‘Ben Kürt olsaydım’...

2006 yılında Hrant Dink ile birlikte katıldığım bir panelde, Hrant “Ben Kürt olsaydım...” diye başlayan çok etkilendiğim bir konuşma yapmıştı. Konuşmasında devletin inkâr siyasetinden ziyade, haklarını sahiplenmek ve istemek konusu

VAN 22.10.2013 11:13:08 0
‘Ben Kürt olsaydım’...
Tarih: 01.01.0001 00:00
Cafer Solgun - Taraf
 
Hatırlayanlar bilir, 90’lı yıllarda Kürt siyasetçiler katıldıkları TV programlarında hakaretamiz yaklaşımlara maruz kalırlardı. Sözleri kesilir, lafları ağızlarına tıkılır ve mutlaka “sen onu bunu bırak da söyle bakayım PKK’yı terör örgütü görüyor musun görmüyor musun” sorularıyla sözüm ona köşeye sıkıştırılırlardı. Onlar da sahici görüşlerini söyleyemez ve genellikle laf kalabalığı yaparak durumu idare etmeye çalışırlardı. 2000’li yılların ortalarına değin de bu tablonun çok farklı olduğu söylenemez.
 
Kürt siyasetçilerin alttan alan tutumlarının temelinde yatan tabii ki “korku” filan değildi. Bir kendini ifade etme imkânı olarak görüyorlardı o platformları ve Kürtlerin de bir “halk” olduğuna insanları ikna ederek sorunu tartışmaya çalışıyorlardı. Çabalarının öne çıkan diğer bir boyutu da, Kürtlerin “bölücü” olmadıklarını anlatmaktı. Kürt siyasetçilerin ömrü Kürtlerin bölünmek istemediklerini anlatıp durmakla geçmiştir dersek yeridir herhalde. Rahmetli Hrant, işte bu sürekli “bölücü değiliz, üniter devlete karşı değiliz, bayrağa karşı değiliz” hassasiyetini Kürtler adına konuşanların fazlaca abarttığını düşündüğünü anlatmıştı.
 
Uzatmadan söyleyeyim: Kürtler açısından bu dönem bitmiştir. Kürtler, acılı tarihleri içinde bazen bastırılan, dağıtılan “halk” olma duygu ve duyarlılığına hiçbir dönemde olmadığı kadar bugün büyük bir özgüvenle sahip çıkmaktadırlar.
 
Bu bir realitedir ve Kürt sorununun barışçıl çözümüne yönelik iddiası olanların öncelikle gözönünde bulundurması gereken bir anlamı vardır. Çünkü, unutmayalım, aslında kimse kimseye bir şey bahşediyor değil; olan ya da olması gereken, tarihî bir haksızlığın, adaletsizliğin, inkâr ve zulüm zihniyetinin aşılması, telafi edilmesidir.
 
İktidar partisinin “Çözüm Süreci” olarak adlandırdığı inisiyatif önemlidir, tarihîdir; hak, hukuk, demokrasi, barış ve özgürlük değerlerinden bahseden herkes de herhalde böyle düşünmektedir. Fakat barıştan, çözümden, kim ne anlıyor? Başından beri naçizane dikkat çekmeye çalıştığım husus buydu. Silahlar sussun, tamam, silahlı mücadele, çatışma, operasyonlar dursun, tamam, artık cenaze kaldırmayalım, anaların gözyaşları dinsin, tamam... Bu bir “süreç” ve sürecin bunları sağlayarak başlaması son derece doğru. Ama “çözüm” bundan ibaret değil... Bu ortamın kalıcı olması ve yeniden başa sarmanın bir ihtimal olmaktan dahi çıkartılması için yapılması gerekenler var.
 
KCK’nin “anadilde eğitim, demokratik özerklik ve Kürt kimliğine anayasal güvence” talep eden son açıklaması, açıkçası, “Çözüm Süreci”ni daha net bir mecraya yönlendirmeyi zorluyor; böyle bir anlamı var. Bu talepler aslında somut birer “müzakere” konusu ve zaten mevzunun özü de bu. “Süreç”, gelinen nokta itibarıyla ancak müzakereyi esas alan bir anlayışla hareket edilirse kalıcı sonuçlar ortaya çıkartır. Hazır Öcalan ve PKK yöneticileri için “BDP’den daha makuller” diye düşünülüyorken, Öcalan’ın gazetecilerle görüşme talebi için “neden olmasın ki?” görüşleri dillendiriliyorken, süreci daha ileri taşıma imkânını değerlendirmek gerekiyor.
 
Süreci desteklemeyi iktidar şakşakçılığından ibaret bir “iş” olarak görenler ne der bilmem, “kaynaklarımdan” aldığım duyumlar, Kürtlerin bu süreci kendileri açısından gayet ciddiye aldığı yönünde.
 
Hrant’ın sözlerini kimse hafife almasın bence; çünkü pek çok Kürd’ün hissiyatını anlatıyor. “Ben Kürt olsaydım,” demişti Hrant ve devam etmişti; “bu kadar acı, işkence, zulüm, eziyet, ölüm, inkâr ve korkuyu yendikten sonra, ben olsam, bu kadar alttan almazdım”...