Aynadaki Düşman. Süreçler/ Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Evvel ve ahir bizim Rabbimize yürüyüşümüz olacaktır.

VAN 24.11.2013 11:20:43 0
Aynadaki Düşman. Süreçler/ Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Tarih: 01.01.0001 00:00

Artık bir İslam medeniyeti diye bir şey yok; İslam fıkhı yok, İslam kelamı ve felsefesi yok. Artık örtünmek İslam’ın temel parametrelerinden biri değil, örtü mümin kadını temsil eden bir şey değil artık. Kudüs hiçbir zaman kutsal olmadı, kutsal mekânlar, kutsal tapınaklar yok; Yahudiler kötülüğün sembolü değil; kendi acziyetinizi ve tembelliğinizi bastırmak için daha ne zamana kadar şeytani güçler metaforundan yararlanacaksınız. Şeytan insana rağmen şeytan olamaz, tanrı insana rağmen hiçbir şeydir.

Ümmetleşme sürecinden medeniyete ve oradan da dağılma ve parçalanmanın yaşandığı, islam halklarının batının güdümüne girdikleri modern zamanlara kadar olup bitenler Müslümanların siyasi, ekonomik ve kültürel zihin yapılarını belirleyen temel parametreleri içerir. Bu süreç dağdan doğan suyun yatağını bulduktan sonra çeşitli kaymalar ve kırılmalarla kollara ayrıldığı ve farklılaşıp, gerçek tadını yitirdiği bir süreçtir. Bu süreci geriye doğru, başlangıçlara ve yoların ayrıldığı ilk güne kadar tasvir etmek ve bütün dönüm noktalarını, kırılma ve tevil maskesiyle birlikte ele almak gerekir.

Şimdi bütün bu süreci, kendi çocukluğuna giden bir yaşlının yaşadığı tecrübe misali yeniden izlemeli ve yargılamadan, öfke ve sevgi duymadan, yanında ya da karşısında olmadan tamamen bir gözlemci olarak seyre durmalıyız. Aslında bütün bu süreç içimizde kayıtlıdır. Kalbimize ve yüreğimize atılmış bu bağların oluşumunu ve gelişme sürecini takip etmeli, tahlil etmeli ve yeni bir inşa çağı için kendi aklımızı ve yüreğimizi yeniden fethetmeliyiz. Bu geçmiş bizimdir, ama ona ne mahkûm olabiliriz ne de onu reddedebiliriz. Sadece onun farkında olmalı ve bize fısıldamasına engel olmalıyız. Zihin ancak bu fısıldayışlar kesildiği, geçmişin çıkardığı bu gürültü sustuğu zaman gerçekten yaratıcı olabilir.

İslam dünyası bir mezhepler evrenidir; haktan ve hakikatten bir pay aldığını düşünen ve bu şekilde Tanrıya kelam söyleten bütün oluşumlar islam tarihinin başlangıçtaki kırılmalarının ve fay hatlarının sonucudur. Bir mezhep ve cemaat her şeyden önce bir kırılmadır, yüreklerde ve zihinlerde bir yaradır. Bir hatıra ormanı ve anılardan oluşan bir zaman tünelidir. Bu zaman tüneline mahkûm kalındığı sürece Müslümanım diyenlerin birbirlerine kin ve nefret duymaları, katliam yapmaları, kan ve gözyaşı dökmeleri, yoksulluk ve acı getirmeleri işten bile değildir. Zaten gerçekte olan da bundan başka bir şey değildir.

Her vahiy insanları azad etmek ve zamanın tortusunu temizlemek için gelir. Her vahiy başlangıçtaki temel ilkelere bir dönüştür. Her peygamber zamanın ürettiği yorumlardan ve yanılsamalardan insanları azad etmek, onların sırtındaki yükü hafifletmek ve onları zincirlerinden kurtarmak için gelir. Zincirler zamanın yorumları ve âlimlerin uydurduğu hakikat taslaklarıdır; bu taslaklar insanların sırtına mezhep ve cemaat şeklinde yük olurlar. Dinlerini yorumlarla paramparça eden ve elindekilerle sevinen fanatiklere bir huzur ve selamet çağrısı olarak gelir her vahiy.

Her vahiy yaşayan peygamberin şahsında bir selamet öğretisi olarak ifadesini bulur, ama peygamberler ölür ya da öldürülürse taraftarları yorum süreciyle birlikte kamplara ayrılarak temelde siyasi kavgaların şekillendirdiği bir süreç çerçevesinde gruplara ve düşman mezheplere ayrılırlar. Vahiy çağı inzal çağıdır, ama inzal çağı bitince tevil ve tefsir çağı başlar; işte bu süreçle birlikte düşmanlık çerçevesinde şekillenen mezhepler oluşur. Bir mezhep her zaman siyasi bir ihtilafın ürünüdür, hiçbir mezhep sırf entelektüel bir uğraşın neticesi değildir. Yaşanmış bir ihtilaf, bir düşmanlık ve katliam neticesinde sorulan soruların şekillendirdiği bir yapıdır.

Hz peygamberin vefatıyla birlikte ortaya çıkan ilk ihtilaf yöneticinin kim olacağı sorusuydu; bu soruya Beni Saide Sakifesinde meydana gelen tartışmalar ve çekişmeler neticesinde o günün siyasi dengeleri açısından bir çözüm bulundu. Kim yönetecek sorusuna, Ebubekir cevabı çıktı. Ensar ile muhacirler arasındaki çatışma ve rekabet, aslında Adnanilerle Kahtaniler arasındaki kabilevi rekabetin ta kendisiydi. Kuzey Arapları güney Araplarıyla eskiden beri düşmandı ve bu düşmanlık bütün islam tarihi boyunca devam edecekti. Hz peygamberin risaleti boyunca kontrol altında tutulup dizginlenen bu düşmanlık, peygamberin vefatıyla eskisinden çok daha güçlü şekilde gün yüzüne çıktı. Beni Saide Sakifesinde yapılan toplantı aslında bir tür darbe idi; Kureyşin gerçekleştirdiği bu darbe ile Ensar tamamen siyasetten uzaklaştırıldı ve saf dışı edildi. Halifelik ebediyen onlardan çıktı.

Aynı süreçte eş zamanlı olarak ortaya çıkan Riddet olgu da aslında Kahtanilerin Adnanilere itirazıydı, onlar da yönetimden pay istiyor ve bu işin Kureyşin tekeline alınmasına itiraz ediyorlardı. Onlar şirke dönmüş, namazı, orucu ve Haccı terk etmiş değillerdi, sadece siyasi bağlılık anlamına gelen vergiyi/zekâtı ödemek istemiyorlardı. Ama buna rağmen talepleri Kureyş saflarında vatana ihanet olarak değerlendirildi ve Kureyş ile Sakifin öncülüğündeki 11 sancaklı ordu tarafından bertaraf edildiler. Böylece Halid bin Velid marifetiyle Kahtaniler de saf dışı edilmiş oldu.

Şimdi sıra Haşimoğullarındaydı; zira Kureyşin en büyük rakibi peygamber ailesiydi. Eskiden beri Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasında kabilevi bir rekabet vardı. İnsanlar Ömer’in halifeliği boyunca ata dağıtım sistemi sayesinde büyük zenginlikler elde etmişti; özellikle de ilk müminler çok aşırı servetlere kavuşmuştu. Bu durum sonradan Müslüman olanları ve islam dünyasının çeperindekileri aşırı derecede rahatsız ediyordu; çünkü bu iş hakka ve adalete uygun olarak algılanmıyor ve eleştiriliyordu. Ömer son yılında bu sistemi değiştirmek istediğini açıklayınca menfaatlerinin zedeleneceğini düşünen Kureyşli eller tarafından öldürtüldü. Üstelik bu suikast sonraki zamanlarda Sünni akıl tarafından İranlılara mal edilerek hançerin ardındaki Kureyşli eller maskelendi.

Ömer’in şurası sonraki yıllarda tam bir cinayet şebekesine dönüştü; insanlar Fatıma’nın ölümüyle birlikte zaten Ali’den yüz çevirmişti. Neticede şura zenginlerin koruyucusu Osman’dan yana tavır takındı; ama Osman’ın siyaseti kabile ve ganimet çerçevesinde şekillenince devlet tamamen Ümeyyeoğulları ve müttefikleri arasında dönüp dolaşan bir servete dönüştü. Şikâyetler arttı ve şura ehli Talha ve Zübeyr’in öncülüğünde isyancılar Osman’ı katletti. Sonrasında gelişen Cemel vakası ile insanlar bazı sorular sormaya başladı. Osman kâfir olarak mı öldürüldü, yoksa Müslüman mı; eğer öyleyse bir Müslümanı öldürmek büyük günah mıydı, onun kanı haram mıydı, helal mi? Bu sorular ilk kelami tartışmaların şekillenmesine neden oldu ve ilk gruplaşmalar böylece başladı. İnsanlar Ali ve Osman taraftarları olarak kutuplaşmaya başladı. Sıffın savaşı neticesinde otorite bir kez daha Ehli Beytten alındı ve Ali’nin safları içinden çıkan Hariciler Allah’ın hükmü meselesini gündeme getirdi. Onlara göre hilafet işini hakemlere-yani insanlara- havale etmek küfürdü ve buna razı olanlar da kâfirdi. Haliyle kâfirlerin kanı helal kabul edildi ve Hariciler kâfir kimdir, sorusunu sorarak bir kâfir avına çıktılar. Bu süreç neticesinde iktidarı tekrar ele geçiren Emeviler devletin tamamen sahibi oldular ve onu veraset yoluyla kendi tekellerine aldılar. Hüseyin’in Kerbelada katledilmesiyle ilk müminlerden ve peygamber ailesinden olan hemen herkes saf dışı edilmiş ve katledilmişti. Emeviler Yezid işi kaza ve kaderdir, Kerbela yazgıdır derken, aslında bütün soysuzluklarına Tanrısal bir kalkan olarak kaderi kullanıyor ve sorumluluktan kaçarak insanları başa gelene razı olmaya ve sabra davet ediyorlardı. Özgür irade ve sorumluluk, insanın fiilleri, Allah’ın ilmi gibi meseleler Emevilerin bu siyasetleri ve cürümleri çerçevesinde tartışılmaya başlandı. Sorumluluğu kabul edenler el ile düzeltmeye ve muhalefet etmeye, kadere razı olanlar ise sorumluluktan kaçıp ganimete ortak olmaya ve sabretmeye başladılar.

Şu halde peygamberin vefatıyla beraber ortaya çıkan iktidar sorunu ilk müminlerin hepsinin katledildiği, saf dışı edildiği ve yönetimden uzaklaştırılıp pasifize edildiği bir süreçtir. Bu süreçte birbirini katleden müminlerin şahsında iman nedir, küfür nedir, büyük günah nedir gibi kelami meseleler ortaya çıktı ve insanlar bu sorulara verdikleri cevaplara göre partilere ve mezheplere ayrıldılar.

Bu süreçte eliyle, diliyle ve kalbiyle muhalefet edenler vardı. Aslında o hadis el ve dil ile muhalefet etmek yerine sadece kalp ile buğzetmenin iman için yeterli olduğunu ifade etmek için formüle edilmişti. Zira bu tavır sonraki yıllarda formüle edilecek olan Sünni aklın temel unsuruydu. Kötülük karşısında el ve dil ile düzeltme yerine kalple buğzetme, idealden ziyade gerçekleşene bağlı olma ve kadere razı olma, siyasi alanda Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetiyle hareket etmek yerine, beraber güzel yeme ve içme ile özetlenen çıkara dayalı bir siyaset ve muhalefetsizlik tarzı benimsemek. İşte Sünni aklın genetiği budur ve bu aklın mimarı da Muaviye ve onun safında yer alan kalem sahipleridir. Şu halde Sünni akıl aslında Kureyş devletinin emperyal menfaatlerine hizmet eden bir tür meşrulaştırma ve perdelemedir. Bugüne kadar da önce Emevi, sonra da Abbasi ve Selçuklu çağı boyunca devletin resmi islam yorumu olarak kabul görmüş ve devlet kurumlarında işlenip inceltilerek günümüze aktarılmıştır. En doğru ve hakikatin kendisi olduğu için değil, ama devletin ideolojik aygıtı olduğu için yaşamış ve günümüze gelmiştir.

Emevi çağıyla birlikte, iktidarı elinde tutan yapı üçlü bir çehreye büründü; siyasetçi, asker ve âlim şeklinde bir bürokratik çelik çekirdek ortaya çıktı. Bu çekirdek başlarda çok net değilken zamanla uzmanlaştı ve iktidarın çelik çekirdeği haline geldi. Abbasî, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi boyunca iktidarın merkezini oluşturan bu yapı daha da derinleşip uzmanlaşarak toplumun bütün damarlarına yayıldı ve iktidarı toplumsal kesimlere pompalayan bir aygıt görevi gördü. Bu yapı iktidarın nimetlerini yiyen ve bu nimeti rakiplerine kaptırmak istemeyen bir ittifaktır; siyasiler, askeriler ve devlet âlimleri şeklindeki üçlü sac ayağının değişmez parametreleridir. Devlet aklı da diyebileceğimiz bu yapının asıl işlevi gücü elinde tutmak, rantı kaptırmamak ve bunu da dini ve ideolojik bir maske altında yapmaktır. Âlimlerin asıl fonksiyonu da bu yapıyı kendi menfaatlerine de olacak şekilde imaje etmek ve meşrulaştırmaktır. Devlet aklı iktidarın devamı için kullanabileceği bütün mezhep ve cemaatleri kullanmaktan geri kalmaz ve onları yanına çekerek iktidarın nimetlerine ortak kılıp statükonun devamını sağlar.

Bu iktidar söyleminin karşısında ise muhalif partiler vardı; hariciler, Şiiler ve diğerleri. Kırılan bellekler ve oluşan fay hatları, en başından beri siyasetle ilgili olarak başlamıştı. İlk halifenin seçildiği toplantıda olanlar, Ensar’ın siyasetten saf dışı edilmesi ve Ehl-i Beytin yönetimden dışlanması ile sonuçlanmış ve kim yönetecek sorusuna, Şia Ali derken, Ehli Sünnet ekolü her zaman olduğu gibi olanı meşrulaştırmak suretiyle, Ebubekir ve sonrakilerin yönetmesi gerektiğini iddia etmiş ve bu süreci İcma ile doktrine ederek, olana razı olmuş, gerçekleşeni ideal olarak formüle etmişti. Olan aslında olması gerekendi. Güç dengeleri buna gebeydi, başka bir şey olamazdı, son sözü kılıç söylüyordu her zaman.

Liderlikle ilgili olarak başlayan bu tartışma, özellikle Şii siyasi düşüncesinin de akideyle paralel bir gelişim sergilemesine ve siyasete göbeğinden bağlı olmasına neden oldu. Şia muhalefete çekildi ve yer yer isyan ederek siyasi erki ele geçirme girişimlerinde bulundu. Şia’nın yürek iklimi ve zihin haritası bu isyanların ve onların beraberinde şekillendirdiği zihinsel süreçlerin neticesinde oluştu. İlk kırılma Ensar gölgeliğinde yapılan halife seçimi olmuş, sonrasında, riddet/isyan hareketleri ve Osman dönemindeki dalgalanmalar ile Ali dönemi iç savaşları neticesinde kırıklar artmış. Böylece siyaset merkezli bir ayrılık olan mesele zamanla ideolojik ve akidevi bir mezhepleşmeye dönüşmüştü. Hüseyin’in Kerbela da şehid edilmesi keder ve acının zirvesi oldu, Şia kan ve gözyaşını destanlaştırdı ve yürek iklimi kızıla boyandı. Ancak Şia’nın zihinsel kodları özellikle Hüseyin’in intikamı için yola çıkan Muhtar es-Sakafi’nin siyasi hareketi çerçevesinde oluştu.

Muhtar es-Sakafi bir Arap’tı; Sakif kabilesine mensuptu. Zaten ilk Şiilerin hepsi Arap olup, ilk müminlerden, zayıflardan, Ensar’dan ve Ali’nin dayıları olan Yemenlilerden oluşuyordu. Hz. Peygamberin ehl-i beytinin öcünü almak isteyen Muhtar en sonunda da onların kanını dökme işine karı­şanları bir bir öldürmüştü. Ama bu intikam operasyonu çerçevesinde de Şia’nın en önemli doktrinleri de onun taraftarları tarafından inşa edilmiş ve bugünkü Şia’nın düşünsel iklimi oluşmuştu.

Muhtar, hicri 64'te Küfe’ye geldi; oradaki Arap eşrafından Şia'nın önder­leri, tövbe amacıyla bir intihar saldırısı düzenleyerek Hüseyin'in intikamını almak için savaşa hazırlanıyorlardı. Bunlara, Tövbekârlar deniliyordu ve başlarında da Süleyman bin Surad el-Huzâî vardı. Onlar kendilerini feda ettiler ve her biri tek tek savaşarak şehid oldu. Ama Hüseyin’in intikamı daha alınmamıştı.

Muhtar, Ali’nin Ha­san ve Hüseyin'den sonra üçüncü oğlu Muhammed bin Hanefiyye’yle ilişki kurdu ve onun temsilcisi olduğunu iddia etti. Muhammed bin Hanefiyye’nin annesi Ebubekir’e isyan eden Hanifeoğulları kabilesindendi. İbnu'l-Hanefiyye çok önemli niteliklere sahipti; savaştaki cesareti, Cemel savaşında ortaya çık­mıştı ve savaşa tanık olanlar da bunu belirtmiş ve bu yüzden bazı şairler onu öv­müştü. Cesarete ek olarak o ilim ni­teliğiyle ve babasından hadis rivayetiyle de şöhret bulmuştu. İbnu'l-Hanefiyye'nin ilmi babasından rivayet etmesi, yalnızca peygamber hadisi anlamında değil, tevil sırrı, daha genel olarak ilimlerin esrarı anlamında ilim olmak üzere, ilim mirasçılığına dönüşe­cekti. Onu babasına bağlayan şey, manevî oğulluk ve manevî bağdı. Yandaşları onun bu yönüyle meşhur etti ve insanlar ondan söz ederken sır bilgilerinin mirasçısı demeye başladılar. Şu halde İbnül Hanefiyye’nin ilmi yönü ilk Şia doktrinlerinden birinin oluşturulup formüle edilmesi için zemin hazırlamıştır: imamlar tevil sırrını bilen, ilmin gizli esrarına vakıf olan ve sır bilgilerinin mirasçılarıydı. Şia epistemolojisi böylece habere ve bu haberin sırrına mirasçı olmaya dayanacaktı. Böylece Şia imamet teorisinde va­si ve mehdi doktrinleri tedricen yerleşti ve derinleştirilerek doktrine edildi.

Ali, düş­kün ve zayıfların sembolüydü, ondan oğullarına, oğullarından öteki vasilere geçen vasiyet, sadece siyasî önderlik olarak imametin geçişi anlamına gelmiyordu; bunun yanı sıra vasiyet, zayıfların, yoksulların ve düşkünlerin korunması anlamına da geliyordu. Bu açıdan vasiyet, geçmişin gerçekleşmemiş emirlerinin, gerçekleşmesi ümidiyle şimdiye geçişinin anlatımıdır. Buradan da, Şia'nın bağ­landığı ilke doğuyordu; vasiyet, imamların işlerinden biridir. İnsanları, halef olacak kişiyi vasiyet etmeksizin bırakmak caiz değildi. O, yalnızca kendisinin imamı değildi, bunun, yanı sıra yoksulların emellerinin gerçekleşmesi için de vardı.

Zayıfların davası, daima yarındır. Zayıf, gününü yarınıyla meşgul olarak ve yaşama sa­vaşı vererek yaşar. Bunun için geleceği bilmek gerekir, geleceğin neye gebe olduğunu bilmesi gerekir. Şu halde vasiyet, imamsızlığı kabul etmeyişin bir türüdür; sürekliliğin vurgulanışı ve beklentilerin geleceğe taşınmasına dair bir pratik demektir. Geçmiş ve şimdi, daima ge­lecek içindi ve böylece de gelecekle ilgilenmek, vasiyet ideolojisinin bir parçası olup çıkacaktı. İmam olmak, vasiyet edilmek ve gizli ilimlere vakıf olarak geleceğe dair kehanetlerde bulunmak ve taraftarlarına müjdeler vermek anlamına geliyordu.

Muhtar, yakın gelecekle ilgili belli bir durumu soran biri ile karşılaştığında, ya da bir çatışmada adamlarına zaferi müjdelemeye, mecbur kaldığında durumu kotarmak için beda fikrini ortaya attı. Bu, şu anlama geliyordu: Allah bir konuda bir düşünce benimsiyor, sonra onu Muhtar'a haber veriyor, daha sonra yeni bir durum aklına geliyor ve eski fikrinden vazgeçiyordu. Kader determine edilmiş bir şey değil, insanların amellerine göre işleyen dinamik ve dalgalanan bir süreçti. Mağlubiyete ve hezimete Eskatolojik bir kılıf bulunmuştu. Tanrının işleri kendi işlerimizin bir aynasıydı ve Tanrı bizim fiillerimizin ete kemiğe bürünmüş şekliydi. Herkes kendi ufkunun Tanrısını icat ediyor ve onun için kendi pratiğine uygun işleri tayin ediyordu. Sonuçta Şia şöyle düşünmeye başladı: Allah emrettiği bazı hükümleri neshettiğine göre, haber verdiği bir şeyi değiştirmesini neden kabul etmeyelim!

Mehdi düşüncesi, Muhtar'ın kullandığı savların başında gelmekle birlikte, o hiçbir zaman mehdilik iddiasında bulunmadı, onu tamamen Muhammed bin Hanefiyye'ye atfetti. Mehdi söylemi, kendilerine yapılan zulmü engelleme gücüne sahip olmayan düşkünler ideolojisidir. Bu düşkünler, zulümle dolduktan sonra, yeryüzünü adaletle doldurmak için Allah'ın gönderdiği bir kişi tarafından kurtarılmayı beklemektedir. Şia, gaib adına konuşurken, imamı kitlelere bağlamak ve bu şekilde kitleleri harekete geçirmek için bütün yüce sıfatları beklenen mehdinin şahsına, kitlelerin zihnini ve kalbini coşturup, harekete geçirecek sı­fatlar yükleyerek yaptı. Sır bilgisi ve masumiyet bunlardan bazılarıydı.

Abbasi iktidarıyla beraber umutları bir kez daha tükenme derecesine gelen Şia, imamet mitolojisini oluşturan, vasiyet, gizli ilim, bedâ, gaybet, ricat, mehdilik ve takıyye gibi en önemli unsurları koruyarak onları daha da derinleştirdi. Zira acı çok derindi ve aynı derinlikte bir tasavvurla ancak gönüller teskin edilebilirdi. Şu halde düşüncede en keskin ve en aşırı uçlara meyledenler, en büyük acıları ve en acı yenilgileri tatmış olanlardı. Şia acısını aş etti ve onu yüreğinde yoğurarak kendisine ideolojik bir bina inşa etti

Şu halde ister Sünni olsun ister Şii bütün mezhepler ve gruplaşmalar iktidarı ele geçirmeye dair bir çatışmanın ideolojik görüntüleri olarak ortaya çıkmıştır. Her soru bir siyasi cinayetin neticesinde ortaya atılmış ve her doktrin iktidara dair bir söylemin arka bahçesi olarak şekillenmiştir. Bu partiler temelde akidevi görünseler de aslında kabilevi temellere bağlıdırlar ve kabile menfaat elde etmenin yegâne yoludur. Her kabile kendi yandaşlarıyla birlikte iktidarı ele geçirmek ve buradan rant devşirmek istemektedir. Bugün bu kan davalarının ve çatışmaların mirasçısı olup bu düşmanlıkları devam ettirenlerin de mantığı aynıdır. Bizde hala her siyasi parti iktidarı elde etmek ve bu şekilde rant devşirmek için çalışmaktadır. Bu partiler mezheplerin uzantıları ya da siyasi görüntüleridir, birbirlerine göbek bağıyla bağlıdırlar. Aslında ikisi temelde aynı şeydir. Din ve iman adına bir tür iktidar kavgasıdır yürütülen. Mısır, Türkiye, Suriye, Afganistan ve İran’da vuku bulan temel kavgaların ana sebebi budur. Partiye yakın olmak mevki, makam, şan ve şöhret demektir; bunlara ulaşmanın yegâne yolu da bir parti ve cemaat içinde iktidara dair bir hakikat tüccarlığı yapmaktan geçiyor. Muhalefet edenler kâfir olarak nitelendirilip bertaraf edilirken yandaşlar gerçek müminler olarak sunulur. Yandaş cemaatler ve partiler de bu maskelemenin merkezi büroları olarak görev yapmaktadır. Bu merkezi büro bugünkü modern anlamdaki bürokrasinin ilk şeklidir. Fıkıhçı, kelamcı ve hadisçilerin oluşturduğu bu bürokrasi iktidarın emniyet sübabı ve haliyle rantın ortağıdır.

Bu büro geçmişten beri peygambere atfedilen bir tür zihin iğfal şebekesi gibi görev yapmaktadır. Yetmiş üç fırka düşünüşünün arka planında siyasi ve sosyal sebepler vardı; Kureyş devletini ve ideolojisini meşrulaştırırken, muhalefetin eşitlik, özgürlük ve adalet söylemlerini mahkûm ediyordu. Bu dünyada ezilmişliğe ve fakirliğe, ahirette ise Cehenneme mahkûm ediyordu. Geçmişi şimdinin gözlüğüyle okuduğumuz ve şimdiye de geçmişin gözleriyle baktığımız sürece bu ideolojik maskelemeden kurtulmamız mümkün değildir. Geçmişin değmediği gözlerle bugüne bakabilmek için Kureyş Devletinin ürettiği bütün maskeleri çıkarmak ve zihinlere atılan zincirlerin köleliğine bir son vermek gerekiyor.

Emeviler cebri bir kaderi savunup bütün suçu Tanrıya yüklerken; Hüküm ancak Allah’ındır diyenler kelama sırf kutsallık atfederek Tanrıyı yeryüzüne indirmek ister gibiydiler. Katı bir slogan, katı bir davranış tarzından başka ne doğurabilirdi ki! İman/küfür tartışmaları sırf entelektüel tartışmalar değildi, aksine vatandaşlık hukuku ile ilgili tartışmalardı. Cennet ve Cehenneme layık görülenler aslında devlete itaat edip nimetlerinden faydalananlar ile ona isyan edince dünyası Cehenneme dönüştürülenlerdi. Allah’a kelam söyletmek ve O’nu esir alıp O’nun yerine konuşmak istiyorlardı. İstemekle kalmadılar bunu yaptılar da; Kureyş devletinin bekası için gereken sorumluluklar, ahiretteki sonsuz mutluluğu getirecek amellerin paralelinde ele alınıp işlendi. Allah’ın rahmetinden çala çala onu azalttılar ve sırf kendilerine has hale getirdiler. Tek bir fırka kurtulabilirdi, o da Kureyş Devletinin resmi fırkasıydı. Diğerleri şu ya da bu şekilde, Haktan, hakikatten, rahmet ve merhametten uzaktı. İşte tam da bu nedenle islam düşünce tarihindeki bütün sorunlar Allah ve O’na iman etrafında dönüp durur; ahirette nasılsa yeryüzünde de öyledir; her şey şahidin gaibe kıyası çerçevesinde inşa edilir. Ahiret bu dünyaya nispetle, Allah ise hükümdara nispetle ele alınıp inşa edilir. Zira hükümdar Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Gölgeden hareketle gölgenin sahibi inşa edilir. Dilinden Allah’ı düşürmeyen ve her kelimesine Allah ile başlayan bir düşünsel yapı, hakikati anlamak ve anlatmak için değildir; sadece örtmek ve maskelemek içindir. Allah kelimesiyle başlayan her cümle kalın birer bilgi perdesiyle hakikatin yüzünü örtmektedir. Tanrı ve tanrısal kelimeler insanların dilinde bir maskeye dönüşür, her bir kelime gerçekliğinden kopar ve örtülere bürünür aslında.

Kelamın siyasetle ilişkisi, kelamın siyasi meselelerin izdüşümü olmasından ileri gelmektedir. Akıl ile nass arasındaki çelişki var olan değil, icat edilen, ideolojik bir çelişkidir. Bu çelişkiye düşmemek ideolojik niyetlerden ve siyasi önyargılardan azade olmayı gerektirir. Bundan kurtulamazsanız Eşari gibi çelişkiler girdabına düşer ve asla bilim üretemezsiniz. Şerhler girdabında boğulup gidersiniz. Eşari tipik cemaat adamıdır; kendi cemaati Mutezile gözden düşünce ve devlet aklı hadisçilerden yana tavır alıp bu defa da onları iktidar için ideolojik bir aygıt olarak kullanmaya karar verince, o da menfaatlerini devam ettirmek için onların safına geçmiş ve iktidarın yanında yer almıştır. Yazdığı tüm eserler devletin muhaliflerine cevap vermek içindir. Eşari, Şafii, Ebu Yusuf ve altı hadis kitabının yazarları gibi devrin tüm kalemşörleri iktidarın saflarına ideolojik destek sağlayan ve Kureyş devletinin iktidarı için zihinleri ve kalpleri programlayan ve onları sömürüye hazır hale getiren iktidar yanlısı kalemler ve resmi devlet memurlarıdır. Bu süreç Nizamülmülk ile kurumsallaştırılmış ve skolastik eğitim veren medreseler devletin resmi din yorumunu halka aşılamak ve onları daha kolay yönetilebilir hale getirmek için önemli bir vazife görmüşlerdir. Bu sürecin baş kahramanı da Şia’ya ve diğer muhaliflere reddiyeler yazmakla ünlü olan Gazali’dir. Gazali o güne kadar muhalif safta duran tasavvufçuları da Sünni devlet aklının evrenine dâhil etmiş ve onlara devlet tarafından maddi yardım sağlanmasını meşrulaştırarak onların önemli bir kısmını iktidarın ideolojik kontrol aygıtı haline dönüştürmüştür.

İcma ve kıyas, geçmişin meşrulaştırılması ve bu meşru geçmişten yola çıkarak bugüne ait otorite ve siyasetin doktrine edilmesi için temel unsurlardı. Geçmişin meşrulaştırılması, kelamcıların İmamı Eşarî'nin projesinin bir parçasından başka bir şey değildi. İcma aslında sırf Sünni hilafet doktrinine meşruiyet sağlamak için icat edilmiş bir delildir. Öyle ki, onun delil olmasının delili de yine kendisidir. Bu böyledir, çünkü böyle olduğu söylenmiştir; peki ya farklı şeyler söyleyenlerin söyledikleri; işte onlar karanlıkta boğulan çığlıklar gibi yitip gitmişlerdir. İcma siyasetin hizmetçisidir. Sahabe icması, Medine ehlinin icması ya da isterse bir kişinin sözü olsun hüccet olan her söz icmadır. Bu konuda İcma vardır, demek yeterlidir, itiraz edilirse icmaya itiraz edildi dersiniz ve küfürle suçlar, aforoz edersiniz.

İcma vasıtasıyla otorite kazandırılan şey açıkça geçmiştir, bütün geçmiş zamanların otoritesi, geçmişin otoritesi, mazinin, âdetin gücü ve otoritesidir. Öncekiler hep iyidir ve asla onların derecesine erişemezsiniz, sonradan gelenler hep kötüdür ve kötü olmaya devam edeceklerdir. İyi de belli bir zamanda doğmak neden benim için bütün imkânlardan ve ahiret saadetinden mahrum olma sebebi olsun ki, neden ben de belli bir zaman da doğmadım ki! Bu adalet midir? Elbette değildir, adil olmayan bu sistemin inşa ettiği metafizik ve teolojidir. Zira öncülleri fasiddir. Hakikat diye bir şey varsa o da geçmiştedir. Allah ve resulü ilk nesilleri kutsamış ve onların eliyle dinini tamama erdirmiştir. Din binasının bütün çivileri çakılmış ve sonraki nesillere yapacak hiçbir iş kalmamıştır. Mutluluk gelecekte değildir, mutluluk geçmişin altın çağındadır. İdeal bir devir olan asrı saadet devri bütün zamanlar içinde en müstesna zamandır. Bizler ona ne ulaşabilir ne de onu yaşayanların seviyesine çıkabiliriz. Gün geçtikçe işler daha kötüye gitmekte, zaman bozulmaktadır. İşte bu mantık Sünni gelenekçiliğin temel yaklaşımıdır. Ama gerçek şu ki, asrı saadet denilen dönem Kureyş aklı tarafından yeniden inşa edilmiş ve ümmete bir altın çağ gibi lanse edilmiştir. Hâlbuki bu ilk dönem bütün ayrılıkların, parçalanmışlıkların, sonraki tüm çatışmaların tohumlarının atıldığı gerçek bir kan ve gözyaşı zamanıdır. Saadet değil ölüm ve kaygı, huzur değil korku ve endişe çağıdır.

Bu yaklaşım Kureyş Medeniyet aklının ürünü olan Fıkıh, Kelam ve Dil ilimlerinin genetiğini belirleyen ve onları inşa edip, bugünkü Müslümanın da zihin koridorlarını biçimlendiren bir bilgi sistemi inşa etmiştir. Bilgi en koyu perdelerden biri olarak halkın ufkunu bürümüş ve onları uysal koyunlara dönüştürerek, iktidarın devamı için temel bir rol oynamıştır. İşte bu nedenledir ki, Sünni evrende gerçek aydınlar yoktur, yazar çizerlerin hemen hepsi devlet korumasındaki resmi memurlardır ve tek işleri iktidarı meşrulaştırmak ve devamını garanti altına almaktır. Geçmişimizi üreten ve her doğan insanımıza hazır gömlekler gibi giydirilen zihin ve yürek zincirlerimiz işte bu şekilde devlet eliyle üretilmiştir. Ama bunun farkında olmayan kitleler kendi parçalı ve izafi partilerine ve onların ölümlü yorumlarına mutlak hakikat gibi sarılmakta ve dini paramparça ederken coğrafyamızı da kana bulamaktadırlar.

Kureyş Emevi ve Abbasi imparatorlukları İslami bir yönetim olmaktan ziyade Çin ve Pers örneklerine benzeyen tanrısal imparatorluklardı. Halife ve yakın erkânı halkın gözünde bütün kapıları açacak tek anahtar, yegâne güçtü. Onun ihsanlarıyla bir insan fakirlikten zenginliğe çıkabilirken, onun gazabına uğrayıp bir gecede her şeyini kaybedebilirdi. O hayat ve ölümdü, zenginlik ve fakirlikti, sevinç ve hüznün ta kendisiydi. Olan biten her şey onun tavırlarına ve mizacına bağlıydı. Hak ve batıl halifenin şahsında ortaya çıkardı, o doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün ölçüsüydü. O, Tanrının yeryüzündeki eli, gölgesi ve temsilcisiydi. Ona itaat göğe itaat demekti. Bu mantık hala devam etmektedir. Siyaset hala ibadet demektir ve isyan etmek hala küfür demektir.

XI. asrın ilk zamanlarında halife El-Kadir Billah zamanında resmi bir akide beyanı yapıldı. Bu beyana Kadiri Akidesi denecekti. Bu akideyle birlikte gelenekçilik kendi manifestosunu yayımlamış oluyordu. Doğrular beyan ediliyor ve bu doğrulardan yapılan her tür sapma mahkûm ediliyordu. Bu akide Hanbeli ve Şafii gelenekçiliği tarafından nakledilerek zamanla Ehli Sünnet akidesi olarak şekillenecekti. Akidenin içeriği tamamen gelenekçilerin muhaliflerine yönelik bir reddiye olmasını öngörmüştü. Müşebbihe, Kerramiyye, Şia ve Mutezile’ye karşı beyanlar temelinde şekillenmişti. Bu akide Zehebi akidesi şeklinde formüle edilecekti. Gelenekçi öğretiler bütün mescid ve camilerde öğretilirken, diğerleri tamamen yasaklanıyor, kitaplarının satışına yasak getiriliyor, kelami ve felsefi konuların tartışılması da yasaklanıyordu. Skolastik akıl bir okul aklıdır ve bu akıl size düşünmeyi değil, hazır doğruları verir. Siz sadece devletin uygun gördüğü tarzda inanabilir ve uygun görmediklerini de zihninizden uzak tutmakla yükümlü tutulursunuz. Sizin Tanrınız artık devlettir.

Bu akide halka ilan edilmiş ve defalarca okunmuştu. Halka beyan edilip okunan bu akideyle birlikte artık devlet, halkının neye inanıp neye inanmaması gerektiğini belirleyen bir otorite durumuna yükseliyordu. Devlet doğruluğun sembolü, doğru akidenin temsilcisi ve her tür sapıklığın düşmanı olarak ortaya çıkıyordu. Bu andan sonra devlete muhalefet etmek ya da herhangi bir eleştiri getirmek de aslında doğru itikadı eleştirmek ve zındık olmakla eş anlamlı hale geliyordu. Muhalifler sadece devletin değil, doğru inancında düşmanı olarak lanse ediliyordu. Bu gerçekten büyük bir güçtü ve siyaset akide bütünleşmesinin zirvesini temsil ediyordu. Ama her zaman güç tamamen keyfi hareket eden siyasilerin elinde olacaktı, gelenekçi alimler sadece bir enstrüman olarak yedekte tutulan ve kullanılan ideolojik bir aygıttan öte bir şey değillerdi.

Ancak bu süreçte yüzlerce farklı yorum ve mezhep ortaya çıkmıştı ve bu kadar çeşitlilikteki bir toplumu kontrol etmek ve yönetmek bir hayli zordu. Buna bir ayar vermek gerekiyordu. XI. asrın ortalarında bu sayı dörde kadar indirildi ve diğerleri sapkın olarak mahkûm edildi. Esasen dört mezhebin resmi hale getirilmesi Memlukler vasıtasıyla oldu. Sultan Baybars 1267 yılında her mezhepten dört tane baş kadı atayarak bu süreci resmileştirdi. Böylece hem dört mezhep Sünni doktrinin resmi versiyonları haline geldi hem de 1300 yılına doğru içtihat kapısının kapandığı şeklinde bir düşünce yaygınlaştı. Siyaseten pragmatik amaçlarla destek verilen mezhepler yaşama imkânı bulurken diğerleri zamanla yok olup gitti. Dört mezhebin resmileştirilmesinden sonra bu mezheplere müntesip olmayan birinin ne şahitliği kabul edildi, ne kendisine Cuma hatipliği, ne müftülük ve kadılık ne de başka bir görev verilmedi. Âlimler dört mezhebe bağlılığa dair fetvalar verirken, bunların dışında bir mezhebe bağlılığı yasakladılar. Bu uygulama günümüze kadar böyle geldi.

Özgürlükçü ve farklılıklara saygılı bir islam yorumu yerine, resmi, tek tipçi ve maziyi kutsallaştırıcı/gerici bir islam anlayışı Türklerle beraber iyice hâkim oldu. Mısır’da da özgürlükçü islamı yıkan ve yerine Sünni totalitesini geçiren Selahaddin Eyyubi olacaktı. Artık düşüncenin filizleri kuruyacak ve kahramanların kutsal kulelerinden muhteşem bir tapınak kurulacaktı. Zaman geçmişi kutsama ve kutsal tarihin kahramanlarına tapma zamanıydı. Onlar davetin ruhunu boğdular ve hakikatin üzerini kalın bir maskeyle örttüler.

Türkler Şia’yı İslam’ın merkezi coğrafyasından sürdüler ve onu ya yeraltına ya da dağlara sığınmak zorunda bıraktılar. Hasan Sabbah son direnişini Alamut kalesinde başlattı. Selçuklu Türklerine karşı çok ciddi bir mücadele verdi ve Anadolu Selçuklularından da bu vesileyle yüklü miktarda vergi aldı. Zira Anadolu Selçukluları amcaoğulları büyük Selçuklulara karşı onlardan medet umuyordu. Alamut fedaileri yakalandıklarında çok ciddi şekilde cezalandırılırlardı. Onların safında yer almakla itham edilen ünlü sufi Şihabeddin Sühreverdi ağır ithamlarla suçlanıp birçok müridi ile zındık diye Selahaddin Eyyubi tarafından idam edildiğinde, bu olay Kudüs’ün Haçlıların elinden alınmasından daha büyük bir zafer olarak algılanmıştı. Buradaki önemli bir ayrıntı da şudur ki, devlet resmi akideyi ilan edince insanlar bir tür McCarthycilik hummasına tutuldu ve rakiplerini tasfiye etmek için onları her tür iftirayla saf dışı etmeye başladılar. Bu iftiralar geniş bir yelpaze içeriyordu ve bugün dahi cemaatler kendi içlerinde olsun, başka cemaatlerden olsun birilerini hedef tahtasına oturttuklarında genelde bu silaha başvurmaktadırlar. Ya sapıklıkla, ya vatan hainliğiyle, ya ajanlıkla ya da ahlaksızlıkla suçlayarak insanları mahkûm etmek ve saf dışı etmek o gün bugündür en çok başvurulan silahlardan biri olmuştur. Şu halde durup dururken birilerine sapık, ahlaksız ve ajan deniliyorsa bilin ki o kişi birilerinin menfaatine dokunmuş ve onları rahatsız etmiştir. Bu şekilde özellikle birçok sufi ve muhalif alaşağı edilmiş ve hayatları elinden alınmıştır. Peygamberlerine bile iftira eden insanların rakiplerine acıması beklenemezdi.

Türklerin gelişiyle birlikte sufiler de kısmen Sünni bir karakter kazandı ve önce Selçuklu veziri Nizamülmülk, daha sonra da Selahaddin ve Osmanlılar tarafından desteklenerek Sünni İslam’ın üç temel sütunundan biri haline getirildi. İman, islam ve ihsan, ya da kelam, fıkıh ve tasavvuf Türk İslam’ının üç temel direği haline geldi. Devlet tarafından desteklenen, kendilerine tekkeler ve dergâhlar kurulan ve Selçukluların besleyip büyüttüğü büyük Gazali tarafından meşrulaştırılıp Sünni islam dairesine katılan tasavvuf böylece kısmen muhalif tavrını terk etti ve devletin gölgesine girdi. Kuşeyri ve Hucviri de Ortodoks tasavvufa dair eserler yazarak bu sürece destek oldular. Sufiler toplumun gerçek önderleriydi ve onlarla barışmak toplumu kontrol altına almanın en basit yoluydu. Devlet aklı gerektiğinde en büyük düşmanı ile birlikte bile zifafa girer. İktidarla rant oyunları oynayan cemaatler ise bir süre arpalıklara sahip olsalar da zamanı gelince devlet aklı tarafından bertaraf edilir ve ortadan kaldırılır. Devletle pazarlık yapıp iktidara ve onun nimetlerine oynayan hiçbir cemaat bugüne kadar halk nazarında kabul görmemiş ve yitip gitmiştir. Ama bu hastalık asla ortadan kalkmamıştır. Devlet her dönemde iktidarını meşrulaştırıcı cemaatleri ve âlim taslaklarını bulmakta asla sıkıntı çekmemiştir. İslam tarihinde bir tür cemaat enflasyonu her zaman var olmuştur. Bu enflasyon ekonomik enflasyondan bile daha derin yaralar açmış ve cemaat liderleri saf insanların temiz duygularını birer iktidar fahişesi gibi pazarlamaktan çekinmemişlerdir. Dün olduğu gibi bugün de bu böyledir.

Akılcı alternatifi bertaraf eden gelenekçiler bu defa da kendi içlerindeki farklılıkları ve zenginlikleri budayarak yok ettiler. Günümüze gelindikçe renkler yok oldu ve özgürlük alanları ortadan kaldırılarak, farklılıklar ve özgürlükler sadece boş bir kelimeye indirgendi. Zamanımız, devletin her alana kök saldığı, her şeyi kontrol ettiği, özgürlüklerin sadece isimden ibaret hale geldiği bir zamandır. Devlet tanrısallaştırılmış ve bu tanrının gücü gün geçtikçe artarak zirve yapmıştır.

Her tür resmileştirmeden, bütün renklerin solup gitmesinden, rengârenk bir tablonun siyaha ve beyaza dönmesinden sonra yapacak pek bir şey kalmamıştı. Skolastik emperyalizmin ideolojik aygıtlarının düzenli ve istikrarlı çalışmasını garanti altına almak yeterliydi. Bu süreçte bu amaçla akademik vaaz denilen bir icat ortaya çıktı. Dışlayıcı ve resmileştirici bu vaaz genelde Cuma hutbesi şeklinde irad ediliyordu. Halifenin tayin ettiği bir hatip her Cuma halka resmi ağızdan nasihat ediyordu. Bir de vaaz vardı ki, bu da genelde cami ve mescitlerde ve sonraları da medreselerde hocalar tarafından ders halkası dâhilinde verilen nasihatleri içeriyordu. Sonuçta ikisi de bir tür resmi ağızdan kamuoyuna yönelik bir manipülasyondu. Böylece vaaz ve hutbe vermek bir işkolu oldu ve akademik vaaz kürsüleri oluştu. Halka vaaz vermek devletin üstlendiği en temel görevlerden biri haline geldi. Böylece belli bir kesim fikirler pazarında bir nesilden diğerine, bir ülkeden ötekine zihin iğfal şebekeleri şeklinde tekeller kurarak emperyal bir entelektüel güç haline geldiler ve o andan itibaren ataların lehine yaşayan nesillerin zihinlerini ve kalplerini sömürdüler.

Türklerin çağı böyle başlamıştı, her şeye bir standart getirilmiş ve tektip bir yapı için gerekli bütün önlemler alınmıştı. Osmanlı çağı böyle bir evrenin üzerine inşa edildi. Osmanlı, kuruluş yıllarında bütün desteğini aldığı göçebeliğe ve muhalif islama yavaş yavaş yüz çevirdi ve yerleşiklikten yana tavır takındı. Ne olursa olsun başlangıçtaki özgür ortam zamanla terkedildi ve Osmanlı da kendi iktidarı için resmi bir islam yorumu geliştirdi. Zira fetret devrinin anıları, Şeyh Bedreddin ve Şahkulu isyanlarının hatıraları hala çok tazeydi ve bu anılar onlara bir savunma refleksi çerçevesinde siyaset yaptırıyordu. İsyan edenler dışlanıyor ve manipüle ediliyordu. Hak ve adalet çığlıkları kanlı kılıçların altında derin bir mezar sessizliğinde yok oluyordu. Yıldırım Beyazid ile birlikte başlayan medrese islamına dayalı merkeziyetçi eğilim Fatih ile birlikte olgunlaşmış ve Kanuni ile birlikte kaideci Sünni bir islamın temel gelişimi tamamlanmıştı. Böylece Heterodoks muhalif islamdan kaideci bir resmi islama doğru evrilme gerçekleşmişti. Bu süreçte hoşgörü yerini fanatizme ve dışlamacılığa, tekke yerini medreseye bırakmıştı. İslamın gerçek ruhu yerini kitabi bir islama bırakmıştı. Kalpleri ısındırmaya dayalı şefkatli yaklaşım yerini buyurgan bir siyasete bırakmıştı.

Böylece Fatih’ten itibaren Osmanlı sultanları, çok daha belirgin bir şekilde, kendilerini biri örfi, diğeri dini olmak üzere iki temel üzerinde meşrulaştırmaya başladılar; Türk örfü ve Sünni islam hukuku. Bu meşruiyet kaynaklarda, Oğuz Kağan soyundan gelme örfi temel ve göbekten çıkan ağaç rüyasının temsil ettiği, ilahi iradeye mazhar olma şeklindeki göksel-dini argüman ile işlendi ve Osmanlı siyasi aklının temel motifleri haline geldi. İstanbul’un fethi, Osmanlının kendisini büyük emperyal motifler ve bu çerçevede bir dizi imparatorluğun mirasçısı olarak yeniden konumlanlandırmalarını ve kendilerine dair düşünme biçimlerini yeniden inşa etmelerini sağladı. Bu süreçle birlikte Türkmen asilzadeler sürekli kaybedenler durumuna düştü. Devşirmelerin yıldızı parladı ve devlet ilk büyük kabuk değiştirmesini gerçekleştirdi. Osmanlı tercihini Türkmen’den yana değil, Balkan asilzadelerinden ve devşirme elitlerden yana kullandı. Devlet artık balkan merkezli bir devlet oluyordu, Anadolu ve Türkmen ikinci plana atılıyor, iktidarın en büyük ve potansiyel düşmanı olarak imgeleniyordu. Bu düşmana karşı merkezdeki yeniçeriler Fatih’ten başlanarak hızla arttırıldı ve güçlendirildi, Türkmenler ise askeri rolü olmayan topraklara yerleştirildi. Bu şekilde Türk aristokrasisi pasifize edildi ve yeni fethedilen bölgelerin feodalleşmesinin önü kesilmiş oldu. Bir süre sonra bürokrasi tamamen Balkan aristokrasisi ile dolup taştı. Bu balkan merkezli oluşum çerçevesinde padişahların Türk kadınlarla evlenmeyi terk edip tamamen Hristiyan kadınlarla evlenme siyaseti gütmeleri de yeni elitlerle ilişkileri sağlamlaştırmaya ve ittifaklar kurmaya yarıyordu.

Yavuz ile birlikte Osmanlı ülkesi İslami coğrafyaya doğru genişleyince ve nüfus olarak İslam halkları çoğunluğu oluşturunca, Osmanlı padişahları artık kendilerini Hadimü'l-Harameyni'ş-Şerifeyn ünvanlıyla anmaya başlayıp Memlük sultanlarının İslam âlemindeki saygın yerlerinin, bu arada da hilafet makamının varisi ve İslam'ın da hamisi olarak görmeye başladılar. 16. Asırdan itibaren Osmanlı padişahının resmi ideolojideki yeri, halife-sultan olarak daha fazla kutsallık kazanmış, buna karşılık şeriat karşısındaki durumu İslam dünyası genelinde daha fazla sorumluluk gerektiren, buna paralel olarak daha büyük saygınlık kazandıran bir konuma yükselmişti. Artık İslam'ın hamisi olan Osmanlı padişahı bu konumuyla dünyanın da sığınağı, yani kendine mahsus deyimiyle padişah-ı penah olmuştu. Artık Osmanlı padişahı, İslam dünyasında Nizam-ı Alemin, Batı Hıristiyan dünyasında ise Pax Ottomanica'nın efendisidir. Fatih ile ideolojik anlamda İslam’a doğru bir dönüşü geçiren imparatorluk, Yavuz ile kutsal şehirlerin anahtarını ele geçirmiş ve Kanuni ile de kurumsal anlamda bir islam imparatorluğuna dönüşmüştü.

Kanuniden sonra Osmanlı sultanlarının çaptan düştüğü ve yeteneksizleştiği yönünde bir önyargı bulunsa da, bunun sebebi bu çağdan itibaren imparatorluğun tamamen kurumsal ve bürokratik bir yapıya kavuşmasıdır. Artık karizmatik sultanlar yerine bürokratik bir devlet vardır. Bu gerileme ve çöküş değildir; bu devletin kabuk değiştirmesidir. Devletin yapısı üçüncü kez karakter değiştirmekte ve çağın ruhuna göre şekillenmektedir. Bu bürokratik, modern bir devlete geçiş sürecidir, bir çöküş ve gerileme değildir. Bu çağdan itibaren, merkezi saray olan devlet anlayışı, dini kurumları, eğitim müesseseleri, sabit bir ordusu ve bürokratik bir ağı olan, bireysel karizmadan ziyade liyakat ve kurumsal beceriye vurgu yapan bir devlete dönüştü. Unutulmamalıdır ki, değişme yeteneğini yitiren devlet akan zamana karşı yok olup gider; uyum sağlama ve esneklik kabiliyetini kaybeden yapılar katılaşır ve darbelere karşı kırılgan bir hal alarak paramparça olur. Bir devlet esnek ve değişebilir olduğu ölçüde yaşama enerjisi ve iradesi gösterir.

Bu andan itibaren Osmanlı İslam'ı dediğimiz şey, bir yandan devlet kavramına kutsallık bahşederek merkezi otoriteye ve onu temsil eden Osmanlı hanedanına meşruiyet ve bir anlamda kutsiyet kazandırırken, öte yandan onun siyaset etme aracı olmak gibi çifte bir fonksiyon icra eder. İslam araçtır, ideolojik bir aygıttır; diğer yorumlara ve eğilimlere karşı devletin resmi dairesini belirleyen ve bu dairenin sınırlarını koruyan katı bir duvardır. İslam'ın bu çifte fonksiyonunu, başlangıçtaki popüler mistik karakterine giderek daha güçlü bir şekilde kendini hissettiren fıkıh ağırlıklı kitabi İslam'a dönüştürmek suretiyle 15.asır ortalarına kadar tedrici bir şekilde kazandı. Bu, aynı zamanda Osmanlı’da Sünni İslam'ın bir kez daha siyasallaşma sürecini de gösterir. Baştaki esnek ve çok renkli yapı yavaş yavaş solmuş ve Kanuni çağıyla birlikte siyah beyaz bir hal almıştır.

Böylece ulema resmileşmiş, kurumsal dinin resmi memuru olmuş ve devletin ideolojik bir aygıtı olarak siyasetin kontrolüne girmiştir. Artık Ulemanın temel görevi, bilgi üreterek bilime katkıda bulunmak değil, sadece, merkezi iktidarın iradesi doğrultusunda geleneksel İslami bilgilerin eğitim ve öğretimiyle meşgul olarak devlete bürokrat yetiştirmek ve daha esaslı olarak da, merkezinde sultanın bulunduğu siyasi iktidar mekanizmasının bütün fiil ve hareketlerini meşrulaştırmaktı. Böylece Ulema, tam anlamıyla bir tür dini bürokrat kimliğine büründü, katılaştı ve solup gitti. Geriye sadece fanatizm ve duygusal şiddet kaldı. Bu yüzdendir ki Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulema, merkezi iktidardan bağımsız ne ilmi, ne de dini bir otorite oluşturabildi. Bu sayede Osmanlı, tarihi boyunca bir yandan İslam'ı resmi ideolojisinin itici gücü yaparken, öteki rolünde tutabilmiş, bu şekilde merkezi yönetimden ayrı bir güç odağı konumuna gelmesini de engellemiştir.

11. asırdan itibaren, Büyük Selçuklular zamanında 1065-1067 yılarında devlet tarafından kurulan Nizamiye medreseleriyle birlikte ulema, devlet ve siyasi iktidar merkezleri karşısındaki konumunu sağlamlaştırmaya çalışmıştı. Hem siyasi otoriteyi, hem de toplumsal düzeni tehdit etmesi sebebiyle dönemim önemli bir problemi haline gelen bâtınilere karşı Sünni inançları savunmak amacıyla açılan bu medreseler, ister istemez devletin ve resmi ideolojinin üretim ve savunma kurumları haline gelmişlerdi. Sünni İslam’ın dört büyük mezhebinden biri olan Şafiilik, Selçuklu veziri Nizamülmülk'le birlikte Selçuklu devletinin resmi mezhebi olmuş ve ön plana çıkmıştı. Devletin kurduğu medreselerin hocaları, artık devler tarafından atanmaya, maaşlarını devletten almaya başlamışlardı. Ders programları devlet tarafından belirlendiği gibi, okutulacak kitaplarda yine devlet tarafında seçiliyor ve bunların dışında kitap okutulmasına kesinlikle izin verilmiyordu. Böylece tamamen Ortodoks bir devlet İslam’ının temelleri de atılmış oluyordu. Türklerin islam dünyasına girişiyle beraber kurumsal ve Ortodoks din şekillenirken, bu çerçevede muhalif İslam’a dair bir düşmanlık ve nefret söylemi de ortaya çıkmıştı. Türklerle birlikte Şia düşmanlığı tırmanmış ve dini ideolojik bir aygıt olarak kullanan devlet modeli ortaya çıkmıştı.

Osmanlı uleması arasında, bir yandan devletin bürokratik ihtiyaçlarını yerine getirme, öte yandan halkın inançlarının bozulmaması için gayret sarf etme gibi iki pragmatik endişesinin sevkiyle, birincisi ehl-i Sünnet dışı cereyanları çürütmek ve Ehl-i Sünneti güçlendirmek, ikincisi ise bu akımları hukuk açısından mahkum etmek üzere, Kelam ve Fıkıh öne çıkan iki gözde disiplin olarak yüzlerce yıl yerlerini korudular. Osmanlı resmi ideolojisinde ideal reaya Ulu'l-Emre itaatkâr, kendinde devletin düzen ve yönetimine müdahale hakkı görmeyen, devlete ve düzene karşı her ne sebeple olursa olsun tavır almaktan kaçınan, mensubu bulunduğu toplumsal kesimden, yaşadığı yerden izinsiz ayrılmayan, kısaca her alanda mutlak anlamda boyun eğen insanlar olarak tasavvur ediliyordu. Reaya sürüydü ve sürü çobanı tarafından yayılırken, karnı doyurulurken, kurda kuşa yem olmaktan muhafaza edilirken tamamen itaat etmeli ve uysal olmalıydı.

Sürünün uysallığını sağlamanın çeşitli yolları vardı; bunların en etkilisi de hoşgörü idi. Hoşgörüyü örgütlemek barışı ve düzeni tesis etmenin en basit yoluydu. Çeşitliliğe, farklı cemaatlere ve bunların sadakatine giden yol hoşgörünün bir kurum olarak tesis edilmesinden geçiyordu. Hoşgörü ideallere saygı değildi, hoşgörü çok kültürlülük değildi, eşitlik ya da saygı değildi. Hoşgörü farklılıkların sadakatini sağlayan bir tür siyasetti. Devletin gücünün yaymak, sağlamlaştırmak ve realize etmek için tıpkı zulmetmek, katletmek, sürgün etmek şeklinde ortaya çıkan bir dizi siyasi enstrümandan biriydi. Hoşgörü aslında bir tür şiddettir; muallakta bırakmaktır. Bir tür sürekli güvensizlik ve devam eden bir korku ve endişe koridorudur. Hoşgörü görüyorsanız zulüm görmezsiniz ama aynı zamanda topluma da kayıtsız şartsız kabul edilen bir cemaat ya da mensup olamazsınız. Hep alacakaranlıkta kalırsınız, ne gündüz vardır size ne de gece. Hoşgörü bir alacakaranlık kuşağıdır. Sizi hoş gören birileri varsa bilin ki sizleri kullanmak ve iktidarlarına meze yapmak istiyorlar.

Akla karşı öfke şeytanın oruspuluğunu yapmaktır. Cemaat ve mezhep mantığı, müritlerin önüne özel bir bal dolu bir kâse konur ve müritler sinek gibi bu bala üşüştüklerinde yapışıp kalırlar. Artık uçamazlar, debelenip dururlar. Bu bal devletin buz gibi yamaçlarından devşirilir ve merhamet kâsesinden sunulur insanlara. Bu balı yedikçe zihinlerdeki kara delikler daha da büyür, isyan ve bağlanma arasında gidip gelen insanalar itaate mahkûm olur. İşte bizim aynamız budur ve bu ayna bütün düşmanlıklarımızın ve kan davlarımızın, endişe ve korkularımızın yansıdığı kalbimiz ve zihnimizdir. Bu tarih birer ayna olan herkesin kalbinde ve zihninde her an dalgalanmakta ve yaşayan her bireyi kendisine mahkûm etmektedir. Mezhepleri bir deli gömleği gibi hazır halde giyen kitleler bir tür cinnete ve akıl tutulmasına tutulmaktadırlar. Büyük harflerle yazılan ve kutsallık atfedilen emperyalist kelimeler hakikatin önündeki en büyük perdeler olmaktadır.

Osmanlı çağının son bulmasıyla beraber emperyalist batının güdümüne giren, artık bir paradigma olmaktan çıkıp kızağa alınan Sünni ve Şii akıl yeni sayıklamalar icat etti. Bu sayıklamanın mimarı ise Mısırlı Seyyid Kutub olacaktı. Âlim, mücahit ve şehit olarak bütün islam dünyasının ufkuna yerleşti. Onun düşünceleri modern İslami akımların İncili mesabesindedir. O modern çağın peygamberidir. Bu konumunu Şeriati, Mevdudi ve Humeyni ile birlikte paylaşmaktaysa da, asıl dinamik kendisidir. Şimdi bu süreci ve onun görüntülerini tahlil etme zamanıdır.

Kutub’un düşünceleri batı emperyalizmine ve çürümüş İslami rejimlere karşı bir tür başkaldırıdır. Ama nihai doğrular yoktur, mutlak hakikat fenomenler âleminde yer bulmaz. Bu âlem kevn ve fesad âlemidir, bu âlem tamamen izafiyettir. Çünkü zaman keskin bir kılıçtır ve bütün mutlak hakikatlere karşı en büyük engeldir. Kısmi doğrular ise yaşayan sosyolojinin kendisi ve iktidarın gerçeğe en yakın görüntüleridir. Siyasal İslam, büyüden arındırılan ve metafizik yoksunu kılınan bu dünyayı yeniden büyüleme çabasıdır. Mitler yeniden inşa edilmeli ve yaşamın içinde yeniden tesis edilmelidir. Modern fundemantalizm mistik unsurları ve tasavvufu reddetmeye, kökenlere dönmeye ve kitabın otoritesini hâkim kılmaya dayanan politik bir öğretiye dayanmaktadır. Ama bu hareket temelde tepkiseldir ve epistemolojik bir tabandan yoksundur. Moderniteyi reddetmeye ve kurtarılmış bölgeler dâhilinde zihinsel gettolar inşa etmeye çalışmaktadırlar. Bu bir tür öfke nöbetidir, bir mahrumiyet hissi ve sığınak arayışıdır. İslam’a yöneliş bir hayat tarzına yöneliş olmaktan ziyade bir protestonun işaretidir. Bir metafiziği yoktur, tabansızdır, köksüzdür ve sadece kapitalist bir kozmolojinin yükselişine işaret etmektedir.

Ama siyasal İslam kendisini bir yanılsama, bir tür yorum olarak görmemekte ısrarcıdır. Dünyanın merkezinde artık kendisi vardır, dünya onun çevresinde dönmelidir; ama bilmez ki kendisi de zamanın giydirdiği derilerden sadece biridir. Bir yorum, kelimelere dökülmüş bir duygu ve dillerde bir slogandır. Bu slogan politik bir hâkimiyet kurmayı temel hedef olarak görmektedir. Kutub’un “Yoldaki İşaretler” isimli eseri baştan sona bir Sünni islam manifestosudur. Bu manifesto İslami cemaatin tesis edilmesi için gereken muhakemeyi içerir ve bu cemaatin kurulmasında ısrar eder. Bu kitap Kutub’un idam edilmesinde kanıt olarak kullanıldı ve Kutub bilinmeyen bir yere gömüldü. İdamı onun eserlerine daha büyük bir cazibe kazandırdı ve uluslararası bir üne kavuşturdu.

Bu eser, cahiliye denilen modernitenin eleştirisi, hastalığın teşhisi, tedavisi ve bu hastalıklı toplum yerine cihad yoluyla kurulacak olan islam hukukuna dayalı yeni toplumun nasıl tesis edileceğini anlatır. Yolu ve yoldaki sıkıntıları tespit eder ve çözüm önerileri sunar. İslam’da sosyal adalet isimli eserinde ise ideal yönetim tarzı olarak halifeliği savunarak Emevilerin bu yönetimi ahlaksızlıklarıyla bozduğunu söyler. Onun derdi modernizmledir, ya da cahiliye ile, onun nazarında modern dünya cahiliye düzenidir. Allah’a inanmayan, onun kanunlarını uygulamayan her düzen ona göre cahiliye düzenidir. Tek medeni toplum vardır, o da ahlaklı toplumdur. Gerçek özgürlük ahlaklı ve adaletli özgürlüktür. Marksizm ise körü körüne inançsızlığı savunduğu için büyük bir tehlikedir. Tanrının yerine bir parti otoriteyi teslim almaktadır. Ona göre gerçek adalet otoritenin Allah’a verilmesidir. Bunun dışındaki tüm otoriteler cahiliye düzenleridir. İlerleme diye bir etiket kabul edilemezdir, Allah’a ibadet yoksa o düzen cahiliyedir. Ona göre ideal Müslüman cemaati tarihsel koşullardan soyuttur ve şimdinin talebi geleceğin de umududur. O sürekli tağut ve tuğyan kelimelerini yan yana kullanır; bu ibadetle siyasi hâkimiyetin yan yana kullanımıdır. İbadet siyaset, siyaset ibadettir. Kutub, bahsettiği sistemin yeni bir şey olmadığını ve bunun İslam’ın bizzat kendisi olduğunu savunur. Ona göre ortaya koyduğu şey yorum değildir, başlangıçtan beri hep var olan gerçeğin ta kendisidir.

Kutub, Mevdudi’nin “Dört Terim” isimli eserinde çerçevesini çizdiği ulûhiyet ve rububiyet kavramlarını tamamen siyasi bir içerikle yorumlar ve onları öğretisinin kalbine yerleştirir. O, felsefeye de karşıdır ve felsefenin islam düşüncesini bozan bir dış artık olduğunu düşünür. Felsefe öğretiyi aşındıran ve bozan bir şeydir. Ona göre tarih iman ile küfür arasındaki bir savaş alanıdır. İnsan halifedir ve halifeliğini de cihad yolundaki aktif eylemleriyle kanıtlamalıdır. Cihad islamı özgür şekilde seçimin önündeki engelleri kaldırmak içindir. Özgür seçim demek de islamı seçmek demektir.

İslam demek ona göre kurumsal fıkhın bir sosyolojiye dönüşmesidir. Allah’ın indirdikleriyle hükmedilen bir toplumun inşası için yapılacak her şey cihaddır. Ona göre devlet yasamanın değil sadece yürütmenin kaynağıdır, yasamayı yapan Allah’tır. Onun bahsettiği yönetim kelamın ve yasanın idaresi demek olan nomokrasidir. İmanın ölçüsü kitaba sıkı bağlılık, düşmana karşı şiddet kullanmak ve ilahi yasaya dayanan bir yönetim kurmaktır. Bu düşünceler toptan düşünüldüğünde, bunun bir tür modern haricilik olduğu görülecektir.

Neticede Kutub Hanbeli mezhebine bağlı bir aktivistti ve tespitleri de tedavi önerileri de tamamen bu kökenden beslenen radikal, zahiri ve şekilci sloganlar yığınından ibaretti. Ahlakı, fıkhi bir katılığa indirgeyen, çeşitliliğe ve yaşayan sosyolojiye karşı bir tür tırpanlama görevi gören, homojen ve tek tip bir algı üretmekte ve takipçilerini böyle bir yolun yolcusu olmaya davet etmektedir. Bu davet aynı zamanda efsanevi geçmişe bir tür dönüştür, raşid (!) denilen halifeler çağına dair bir tür nostaljidir. Kökenlere ve altın çağa dair bir reflekstir. Ama bu dönülen yerin imaje edilmiş ve maskelenmiş bir dönem olduğunu unutmakta, raşid denilen dönemin bir huzur dönemi değil, islam halklarının zihnindeki bütün çatlamaların, kalplerdeki bütün kırılmaların ve depremlerin yaşandığı büyük ayrılıklar ve maskelemeler dönemi olduğunu asla hatıra getirmemektedir. Tamamen bir ön kabul ve Sünni ezberden yola çıkarak öğretisini çürük bir temel üzerine inşa etmektedir.

Ama her halükarda o çalışmasının bir yorum olduğunu kabul etmez; ona göre bu çalışma sahih İslam’ın kendisidir, bu da ona epistemolojik olarak ayrıcalıklı bir konum sağlama çabasıdır. Bu tavır, Müslümanlar arasındaki diyalog ve üretim faaliyetini de sıfırlamakta ve herkesi kendisinin otoritesini kabul etmeye çağırmaktadır. Şu halde asıl püf nokta da burasıdır; zira yorumlardan bir yorum olan bir çalışmanın yorum olduğunu inkâr etmek aslında fundemantalizmin en temel özelliğidir ve o yaklaşımı fundamental kılan şey de tam olarak budur. Tıpkı Platon’un filozof krallarında ya da Şia imamlarında görülen o özel bilgi durumu söz konusudur ve bu durum halkı, istişareyi, farklılıkları ve muhalefet hakkını elinizden alıp sizi fikir köleleri onu da otorite yapar. Bu yolda yürüyenler de neticede otoritelerin, abilerin ve ablaların köleleri olurlar; eleştiremezler, fikir beyan edemezler ve suskunluğa dair bir itaat destanı yazarlar. Suyun başına oturan otoriteler tüm yetkilerini aslında otorite olmaktan alırlar, ilmi bir yetenekleri olmasa da cemaatin köşe başlarında oturur ve asla koltuklarını bırakmazlar. Nesiller gelir geçer ama onlar asla geçip gitmezler; onlar bir tür yarı tanrıdırlar; sanki mitolojik dönemlerden kalma, sanki gökle ilişkiye girmiş yarı tanrılardır onlar. Mühürlü anlam kutularından hakikat devşirilir ve yolculara birleştirilmiş bir ufuk çerçevesinde servis edilir.

Kutub’a göre vahiy akıl üzerinde tamamen otorite sahibidir. Vahiy-akıl ikilemine o da düşer ve geçmişin kör karanlığında slogana sarılır. Hâlbuki akıl olmadan vahyin ne değeri vardır ki, akıl yoksa teklif de yoktur, akıl yoksa ne imtihan vardır ne de sorumluluk. Cemaat sakinlerinin zihinleri sanrılardan oluşan kesin kanıtlara (!) teslim olur ve böylece yavaş yavaş bir uyuşma ve taklit evresi başlar. Otoritelerin söylediği her şeye karşı derin ve samimi bir sorgusuz inanç filizlenir ve aptallık bir alışkanlık olarak azar azar musallat olur zihinlere. İşte böyle çöle döner yürekler, işte böyle iğdiş edilir kalpler. Bildiklerimiz ve hakikat sandıklarımız çoğu zaman ufkumuzu perdeleyen en kalın perdedir aslında. Her gün yeni bir şey öğrenmek yerine, bazen her gün yanlış bildiğiniz bazı şeyleri unutmaya ve zihninizdeki kara delikleri aydınlatmaya çalışmalısınız. Zira bilgi ne kadar çoksa örtü o kadar kalın, fanatizm o kadar kör ve karanlık bir kuyudur.

Kutub ve Mevdudi’nin siyasi teolojisini Humeyni realize etti. O, Allah’ın otoritesini yeryüzünde hâkim kılarak putperestliği coğrafyadan kovdu ve mehdinin gelişi için şartları daha da iyileştirdiğini söyledi. Velayet-i Fakih doktrini Şia düşüncesinde temel bir dönüşümü gösteriyordu. Coğrafya kutsallığa bürünecek ve adalet tesis edilecekti. Ama fazla sevinmeyin diyen bir ses olsa idi, belki de şöyle diyecekti: fazla sevinmeyin, bir kaç yıl sonra bunları nasıl iktidardan indirebiliriz diye düşünüyor olabilirsiniz! Dünyayı yeniden büyüleme ve kutsalı gökyüzünden yere indirme projesi böylece ilk kez uygulama alanı buluyordu. Dünya yeniden büyülü bir evren oluyordu. Büyülüydü İran devrimi ve diğer Müslümanları da uzun yıllar büyüleyecekti; ta ki büyü etkisini yitirip yok olana kadar derin bir sayıklamaya neden olacaktı. Tarih ipini koparmış ve dünyanın zemini sallanmaya başlamıştır artık. Manaları vakumlayan bu yaklaşımlar emperyalist bir akıl tutulmasına neden olmakta ve akıl pazarında işler dumura uğramaktadır. Sonuç itibariyle Kutub, Mevdudi ve Humeyni projesi kültürel bir eklektizmdir, ama kendisini yeni bir şey olarak sunmakta ve asıllara bir dönüş olarak ortaya koymaktadır.

Modern islamın temel parametreleri şunlardır; köktencilik ve Kitabın lafzına bağlılık, tasavvufa ve her tür mistik eğilime düşmanlık, ibadetlerin ritüel ve siyasi bir anlam kazandırılarak icra edilmesi, gizli örgütlenme, hiyerarşi, emir komuta zincirleri ve iktidarı ele geçirmek. Bu çerçevede özellikle Türkiye’de 80 sonrası ortaya çıkan radikal İslamcı akımlar derin çelişkiler yaşadılar. Bu İslamcıların inşa ettiği cemaatler tamamen bir aysberg gibidir. Özel ve kudretli bir takım adamlar katı bir hiyerarşi çerçevesinde konumlandırıldı ve yerin altından yönetilen bir mafya örgütü görüntüsü ortaya çıktı. Onları ve aldıkları kararları eleştirmek tamamen sapıklık ve kovulma nedeni oldu. Kurtarılmış vahalar ve kapalı havzalar inşa ederek kendi doğrularını kurallaştırdılar ve onlara muhalefet edenleri düşman olarak lanse ettiler. Her biri kendisini evrenin merkezi olarak görüyordu. Liderler suyun başından asla ayrılmayan, başkalarına güvenmeyen, istişareye işlerlik kazandırmadığı için de itaati kutsallaştıran cemaat diktatörlerine dönüştü.

Cemaat diktatörlerinin varlığı bu cemaatleri kapalı bir yapıya dönüştürdü. Eğitim programları ve okunan kitaplar tamamen Seyyid Kutub, Mevdudi, Şeriati, Hasan el Benna, Abdulkadir Udeh ve Humeyni gibi siyasi İslamcıların külliyatları oldu. Haliyle bu cemaat insanlarının zihin yapısı da bu adamların fikirlerine göre oluştu. Özel seçme ve daha kutsal ayetleri olan, belli sloganları ve benzer tavırları olan tektip bir yapı ortaya çıktı. Bu yapıyı aşan ve eleştirip yeni önerilerde bulunanlar ise uyarıldı ya da sürgün edildi. Cemaati eleştirmekte diretenler ise iftiralar ile saf dışı edilmeye çalışıldı, Sünni aklın muhaliflerine karşı kullandığı sapık, ajan ve ahlaksız gibi silahlar bu dönemde de cemaat içi hesaplaşmalarda temel argümanlar olarak kullanıldı.

İslamcılar 30 yıl kadar mücadele verdiler fakat Seyyid Kutub ve tilmizlerini aşan hiçbir düşünce ortaya koyamadılar. Zaten Anadolu İslamcılığı tamamen dışarıdan ithal melez ve geçmişe mahkûm bir hareketti. Halkıyla arası bozuk, onu hor gören, tekfir eden ve kendi özel cemaatinden gayrı tüm yapıları dışlayan bir yaklaşımı vardı. Eğilimleri ve sözleriyle Haricilere çok benziyordu. Kaba ve sloganik bir islam algısıyla siyasi bir devrim rüyası içindeydi.

İslamcıların kapalı havza sistemi, zihinleri de birer gettoya dönüştürdü. Belli eserlerden başkasını en azından belli bir dönemden sonra hiç okumamış bu insanlar birer zihin fukarası oldular. Samimiydiler, inançlıydılar ama ne geleneksel Sünni islamı inceleyip algılayabildiler, ne onu aşabildiler ne de modern dünyaya alternatif bir İslami doktrin ortaya koyabildiler.

İslamcıların islama davet dedikleri şey kapalı ve hiyerarşik bir örgüt yapısına davetti; cemaat kuzuları yetiştirmek için bir tür ev Enderun sistemi kurdular. Her biri kendi hareket tarzlarını meşrulaştırmak için Hz Peygamberin hayatı üzerinden meşrulaştırma girişimleri başlattılar. Bu şekilde cemaat siyerleri ortaya çıktı. Celalettin Vatandaş’ın yazdığı siyerler, Fıkhus Siyre, Münir Muhammed Gadban’ın İslami hareket Metodu ve İhsan Süreyya Sırma’nın eserleri tamamen bu meşrulaştırma ve yeniden inşa sürecine katkıda bulundu. Bunları okuyan cemaat kuzularının damağında, “Peygamber de bizim gibi hareket etmiş” gibi bir tat oluştu. Peygamber sireti üzerinden bugünde yaptıklarını meşrulaştırmaya ve deklare etmeye başladılar. Ta ki bu tat kabak tadı vereceği güne kadar. Ezberler ve tekraralar üzerine kurulu olan ve “hüküm ancak Allah’ındır” sloganıyla desteklenen bu süreç neticede sloganik ve köksüz bir islam algısının ortaya çıkmasına neden oldu. Fertlerine bir hayat tarzı sunamayan, islamı sadece siyasi slogan ve ritüel düzeyinde algılayan bu yaklaşım epistemolojik anlamda bir temel üretemedi. Duygusal halk islamının üzerine sadece bir ritüel ve slogan boyası attı. Siyasi, ekonomik, kültürel ve felsefi bir doktrin üretemedi. Bu da onu sosyolojik bir gerçek olmaktan çıkarıp tamamen soyut ve yalıtılmış bir çepere itti. Zira onların derin bir tarih ve medeniyet algısı yoktu, sırf siyasi sloganlarla ve islam dünyasındaki siyasi meselelerle ilgili reflekslere sahiptiler ve bu da onların islamı bir doktrin ve medeniyet projesi olarak algılamalarını engelledi.

İslamcılık halkına ve onların sorunlarına yabancıydı, düşünürleri yoktu, düşünenleri de aforoz ettiler. 30 yılda bir iki kişi dışında düşünen ve yazan tek kişi çıkaramadılar. Başlarda onu bunu dışlamak ve tekfir etmek gibi bir reflekse sahipken zamanla düşünenleri de saf dışı edince her cemaat zihinsel açıdan tamamen kurak bir çöle dönüştü. Afganistan, Bosna, Filistin ve İran üzerinden İslamcılık yaptılar; gündemleri hep bu coğrafyalarda olup bitenlerle ilgili sloganlar üretmek oldu. Aslında biraz da bu sorunlar üzerinden rant yaptılar ve gelişip serpildiler. Sosyal hayata ve gerçekliğe dair bir çözüm üretemediler, ne kendi üyelerinin problemlerini çözdüler ne de dünya siyasetine dair İslami bir doktrin ortaya koyabildiler. İhvan-ı Müslimin bile bir asırda üretebildiği birikim topu topu dört parmaktan öteye geçmedi. Demokrasiden ve insan hakları söyleminden öteye gidemediler, batılı kavramların ve modern paradigmanın içine sıkışıp kaldılar. Kendi kapalı havzalarını hakikat zannedip dağa giden yol üzerine tapınaklar-vakıf-dernek-stk- inşa ettiler. Böylece her biri modern çağın mezhepleri olarak kendi izafi doğrularıyla övünmeye ve diğerini hor görmeye başladılar. Modern çağın olaylarına da mezhepler tarihindeki dostluk-düşmanlık ve kin bağlamında tepki vermeye başladılar.

İslamcılar önceleri İran hayranıyken ve İran’ın Batıya ve İsrail’e karşı olan tavrına hayranken sular köprünün altından aktıkça ve zamanın rengi başka desenler çizmeye başladıkça başka refleksler geliştirdiler. Suriye meselesinde kucağında büyüdükleri İran’ı terk edip reddi miras yaparak bu defa ona cephe almaya başladılar. Çünkü İslamcıların temel referansları hep siyasi idi ve siyasi olaylar önünde savrulup durmaktadırlar. Bu nedenle de her siyasi olaya göre renk değiştirmekte ve mezheplerin zindanında boğulup kalmaktadırlar. İslamcılar kendi ülkelerindeki sorunlara-Kürt sorunu gibi- ilgisiz ama dünyanın her hangi bir yerindeki olaya karşı aşırı tepki vermektedirler. Kendi evlerinin önünü süpürmeyen ama başka yerlerdeki olaylar üzerinden sloganlar üreterek Müslüman olduklarını ve İslami davet yaptıklarını düşünmektedirler. Çünkü İslamcılar temelde sosyolojik ve hayata dokunan bir hareket tarzına değil siyasi sloganlara ve politik hedeflere odaklanmış yapılardır.

İslamcılar AKP iktidarıyla birlikte devlet aklında meydana gelen dönüşüm neticesinde tıpkı önceki zamanlarda olduğu gibi iktidara ortak edildi ve arpalıklara boğuldu. Onlar ise o güne kadar ki bütün söylemlerini bir tarafa atıp tamamen siyasi bir sürecin içine girdiler. Zira 28 Şubatın acısını çekmiş ve hayalleri yerle bir olmuştu. Devrim yapma umutları yıkılmış ve yeni iktidarın şahsında kendilerine sıcak bir kucak bulmuşlardı. Bu nedenle de onu sahiplendiler ve meşrulaştırmaya başladılar. Devlet aklı da zaten bunu istiyordu. İslam dünyasının liderliğine oynayan devlet her alanda İslami motifleri ön plana çıkardı ve kendisini Filistin ve Suriye üzerinden islam dünyasının meşru lideri olarak pazarlamaya başladı.

İçinde yer aldığımız organizasyonlar gerçekten sivil yapılar mı, yoksa buzdağının görünen kısmı mı? Bu yapılar gerçek anlamda sivil kuruluşlar mıdır, yoksa siyasi otoriteye entegre olmuş siyasi ve ekonomik çıkar ilişkilerinin uzantıları mıdırlar? Ya da böyle bir tehlikeyi bünyelerinde taşıyorlar mı? Zaaflarımızın farkında mıyız?

Organizasyonumuz acaba farklı seslere ve renklere ne kadar dayanıklı? Platformlarımız ve STK yapılanlarımız Anadolu’nun farklı İslami seslerini bünyesinde toparlamış olmaktan ziyade tamamen belli bir ekolün ve mantalitenin ülke çapında örgütlenmesinden oluşmaktadır. Bu aslında bir platform bile değildir; çünkü farklı renkler ve sesler olmadığı gibi, bu çatıda bu tür yaklaşım ve eğilimlere de şiddetle direnen bir çelik çekirdek vardır. Bu çekirdeğin ürettiği tüm meyveler aynı zihniyetin bir cemaat emperyalizmi oluşturması şeklinde tezahür etmektedir. Koordinasyon mantığı tek tipleşmeye dönük olduğu için, yerelliğin epistemolojik ve ideolojik boyutta ortaya çıkmasına müsaade edilmemektedir. Bu noktada farklı şehirlerdeki yapılar arasında bir geçirgenlik olsa da, gündelik aklın ilgi alanındaki bazı farklılıklara izin verilse de, temel doğrular ve çelik çekirdek tarafından dizayn edilmiş yapıların esnekliğine müsaade edilmemektedir. Bu noktadaki katılık gelişmeye engel teşkil ettiği gibi, zenginliklerin de yok olup gitmesine neden olmakta, insan kaynağı öğütülüp heba edilmektedir. Artık egoyu ve sahiplenmeyi bir tarafa bırakıp, daha özgürlükçü ve kişilere saygın bir yaklaşım geliştirmenin zamanıdır; kimse sizin gibi düşünmek zorunda olmadığı gibi, siz de diğerlerini aynen tekrarlamak zorunda değilsiniz. Herkesin ulaştığı bir seviye olmakla birlikte, bu nihai seviye değildir, şimdilik iyi olandır, bu konuşularak ve hakkın ortaya çıkması için tartışmaya açılarak daha da ileriye taşınabilir. Yoksa çürümeye ve yok olmaya mahkûmdur.

Eleştiri ve istişare yapıcı olmalı ve mutlaka alternatif içermelidir. Kuru eleştiri kötü niyetli algılamalara davetiye çıkarmaya hazırdır bilesiniz. Eleştiri mutlaka belirli bir düşünce ve anlayışa yönelik olmalı asla doğrudan kişileri hedef almamalıdır. Ama kişiler ve kurumlar da kutsallaştırılıp bütün yapının mihengi haline getirilmemelidir. Yoksa katedraller ve yarı tanrılaştırılmış kanaat önderleri icat edip, bir tapınma kültürünün ağında yok olup gitmek çok da uzak bir ihtimal olmayacaktır. Yapılan eleştiri ve getirilen alternatif çözüm önerileri de sanki yapının tümüne düşmanlık ediliyormuş gibi bir totalite çerçevesinde algılanıp olumsuz tavır sergilenmemelidir. Netice de İslam davası kimsenin tekelinde olmadığı gibi, İslami birikim ve yapılar da kimsenin özel mülkü ve iktidar alanı değildir. Hele kadın hiç kimsenin üzerinde plan yapıp toplumdan sürgün edeceği bir şehvet tuzağı ve kötülükler diyarı asla olmayacaktır. Irzlarını koruyan erkekler, takva örtüsü giymiş kadınlar, kalplerinde hastalık olmayan erkekler ve seslerini cazibeli kılarak hastalığa davetiye çıkarmayacak kadınlara büyük görev düşmektedir. Kötülüğü önlemenin yolu erkek ve kadını izole ülkeler halinde demir perde ülkeleri gibi örgütlemekten geçmiyor, kötülüğü önlemenin yolu hemcinslerin birbirini önce insan olarak kabul edip, sırf cinsel bir obje olarak görmemelerinden geçiyor. Şüphesiz ki, Meryem Rabbine gönülden itaatte bulundu secde etti ve rükû edenlerle birlikte rükû etti. (3/43)

Şu unutulmamalıdır ki, erkek olsun kadın olsun ki hep birbirinizdensiniz, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığı boşa çıkmayacaktır. Allah hepinize karşılığın en güzelini verecektir. Bir şeyi tabu yapar ve onunla diyaloğa geçmezseniz, sonra içinizde yeşerir ve size acı verir, başkasıyla konuşmazsanız kendi kendinize fısıldar ve zihninize zarar verirsiniz. Sözün namusunu gözetin, duyguların iffetini gözetin, zihniyetin dengesini gözetin. Sözleri takva dolu ama zihinleri pornografik beyinsizlerden olmayın. Takva diye bir söz var diye herkes ona sahip olduğunu düşünür, ama bilin ki takva kuru kelimelerde ve kemikleşmiş ritüellerde değil, takva sizin niyetlerinizdedir. Takva başkasının günahları ve hataları üzerinden rant ve karizma devşirmek değildir; takva masumların kanı üzerinden sloganlar üretip meydanlara inmek değildir. Kaç kişinin kurtuluşuna vesile oldunuz, kaç hayatı değiştirdiniz, kimin elinden tuttunuz ona bakın.

Işık geçirmez ilişkiler ağı oluşturulmakta ve bireyler gerçek anlamda biriktirilmektedir. Çekirdek kadro etrafında belli bir yörüngeye oturulmuş ve asla bu yörüngeden çıkmalarına müsaade edilmemektedir. Çıkanlar ise ya saf dışı edilmekte ya da türlü suçlama ve ithamlara maruz kalmaktadırlar. Böyle bir anlayışla da zenginleşmek, derinleşmek ve ideal iyiliğe, mutlak güzelliğe, temel İslami doğrulara ulaşmak puslu bir kıtada yürüyen yolcunun görüşü misali bulanıklaşmakta ve umut kırıcı olmaktadır. Bu noktada temel ilkemiz şu olmalıdır: bizim insanımız içinde yaşadığımız toplumun her şeyi ile ve bu toplumdaki herkesle muhatap olabilir, konuşabilir, istişare edebilir; ama bütün bunlara rağmen biz ona öyle bir bilinç veririz ki, her esen rüzgâra kapılmaz ve farklılıklar sadece onun ufkunu genişletir. Onu kaybetmekten korkan bir çoban psikolojisinden sıyrılmamız gerekiyor artık. Onların birer kuzu olmadıklarını artık kabul etmek zorundayız. Büyüdüklerinde koyun olmalarını istemiyorsak tabi.

Her konuyu konuşabilmeli ve kırmızı çizgilerimiz olmadan her düşünceyi dinleyip, en iyi, en güzel ve en doğru ne ise onun ortaya çıkması amacına dönük bir anlayışla hareket etmeliyiz. Hakikat kimsenin tekelinde değildir, hiç kimse tek başına bütün doğrulara sahip değildir. İyi, güzel ve doğru olan ortak iyi niyetin sonucu olarak birbirini ikna ederek ortaya çıkandır. Tepeden baskılayarak alta doğru pompalanan şey değildir doğru olan. Her işimiz birbirini ikna etmeye yönelik bir istişare tarzıyla şekillenmelidir. Her bir birey diğerine kör noktaları gösteren ve istişarenin aydınlığını daha geniş alanlara taşıyan bağımsız, özgür ve saygın bir birey olarak algılanmalıdır.

Müslümanlar bir duruş sergilemekten ziyade bir yürüyüş halinde olmalıdırlar; bu dünyadan ahirete bir yolcu olduğunun bilincinde, kendi doğrularına dair, bilincine, inancına ve kültürüne dair daimi bir seferde olmalıdırlar. Bir şey olmaya yemin etmiş ve o şeyin etrafına surlar inşa etmiş, kurtarılmış ve ele geçirilmiş mekânları olan zavallılar değil, önce yüreklerine doğru bir yolculuk yapmış ve önce gönül ülkesini fethetmiş bir birey olmalıdırlar. Allah’tan başka bütün putlardan ve paradigmalardan temizlenmiş, bütün otoritelerden özgür kalmış, kültürlü kendine güveni olan ve kendi yüreğine sadece kendisi hükmeden bir birey olmalıdırlar. Aksi halde başkalarının düşüncelerini taşıyan, dünün dünyasını sırtına vurmuş, bugünün ufkundan habersiz nesiller boy boy çürümeye duracaktır. Bu tarlalar sizin, ne ekerseniz onu biçeceksiniz; ektiğiniz tohumun güzel meyve vermesini istemez misiniz? O halde bırakın yağmura, doluya tutulsun, bırakın bütün mevsimlerin rüzgârıyla dövülsün, sıcakta kavrulsun, soğukta tir tir titresin. Bırakın onu güneşin altında kızıl ufkun şefkatli yüreğine doğru yürüsün.

Artık bir İslam medeniyeti diye bir şey yok; İslam fıkhı yok, İslam kelamı ve felsefesi yok. Bunu söylemek buruk bir acı bıraksa da yüreklerde bu gerçek. Müslümanlar belirli bir dönemde kendi referanslarından yola çıkarak, o günün ihtiyaçları için bir medeniyet tasavvuru oluşturmuş ve bunu realize etmişlerdi. Ancak 19. Yy ile birlikte bu medeniyetin son taşları da yerleştirilmiş olduğu halde büyük bir gürültüyle bin yıllık bina çöktü. Şimdi ağlama zamanı değildir, şimdi geçmişin külleri üzerine ağıt yakma vakti değildir, o külleri başımıza saçıp ağıtlar söylemenin vakti çoktan geçti. Ne o çağa geri dönülebilir ne de o medeniyet olduğu gibi bugüne taşınabilir. Buna gerek de yoktur. Zira her medeniyet kendi zamanının ufkunu taşır. Şimdi bizler farklı ufuklardayız ve bu ufku kana bulamanın âlemi yoktur. Bu ufku aydınlığa boğmak zorundasınız. Siz bu ufka önce yüreğinizde nefes aldırmalı ve önce yüreğinizi aydınlığa boğmalısınız. Nefes alan sabahlar misali doğmalısınız.

Kadının örtünmesi Sümer Urartu ve Hitit medeniyetinde hür olmanın sembolü olarak kabul edilirdi. Köle kadınlar ve fahişeler hiçbir şekilde örtünemezlerdi. Örtünme ile sosyal üstünlük ve açılma ile de kölelik arasında doğrudan bir bağ vardı. Yahudi geleneği kadınların örtünmesini çok sıkı kanunlara bağlarken, Hristiyanlık geleneğinde de bu çizgi aynen devam ettirmiştir.

İslam geleneğinde de bu anlayış devam edecekti. Vahyin üçüncü yılından itibaren zinayı engellemeye yönelik ayetler peyderpey gelirken, örtünmeden bahseden iki ayet ise vahyin 17 ve 18. Yılında gelmiştir. Bu ayetler ahzab ve nur surelerinde yer almaktadır.

Cahiliye dönemi kadını örtüsünü arkadan bağlardı; haliyle boğazları, gerdanlıkları ve göğüs bölgesinin bir kısmı açıkta kalırdı. Örtülerinizi omuzlarınızın üzerine indirin emri, işte bu açıkta kalan bölgeleri örtme emridir. Maksat kadınların ziynetlerinin, yani vücut hatlarının görünmemesi ve iffetli bir toplum yaratma amacıdır.

Hz peygamberin ve sahabenin eşleri ve kızları sosyal hayatın tamamen içinde idiler; erkeklerin yaptığı her tür faaliyetin içinde idiler ve asla bir kısıtlama ile karşı karşıya değillerdi. Avret olarak çok katı bir anlayışın içinde değillerdi, hayatı zorlaştıran ve gündelik işlerini yapmalarını engelleyen bir giyim ve örtünme tarzına sahip değillerdi. Hatta bazı hanımların saçlarının bir kısmı bile dışarıda olur, kimse de bunu kınamazdı. Göğsün örtünmesi ve vücut hatlarının sergilenmemesi dışında herhangi bir kısıtlama söz konusu değildi. Resul misafirlerini eşlerinin odalarında ağırlar ve eşleri misafirlere ikramlarda bulunurlardı. Misafirle konuşmamak, onlara görünmemek gibi bir kısıtlama kesinlikle söz konusu değildi. Cilbab emri bir kısım fasık Medinelinin gece dışarı çıkıp kadınları rahatsız etmeleri sebebiyle emredilmişti. Bu gençler ahlaksızlık yapmak için kadınları rahatsız ediyor, genelde cariyelere sarkıntılık edip, laf atıyor; fakat bazen de hür kadınlarla ilgili rahatsızlıklara da konu oluyorlardı. Neden böyle yaptıkları sorulunca da, biz onları cariye sanıyorduk, hür olduklarını bilsek rahatsız etmezdik, derlerdi. İşte bu rahatsızlığı gidermek ve Hür ile cariye kadını kesin olarak ayırt etmek için gece dışarı çıkıldığında cilbabların giyilmesi emredilmiştir. Amaç rahatsızlığı gidermektir. Amaç ikisini ayırt etmektir. Hür kim, köle kim belli etmektir.

İlk dönem tefsirlerde de konu bu çerçevede ele alınmış ve kadınlara yönelik herhangi bir kısıtlamaya gidilmemiştir. İlk dönemde olmayan yorum ve uygulamalar İslam devletinin büyümesi, ekonomik şartların genişlemesi, çok sayıda cariyeye sahip olunması ve bütün bunların sonucunda cinsel bir kültür ve edebiyatın doğmasıyla birlikte kadının sesi ve bedeniyle tamamen avret olduğuna dair yorumlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Sonraki dönemlerde yerel gelenekler ve anlayışlar çerçevesinde hem örtünmenin şekli hem de sınırları üzerinde çok değişik yorumlar ortaya çıkmış olmakla birlikte, neticede yerel anlayışlar derecesinde örtünme kültürleri ortaya çıkmıştır. Her halükarda örtü ile birlikte takva örtüsü en hayırlısıdır.

Kadının dört duvar arasına hapsedilmesi ve toplumsal yaşamdan soyutlanması tamamen iktidar alanı ile ilgilidir. İktidarın tarzı değiştikçe, dili ve söylemi de değişmiş ve kadına dair ürettiği tefsir ve imaj da egemen bir söyleme dönüşmüştür. Abbasi çağı kelam, fıkıh, tefsir, hadis ve tarih alanında olduğu gibi kadın imajının şekillenmesinde de temel bir rol oynadı. Haremlik selamlık uygulamaları ve kadının sosyal hayattan olduğu gibi ilim alanından da soyutlanması bu dönemde gerçekleşti. Kureyş emperyalizmi son darbeyi de kadına vurdu.

Bugünkü algının dünün dünyasında oluşturulmuş bir imaj olduğunu unutmayalım. Bilelim ki, kadın ve erkek aynı özden yaratılan ve her biri özgür bireyler olarak ele alınması gereken bağımsız kişiliklerdir. Biri diğerine egemen olmadığı gibi üstün de değildir, egemenlik de üstünlük de Allah yoluna girmek ve cehdetmekle ilgilidir.

Bir arada ve beraber çalışma yasaklanmadığı gibi bu nokta da herhangi bir kısıtlama da yoktur. Sadece her iki cinse iffet ölçüleri getirilmiş ve sağlıklı iletişimin yolları döşenmiştir. Klasik dönem fıkıhçıları birtakım kısıtlamalar getirip izole ve birbirine değmeyen paralel sonsuz cinsiyet doğruları oluşturmaya çalışmışlarsa da, aşırı tutuculuk çağdaş dönemde daha da hortlamış ve klasik dönem tutuculuğunu aşmıştır. Bu şekliyle de yaşanan dünyaya cevap verme ve bir İslam medeniyet tasavvuru oluşturma girişimi mümkün olamayacaktır. İzole anlayışlardan ve toplumdan içre yeraltı yapılanmalarından vazgeçilmediği müddetçe, donuk ve kendi içinde günden güne kemikleşen, katılaşan ve akışkanlığını yitirip zamanın gerisinde yaya kalan bir yapıya dönüşmek kaçınılmazdır.

Hz peygamber döneminde haremlik selamlık yoktu. Herkes kadın erkek bütün toplantılara gider ve katılır, namazlara gider ve ısrarla çalışmaları takip ederlerdi. Herhangi bir kısıtlama söz konusu değildi.

Bu çerçevede çökmüş bir medeniyetin kadın algısı üzerinden bugüne dair çözümlemeler ve referanslar üretmek de bizleri tarih dışılığa itecektir. Bugünün insanı için dünün tasavvuru, dar bir gömlektir, gereksizdir ve bizleri geçmişe mahkûm edip daha fazla sömürülmekten ve daha çok pasifize etmekten başka hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Bugünün kadını için ne geçmişin tanımları, ne sınırlandırmaları, ne de özgürlük algısı uygun düşmeyecektir. Bugünün kadını için geçmişin giyim tarzından tutun, sosyal hayat içindeki rolüne kadar her şey baştan kurgulanmalıdır. İslami ilkelere göre burada ve şimdi kadın ve onunla ilgili her şey yeniden formüle edilmelidir.

Bu çerçevede kadın ile ilgili sosyal hayatın merkezinde ve tarihin kalbinde yer alacak, nesilleri yetiştirecek, onları ileriye taşıyacak, erkeğe destek olup, itina ve güzelliğin, ayrıntı ve düzenin timsali ruhunu bütün çalışmalara yansıtarak bu noktada bütün organizasyona ruhunu gerçek anlamda yansıtmalıdır. Kadın ruhunun itinası ve özeni bir imkân olarak görülüp azami derecede yapının şekline ve içeriğine bir mana harcı olarak mutlaka dâhil edilmelidir. Bu yapılmazsa her şey eksik kalacaktır. Havvasız Âdem nasıl eksik kalırsa öylesine eksik kalacaktır. Çünkü kadın doğuştan hikmettir ve kadınsız İslam tasavvuru hikmetten yoksun kalacaktır.

Kadın, cinselliğini teşhir etmeyecek tarzda giyinmelidir; ancak ne yaparsanız yapın kalpleri hastalıklı olanların yedi kat örtü altında bile maraz arayacaklarını bilmelisiniz. Bu noktada iffet temelinde bir davranışa sahip olmalı ve bu tür riskleri hayatın merkezine koymadan çalışmalara devam etmeliyiz. Bilmeliyiz ki peygamberlere ve peygamber eşlerine bile iftiralar atılabilmiştir. Müminler birbirlerine karşı kalbi duygular ve iyi niyetle hareket etmeli, asla dedikodu ve imalara yer vermemelidirler. Bu noktada laf taşıyan, kovuculuk yapan, zan uyandıran ve iç dinamikleri zayıflatan hal ve hareketlere karşı ciddi refleksler geliştirilmeli ve buna asla müsaade edilmemelidir. Dedikodu ve iftira müminlerin ilişkilerini dirhem dirhem tüketen bir hastalık gibidir.

Kadın erkek beraber aynı ortamlarda bütün çalışmalara katılabilecekleri, istişare edip karar alabilecekleri ve beraberce uygulayabilecekleri gibi, eğitimde olsun, organizasyonda olsun cinsiyet ayrımı asla yapılmamalıdır. Kendi kapalı havzasında katı duvarlar ören yapı elemanlarının gerçek dünyada içine girdikleri ilişki türleri neticede insanların zihinlerinde çok derin çatlamalara neden olmakta ve mevcut yapı içinde Müslüman ama gerçek hayatta tamamen laik, kişilik bölünmesi yaşamış çift boyutlu ve hastalıklı nesiller yetişmesine sebep olmaktadır. Allah’ı hayatının tümünden ihraç etmiş, sadece yapının belli mekânları ve eğitim ortamlarında Allah ile muhatap olan tipler oluşmakta ve bunların sıkıntılarını daha da arttırarak gidermek yerine ötelemektedir. Yapmamız gereken burada ve şimdi hayatın her alanını kuşatan, İslami değerleri toplumun bütün kanallarına pompalayan, Kuran’ın ruhunu şimdiye ve geleceğe taşıyan bir anlayış geliştirmektir. Dün dünde kaldı, şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Şimdi o ateşi geleceğe taşımak lazım. Şimdi yeniden doğmamız lazım. Evvelimiz ve ahirimiz bugünümüze dair bir anlam patlaması yaparsa bir yürüyüş olacaktır, aksi halde paket zihinler üreten zindanlar olacaktır. Evvel ve ahir bizim Rabbimize yürüyüşümüz olacaktır.

Reşat Cengil'in kaleminden...