden zulmü söküp atmalı, yerine adaleti ikame etmelidirler. Adaleti ayağa kaldırma görevi müşrik ve münafık gruplara tevdi edilemeyecek ertelenemez asli bir farizadır. Adaletin gereğince ikamesi, ancak temelini ilahi hukuktan almasıyla mümkündür. Beşer zihninin adaletin net ölçülerini belirleme konusunda aciz olduğu unutulmamalıdır… Şüphesiz Kur’an, insanlar arasında adaleti sağlamak için indirilmiştir. Bu konudaki ölçüler gayet nettir. Müminler, insanlar arasından çıkarılmış orta yolda bir ümmet olarak adaleti ikame etmede tanıklık ve örneklik etmekle yükümlüdürler. Bunun gereği olarak zalimleri, fıtratına ve Allah’a ihanet edenleri dost tutmamak, onlara taraf olmamak, yeryüzündeki haksızlıkları ortadan kaldırmak temel bir kulluk görevimizdir.”(50)
Adalet kavramını anlamlı kılan belli ilkelere mebni olmasıdır. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(51) Nisa Suresindeki ayet, adaletin gereği olan şahitliği ön plana çıkarmakta ve konu doğrudan Allah’ın her şeyi bilmesiyle ilişkilendirilmekte, adalete zemin oluşturan asli unsurun Allah’ın hoşnutluğu olduğuna vurgu yapılmaktadır.
Kimya ile Simyadan Tevhid ile Adalete
Adalete adil olmayan bir zeminden kalkarak bakarsanız, kimyayı simyaya çevirirsiniz. Her ne kadar aynı olduğu söylense de kimya ile simya farklı anlam dünyalarına sahiptir. Aslında simya ve etrafında oluşan tahayyül, insanlara iktidar bahşeden hüma kuşu, insanı ölümsüzlüğe(!) taşıyan abı hayat ekseninde gelişen umutları andırır.
Her hâlükarda insan bir değişim istiyor. Fakirlikten zenginliğe, ölümlülükten ölümsüzlüğe, reaya olmaktan kudret ve iktidar sahibi olmaya intikal etmek istiyor. Her şeyden önemlisi de bunun hemen olmasını istiyor. Bu üç kavram üzerindeki tahayyüllerin ana sebebi insanın zahmetsiz ama büyük değişim arzusu olmalıdır. Ancak daha şaşırtıcı olanı her ikisinin de yani hem simyanın hem de âb-ı hayatın -ve belki hüma kuşunun- zahitler ve sufilerle ilişkilendirilmesidir. Kimya ilmine gelince, kimya ölçüler ilmidir. Kimyada terkiplerin her birini anlamlı kılan bir ölçü ile olmalarıdır. Teraziye, mizana konu bir ölçü söz konusudur kimyada. Bu açıdan, kimya ilmi ile terazi, adalet, iksirler vs. arasında zorunlu bir bağ kurulmuştur ve dahası, “Kimyayı bilmek aslında ölçüyü bilmektir.” denilmiştir.(52)
Adalet, ölçüsü olan tevhitten ayrılırsa; kıst, mizan ve demirden yoksun olarak, insanlara iktidar bahşeden hüma kuşu veya insanı ölümsüzlüğe taşıdığına inanılan abı hayat umutları dağıtan bir ütopyaya dönüşür. Ölçü ilmi olan kimya, ölçüsüz hâle getirildiğinde nasıl simyaya dönüşürse adaleti de tevhitsizleştirirseniz hüma kuşu, abı hayat dağıtan dünyalık bir fırsata dönüşür. Birincisinin değiştirilmesi sufizmin ölçüsüzlüğüne dayanırken ikincisi referanslarını ölçüsüzlüğe yer vermeyen her şeyin bir ölçü üzere yaratıldığını bildiren Kur’an’dan aldığı için zillet içinde mahcup ve rezil olarak geri teper. Kimya ölçüsüzleştiğinde simya, adalet tevhidsizleştiğinde zulme dönüşür.
Hülasa
Kur’an tevhid eksenli bir düşünceyi öngörür. Bu eksenden her bir sapma yeni savrulmaları beraberinde getirir. İslam tarihinde sonuçları itibarıyla en fazla tahribat tecdid bilincinin körelmesi, taklit taassubunun artması ile ortaya çıkmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı güvensizliğin ardından, zıddından medet umulan Reformizm’e meyil artmıştır.
Teşride Allah’tan başkalarının hak iddia etmesi ve kanun koymaya kalkışması, zamanımızın en şedit fitnesidir. Bu sürecin en önemli neticesi zihniyetin sekülerleşmesidir. Tasavvurda başlayan bozulama, kavramlara, ardından sosyal hayatın gidişatına sirayet etmiştir. Bugün fitnenin üzerinden yürütüldüğü paradigmalar, dinsel çoğulculuk söylemi etrafında oluşmaktadır. Tevilin tahrife dönüşmesi, şeriatsız din ya da siyasetten soyutlanmış şeriat telakkisi gibi modern ifsad ameliyelerini peygambersiz din arayışları ya da her dini meşru ve hak görme inancı izlemiştir. Tevhidsiz, İslamsız adalet arayışları, seküler zihnin neticesidir. Bu yönüyle mesele, ehemmiyeti haiz bir konu olarak ümmeti tedirgin etmiştir.
İslam’a göre adalet soyut, felsefi bir kavram değildir. Tevhit endeksli dinamik bir kavram olan adalet, sosyal, siyasal ve hukukî sonuçları olan bir kavramdır. İslam’a göre adalet, varlık, fıtrat ve sosyal hayata bakan yüzüyle yaşamın her alanına müdahale taleplidir. Seküler bir zeminden neşet eden görece adalet anlayışının ise bireysel ve toplumsal anlamda yeterliliği söz konusu değildir.
Sıkça işaret ettiğimiz bir ironiye burada da dikkat çekmek istiyorum. O da modern hurafeler ile mistik hezeyanların son noktada kesiştiği gerçeğidir. Modern okuma nasıl ki tahrife varan bir tevili yaygınlaştırıyor ise aynı şekilde mistik okuma da kayıtsızlığa varan bir eğilim içindedir. Mistik, uçları açık okuma, batınî, hurufî, irfanî okuma! İnsan sayısınca kanaat demektir aslında. Aklın putlaştırıldığı modern okumaya gelince onun da vardığı yer aynı noktadır. Bu da diğeri gibi her yol mubah kayıtsızlığına varmaktadır ve sonuçta zıtlıkların benzeşmesinde modern-gelenek tahrifat seremonisi yaşanmaktadır. Bu durum tecdidin reformizme tahvilidir.
Yazımıza konu problemin cevabı, Kur’an’ın belirleyiciliğinde açıktır: Muhakkak ki şirk büyük zulüm tevhid ise mahzâ adalettir.
Dipnotlar:
1-Ramazan Yazçiçek, “Çağımızın Fitnesi ya da Siyasaldan Soyutlanmış Din Anlayışı -‘Tevhidden Bağımsız Adalet Arayışı’ Örneği-”, Nida, Malatya 2012, s: 155, s: 11-23.
2-“Ve dediler ki: Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz.” Sebe, 34/35.
3-“Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş Rabbinedir.” Alak,96/6,7,8.
4-Bkz.: Ahmet Yusuf Özütoprak, Dini Doğru Anlamak, Buruç Yayınları, İstanbul 2009.
5-“Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara, 2/ 191).
6-“Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” Bakara, 2/42; Bkz.: Ali İmran, 3/71.
7-Bkz.:Mehmet Pamak,“Söyleşi”,www.islamvehayat.com
8-Ramazan Yazçiçek, Dinsel Çoğulculuk, Ekin Yayınları, İstanbul 2008.
9-Al-iİmran,3/19.
10-Al-iİmran,3/85.
11-Mehmet Emin Akın, Te’vil’in Tahrife Dönüşmesi, Medarik Yay., Ankara 2011, s. 9-10;http://www.mehmeteminakin.com
12-Ebu Huzeyfe, Müslümanım Diyen Bir İnsan Niçin İslam’a Davet Etmek İstemez, Tercüme: A. Metin Gültekin, Polen Yayınları, İstanbul 2007, s. 60-61 (El-İbane: 1/189-191; 2/505, 605).
13-Furkan,25/43.
14-Mustafa İslamoğlu, “Adalet Devletin İmanıdır”, Kur’ani Hayat, İstanbul 2012, yıl: 5, s: 23,s.3-7.
15-İslamoğlu,“Adalet Devletin İmanıdır”,yıl:5,s:23,s.3-7.
16-Mustafa İslamoğlu, “Adalet Mülkün Temelidir”,19.02. 2010, www.mustafaislamoglu.com; Bkz.:İslamoğlu,“Adalet Devletin İmanıdır”,yıl:5,s:23,s.3-7.
17-İbni Manzur’a göre adaletin zıt anlamı, zu­lüm değil, cevr’dir. Bazı Kur’an ayetlerinden (Yunus, 10/ 47, 54; Enbiya, 21/ 47) anlaşıldığına göre zulüm, ‘kıst’ın zıt anlamıdır.
18-İslamoğlu,“Adalet Devletin İmanıdır”,yıl:5,s:23,s.3-7.
19-İslamoğlu, “Adalet Mülkün Temelidir”, 19.02. 2010, www.mustafaislamoglu.com; İslamoğlu,“Adalet Devletin İmanıdır”,yıl:5,s:23,s.3-7.
20-Bkz.: Mehmet Yaşar Soyalan, Kutsalın Egemenliğinden Adaletin Egemenliğine, İşaret Yayınları,İstanbul2012.
21-R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, İnşa Yayınları, İstanbul 2011, 4. Baskı, s. 496-511.
22-Erol Çetin, “İhsan Eliaçık ile Adalet Üzerine Söyleşi”, Kur’ani Hayat, İstanbul 2012, yıl: 5,s:23,s.49-63.
23-Lokman,31/13.
24-Mehmet Yolcu, Kur’anda İnkar Psikolojisi, Çıra Yayınları, İstanbul 2004, s. 176.
25-Rum, 30/30; bkz.: En’am, 6/14; Fâtır, 35/1; Zümer, 39/46; Ayrıca Ahsen-i takvim için bkz.: Tin, 95/ 4-5. Burada, Ahsen-i takvim asli ve fıtrî, esfeli safilin fer’î ve arızidir. Ahsen-i takvim, “yaradılışın yüce amacını gerçekleştirmeye en yarayışlı potansiyel, insanın saf doğası yani fıtratıdır.” İslamoğlu,Hayatın Yeniden İnşası İçin, Düşün Yay., İstanbul 2008, 10. Baskı, s.139,140.
26-Buhârî,“Cena’iz”;Müslim,“Kader”;Müsned-iAhmed.
27-İslamoğlu, Hayatın Yenidennşası İçin,s.41;48,49.
28-Al-iİmran,3/18.
29-Kamer,54/49.
30-Rahmân,55/7;Bkz.:Enbiya,21/47;A’raf,7/8-9.
31-Rağıb el-Isfahani, “Adl” mad., Müfredât, trc. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları,(I-II),İstanbul2006,c:2,s.186.
32-Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, “Adl” mad., Beyan Yay., İstanbul 1990.
33-Bkz.:İnfitâr,82/6-8.
34-Bkz.:Nahl,16/90;Nisa,4/58.
35-Bkz.: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Sade.: Heyet, Azim Dağ., İstanbul (tarihsiz),c:9,s.51.
36-Bkz.:Bakara,2/143.
37-Mustafa Çağrıcı, “Adâlet” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1988, c: 1, s. 341-343.
38-Casiye,45/36;Bkz.:Fatiha,1/2;Zuhruf,43/82.
39-Zuhruf,43/84.
40-A’râf,7/54.
41-Şükrü Hüseyinoğlu, “Tevhidden Bağımsız Adalet Söylemi”, 27. 04. 2010,http://www.islamvehayat.com
42-Fevzi Zülaloğlu, “Adalet” mad., Kur’ani Kavramlar, Ekin Yayınları, İstanbul 2010, s. 47-52..
43-Bkz.:Nisa,4/58;Sad,38/26.
44-Bkz.:Nahl,16/126.
45-Maide,5/41-43;Mümtehine,60/8.
46-Nisa,4/105.
47-Nisa,4/108.
48-Maide,5/8.
49-Bkz.:Bakara,2/29;Yunus,10/55,66.
50-Zülaloğlu,“Adalet”mad.,s.47-52.
51-Nisa,4/135.
52-Ekrem Demirli, “Aslolan Simya Değil Kanaattir”, Zaman, İstanbul 15. 04. 2012

Ramazan YAZÇİÇEK/Nida Dergisi:  Aralık 2013 Sayı:156