Avukat Gülçin Avşar: Ölümlerle aramıza iradi bir mesafe koymayı başardık

Fadime ÖZKAN

VAN 21.04.2014 10:43:46 0
Avukat Gülçin Avşar: Ölümlerle aramıza iradi bir mesafe koymayı başardık
Tarih: 01.01.0001 00:00
AVŞAR: Acıları ve tahribatları nedeniyle acele etsek de barışın tesisi o kadar kolay değil. Sabırlı ama ısrarcı olmalıyız. Tüm eksiklerine ve zorluklarına rağmen epeyce mesafe aldık. Ölümler durdu. Aslolan da budur.
BDP-HDP heyeti 30 Mart sonrası İmralı’ya ilk ziyaretini dün yapacaktı, ertelendi. Gelişmelere göre 16 aydır devam eden Çözüm Süreci’nin hangi yöntemlerle nasıl ilerletileceğine dair bazı sorular yanıtlarını da kısmen bulmuş olacak.
Süreç, umudu artırarak yürüyor. Toplumsal desteğin yüksek, tarafların siyasi iradelerinin güçlü olduğu böylesi bir süreçte her türlü sıkıntı da mutlaka atlatılacaktır.
Peki şu an neredeyiz, ne yapmalıyız?
Kamuoyunun “taş atan çocuklar” diye bildiği TMK mağduru çocuklar için yapılan Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’ndan ve“Benim için öldürme” kampanyasının mimarlarından avukat Gülçin Avşar'la konuştuk. Avşar TESEV için "Ergenekon'un öteki yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar" başlıklı bir rapor da hazırlamıştı.
İngiltere-İRA arasında imzalanan Good Friday barış anlaşmasının öncesinde ve sonrasında yaşananlara dair aktarımları geçen hafta Dublin’de birlikte dinledik. Türkiye’deki sürecin –özellikle şu an bulunduğu aralık bakımından- oradan devşirebileceği ne var sizce?
İrlanda’da “Good Friday”-“Hayırlı Cuma” anlaşmasının üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ barış sürecinin tamamlandığından söz edilemiyor. Bu noktada İrlanda AB İşleri Bakanının “Barış bir proje değil bir süreçtir. İyi gittiği ve kötü gittiği zamanlar olduğunu kabul etmek gerek” sözlerini akılda tutmakta fayda var. Zira barışın kalıcılaşmasını sağlayacak olan demokratikleşme adımlarının daimi olarak gelişim göstereceği ve son durağı olmadığını biliyoruz. İrlanda örneği bize bir anlamıyla sabır öğütlüyor. Diğer yandan konuştuğumuz eski bir IRA gerillasının şu anda barış süreci aktivisti olması ve kendi tarafındaki insanlara “karşı tarafın düşman değil, muhalefet olduğunu” anlatmaya çalışması da aslında barış sürecinin ne olduğunu göstermiş oluyor. Türkiye’de de alışılması ve sindirilmesi gereken bu; hepimiz aynı gemideyiz. Müzakere eden taraflar düşman değil, muhalefet. İrlanda tecrübesi özellikle toplumu sürece dahil etmek, risk gruplarını artırmak ve geniş kitlelerin aktifleşmesini sağlamak bakımından oldukça iyi bir pencere sunuyor. Aynı zamanda IRA gerillalarına yönelik çözüm yollarının da Türkiye pratiği bakımından gözden geçirmek oldukça faydalı. Tüm bunları değerlendirmek ve büyük ölçüde Türkiye içerisinde uygulamaya çalışmak önemli.
“Yapıcı bulanıklık” – “pozitif çatışma” kavramları kullanılmıştı Kuzey İrlanda tecrübesi aktarılırken. Sizce Türkiye şu an bunu mu yaşıyor?
Evet. Türkiye için de benzer durum söz konusu. İngiltere-IRA tecrübesi aktarılırken taleplerden çok müzakere edilebilir olmaya önem verdikleri vurgulanmıştı. Net, keskin, olmazsa olmazlar değil, üzerinde tartışılabilir, müzakere edilebilir konularla barışa ulaşmak mümkün. İngiltere-IRA örneğinde olduğu gibi.
KONUYU KONUŞULABİLİR TUTMAK
Türkiye’de çözüm süreci 16 aydır sürüyor Allah’a şükür. Ancak yola koyulurken evrelere ayrılan yol haritasına göre şu ana kadar yapılması planlanan/öngörülen kimi şeyler olmuş ya da tamamlanmış değil. Sınır dışına çekilmenin yüzde 15-20 oranında kalması gibi. Ya da görüşmelerde ortaya çıkan İmralı taleplerinin karşılanmaması gibi. Bu durum neye delalet eder peki?
Taraflar çekilmenin oranına yönelik net bir orandan söz etmiyor. Bu durumda çekilmenin ne kadar olduğuna dair bir şey söylemek mümkün değil. Barış sürecini konuşurken PKK’lilerin çekilme oranlarına odaklanmak da esasında, doğru noktadan uzaklaşmamıza neden oluyor. Netice olarak iki taraf arasında devam eden müzakereler, çatışmasızlık ortamını kalıcı kılmayı, ardından da silahlı mücadeleyi tamamen durdurmayı amaçlıyor. Bu açıdan, PKK’lilerin sınır dışına çekilmesi barış süreci içerisinde zamanla gerçekleşecek. Diğer husus, İmralı taleplerinin karşılanmamasını ise toptan bir dille değerlendirmek yerine, sürecin selameti açısından konuşmakta yarar var. Şu an içerisinde olduğumuz süreç bakımından mühim olan tarafların konuşabilirliğini sürdürmek. Bu açıdan bakıldığında Öcalan’ın sürece yönelik güvencelerin sağlanması için yasal değişiklik talep etmesi ve bunun bir an önce yapılmasını istemesi müzakerenin her iki tarafı için de elzem. Tarafların, bir diğerine yönelik taleplerini değerlendirirken dikkate alınması gereken konuşmaya, müzakereye devam etme kabiliyetini güçlendirecek adımlar atılmasına odaklanmak olmalı. Şu an için de aslında, bu yöndeki adımları hızlandırmak, her iki taraf açısından da güven kaybına neden olmamak ve daha fazla sorumluluk alarak barış sürecinde ilerleme kat etmek gerekiyor.
ÖLÜMLERLE ARAMIZA İRADİ BİR MESAFE KOYDUK
Çözüm sürecinin şu an bulunduğu noktayı nasıl tanımlamak lazım? Artıları, eksileriyle?
Zaman zaman yavaşlayan, zaman zaman ivme kazanan bir sürecin içerisindeyiz. Uzun soluklu ve can kayıplarının binlerce eve ateş düşürdüğü bir savaşın sona ermesini sağlamaktan bahsediyoruz; bu hiç kolay değil. Şu an için 16 ayı geçmiş bir çatışmasızlık dönemi içindeyiz. Acıları ve tahribatları nedeniyle acele ediyoruz ancak barışı tesis etmek dünden bugüne, sihirli bir değnekle mümkün olmayacak. Bu yüzden tek tek, artı ve eksilerine bakmak yerine müzakere edilebilir, karşılıklı muhalefet ve uzlaşma ile yola devam edebilir olmamızı büyük bir şans olarak görmek gerekiyor. Tüm eksikliklerine rağmen, zaman zaman söylemlerdeki sertleşmelere rağmen her iki taraf da konuşmak ve uzlaşmak konusundaki iradesinden taviz vermedi. Bugün, başladığımız noktadan çok uzaktayız, ölümlerle aramıza iradi bir şekilde mesafe koymayı başarmış durumdayız. Aslolan da bu.
SABOTAJLARA KARŞI BAĞIŞIK MIYIZ?
Süreçteki durağanlıktan şikayet eden çok, özellikle sabotajlara, komplikasyonlara açık olması dolayısıyla. Bağışıklığı zayıf bir süreç mi bu?
Bağışıklığı zayıf demek haksızlık olabilir. Ancak toplumsal anlamda uzun zamandır tahammülümüzün kalmadığı bir savaşın son bulması söz konusuyken birtakım noktalarda gereğinden fazla yavaş yol alınması eleştiriyi gerçekten hak ediyor. Ama bu eleştiriler, “bilmem ne olmazsa barış olmaz” deyicilerin yapıcılıktan uzak, topluma güvensizlik aşılayan söylemlerini kapsamıyor. Fakat şu bir gerçek, savaşın sona ermesini ve Kürtlerin etnik, bireysel ve kolektif haklarının iadesini istemeyen çevrelerin sabotajlarına ve saldırılarına açık bir müzakere süreci bu. Bu durumda, karar alıcıların daha hızlı olması ve her iki taraf bakımından da teminatları sağlaması atılmış adımların boşa gitmemesini sağlayacaktır. O kadar uzun yıllar bu topraklarda acı yaşandı ki kaybedecek daha fazla gün kalmadı.
BARIŞ EVE DÖNMEKLE MÜMKÜN
Geçen yaz-bahar aylarında sınır dışına çıkması beklenen silahlı unsurların çoklukla çıkmadığı biliniyor ve şimdi belli çevreler, sınır dışına çıkanların dışında bu bir yıl içinde dağa çıkanların “Kandil’de eğitim aldığı ve bu aylarda yurda döneceği” gibi bir haberi yayıyor. Bölgeye sık giden, sorunu-durumu bilen birisiniz. Nedir durum?
Daimi olarak gerginlik haberleri yapmaktan, “savaş çıktı çıkacak” söylemleriyle gazete köşelerini donatmaktan sıkılmayan yazarlarımız var. “15 Şubat için PKK büyük bir eylem hazırlığı yapıyor” diyen yazarın sözlerinin üzerinden ikinci 15 Şubat geçti, PKK’nin büyük eylemi gerçekleşmedi. Bunların, kasıtlı ve kötü niyetli okumalar olduğunu düşünüyorum. Bir de çekilmeyi güvence olarak görmeyi anlamlandıramıyorum. Varsayalım ki bugün PKK tüm silahlı unsurlarını sınırdışına çıkardı, eğer barışın kalıcılığı sağlanmazsa tekrar Türkiye sınırlarında silahlı unsurların olmayacağının garantisi nedir? Daha evvel silahlarıyla girmeyi başaran, tekrar neden giremesin? Çekilmeyi bu kadar öne çıkarmak yerine, bu topraklardan, evlerinden gitmiş insanların evine dönebilecekleri ortamı nasıl tesis ederiz kısmını düşünmemiz gerekiyor. Barış, silahlı unsurların sınır dışına çekilmesiyle değil, gençlerin eve dönmesiyle mümkün.
SÜRECİ YÜRÜTENLERİN RİSKİ AZALTILMALI
İmralı’nın taleplerine dönelim. Öcalan’ın taleplerinden biri görüşmelerin müzakere aşamasına çıkartılması, sürecin hukuki bir zemine oturtulmasıydı. Başbakan’ın “yasal düzenleme yanlış olur” dediği, Hükümetin buna sıcak bakmadığı da biliniyor. Bu taleplere ve bunların realize edilebilme ihtimaline ve edilmemesi halinde olacaklara dair yorumunuz nedir?
Birtakım yasal güvencelerin sağlanması zorunlu. Zira hukuki altyapı oluşturulmadan başlamış olan bu süreç tarafların kişisel risk alması ile yürüyor. Bu riskin ne zaman neye döneceğini bilemeyiz. Mesela Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde baktığımız zaman şu dönemde risk almış birçok kişinin yargılanması mümkün. Keza, hâlâ cezaevinde olan KCK tutuklularının iddianamelerde kendilerine isnat edilen suçlara baktığınız zaman harfi harfine aynı gerekçelerle, bu sürecin aktörlerine dava açılması hiç de uzak bir ihtimal değil.
MUHALEFET SİYASETEN GERİDE, OYUNUN DA DIŞINDA
Çözüm sürecine toplumun geniş anlamda desteği olsa da ve süreci iki güçlü aktör ve parti yürütüyor olsa da mevcut durumda muhalefet partileri sürecin yanında görünmüyor. MHP kategorik olarak karşısında, CHP tam olarak nerede bilinemiyor. Bu durum süreci nasıl etkiliyor?
Çözüm süreci dediğimizde ölümlerin durması, hakların iadesi, özgürlüklerin genişletilmesi gibi çok önemli meselelerden söz etmiş oluyoruz. Bunlara doğrudan karşı olmak, cepheden yaklaşmak toplumda büyük bir karşılığı olan bir süreci yeterince idrak edememek anlamına geliyor. Hep söylendiği gibi barış süreci, devam edecek olan ve devam ederken toplumdaki tartışmalarıyla yapısal olarak şekillenecek bir yenilenme dönemi. Bu durumda tüm toplumun süreci sindirmesi, sürece aktif olarak katılması, taleplerini dile getirmesi, karşı talepleri anlaması ve tartışması için toplumdaki tüm aktörlerin elini taşın altına koyması gerekiyor. Zira toplumsal meşruiyeti bu denli sağlam olan yaşamsal bir sürecin gerisinde kalmak, siyaseten geride ve oyunun dışında kalmalarına neden oluyor. Tıpkı bugün olduğu gibi.
ÜÇÜNCÜ ÜLKE GÜVENSİZLİK YARATTI
Dünya örneklerinde görüldüğü üzere “üçüncü taraf” süreçte önemli bir kolaylaştırıcı aktör olmuş. Türkiye ise aracısız, dolayımsız ve tamamen yerli yapım bir süreç yürütüyor. Ama üçüncü göz olsun talepleri de yok değil. Sizce gerekli mi üçüncü göz?
Türkiye, Kürt meselesi ile ilgili, üçüncü aktörlerin de yer aldığı çözüm denemelerini daha evvel yaptı. Ancak başarıya ulaşamadı. En son Oslo sürecinde ses kayıtları krizi yaşandı. Üstelik Oslo görüşmelerine ait bu kayıtların sızdırılması, ne devlet ne de PKK cephesinden kabul edildi. Bu da, üçüncü aktörlere doğal olarak güvensizlik yarattı. Dünya örneklerinde de gördüğümüz gibi aslolan tarafların belli bir seviyede de olsa birbirine güvenmesinin sağlanması. Bu durumda, Türkiye barış sürecini şu anda olduğu gibi kendine has bir şekilde ve bu topraklara ait bir dille yönetebilir gibi gözüküyor. Yalnız, tam olarak uzak ve bağımsız demek de doğru değil. Her ne kadar süreç açısından doğrudan aktör olmasalar dahi mesela Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi hak ve özgürlükler açısından daimi olarak denetlemesi dünyadan tamamen kopuk bir şekilde sürecin ilerlemediğin gösteriyor. Yine Mesud Barzani’nin son süreçteki rolü, zaman zaman kolaylaştırıcı faaliyetler yürütmesi oldukça önemli.
SİVİLLER DAHA AKTİF KATILMALI
Diyelim ki bu aktörlere, faktörlere rağmen üçüncü bir göz daha oluşturmak gerekti, sürecin selameti açısından. Kurum, ülke ya da heyet… Kim olabilir?
Bizim çözüm sürecimiz açısından üçüncü bir ülke, heyet veya kurum olarak dışarıya bakmak yerine içeriden, sivil toplum örgütlerinden daha büyük destek sağlanması sürecin daha sağlam ve güçlü şartlarda yürümesini sağlayacaktır. Şu anda eğer bir yolu beraberce yürümek ve yürürken konuşmaktan söz ediliyorsa eğer, tüm toplumdaki bireyler ve örgütlenmeler olarak o yolu temizlemek ve her daim yürümeye hazır bulundurmak zorundayız.
“PETROLDEN PAY” MESELESİ
BDP eski eşbaşkanı, yeni Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak'ın 'Diyarbakır'da üretilen petrolden pay istiyoruz' açıklamasına hemen her çevreden, kendi partisinden de tepkiler geldi. Ama destek de geldi. BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, Kışanak'ın 'Bölgeden sağlanan enerjiden pay istiyoruz' açıklaması için Türkiye'nin imza attığı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi'ni işaret ederek, talebin arkasında durduklarını söyledi. Şartname'ye göre"Yerel yönetimlerin yerelden vergi ve bu tür gelir kaynaklarını elde etme" hakkı olduğunu söyledi. Bu talebin hukuki ve siyasi karşılığı nedir?
Kışanak, yanlış anlaşılmaları düzeltmek için daha sonra tekrar bir açıklama yaparak “Burada veya başka bir kette halkın seçtiği yerel yönetimlerin katkı payı alma hakkının olduğunu” söyledi. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına göre, yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konuların planlanmasında yerel yönetimlere danışılması, yerel makamların kaynaklarında çeşitlilik, esneklik sağlanması gibi birçok hak şartname ile güvence altına alınmıştır. Ancak bu maddeler Türkiye’nin çekince koyduğu maddeler. Elbette tüm çekincelerin kaldırılması ve güçlü yerel yönetimlerin örgütlenmesi, yerel kaynakların yerel yönetim bütçesine kaynak oluşturarak yerelde yatırıma çevrilmesi gereklidir. Ancak şu an için Kışanak’ın söylediği şekliyle, Hasip Kaplan’ın işaret ettiği bir yasal zorunluluk bulunmuyor.
KUŞKU DEĞİL MUTLULUK SEBEBİ
Bu talep, çözüm sürecinin PKK-BDP hattı için nihai hedefine ilişkin kuşkular doğmasına yol açmaz mı, dolayısıyla sürece zarar vermez mi?
Eğer talebin doğru anlaşılması sağlanır ve yarattığı kaygılar giderilirse zarar vermez. Çünkü tüm ülke açısından yerel yönetimlerin güçlenmesi merkezden idare edilmemesi, maddi kaynaklarının hükümet tasarrufuyla sınırlandırılmaması ve kendi öz kaynaklarının oluşmasının sağlanması, demokrasi açısından ve halkın doğrudan yönetime katılması bakımından gereklidir. Yani, İzmir’deki yerel yönetimin kaynak kullanımı bakımından birtakım kolaylıklara kavuşması, mali olarak daha büyük finansal katkılarla donatılması o şehrin ve dolayısıyla orada yaşayan halkın daha etkin ve verimli hizmet almasını sağlayacaktır. Yerel yönetimlerin güçlenmesinin halkın doğrudan yönetimlere katılımını kolaylaştıracağı düşünüldüğünde, bu talep ülkenin yeniden yapılandırılmasında kuşku yaratıcı değil aksine sevindirici ve geliştirici bir taleptir.
KANDİL’İN MÜZAKERE SİYASETİ
Kandil-İmralı diyaloguna geçelim istiyorum. KCK’nin Öcalan’a gönderdiği mektuba cevaben Kandil’in yazdığı mektupla birlikte BDP-HDP heyetinin hafta sonu İmralı’ya gitmesi bekleniyor. (Dün itibariyle gerçekleşmedi, ertelendiği açıklandı.) 30 Mart sonrası ilk görüşme olacak. Ne bekliyorsunuz?
Mektupların içeriği ile ilgili net bilgi sahibi olmadığımız için buna dair keskin cevap vermek mümkün değil. Karayılan mektuba dair açıklamasında Öcalan’ın değerlendirmeleriyle demokratik barışçıl yöntemlerle çözüme dair “sonuç alma”yı ifade etmişti. “Bu dönem sonuç alma dönemidir” demişti. Bu perspektifi ortaya koyduktan sonra Karayılan’ın çözüme dair Öcalan’ın önerilerine ekleme yaptıklarını belirtmiş olması müzakere koşullarına odaklanılmış bir siyasette ortaklaşıldığını gösteriyor. Bu, Kandil’in de iknası ve katkısı ile sürecin sağlıklı yürümesini sağlayacağı için oldukça mühim. Öcalan’ın verilen cevabı değerlendirmesi ve hükümetle yapacağı konuşmalarla durumu daha net göreceğiz.
ŞEFKAT TEPE’NİN YIKICILIĞI
17 Aralık’tan bu yana Türkiye siyasetinin gündeminde çok sıcak ve kaçınılmaz bir mücadele sürüyor. “Paralel yapı”nın çözüm sürecine tavrı ve bu tutumun süreç için barındırdığı riskler nedir?
Öcalan “Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir” dedi. 17 Aralık ve sonrasında devam eden süreç için Öcalan, yani dolayısıyla müzakerenin diğer tarafı “darbe” benzetmesi yaptı. Bu, gelişigüzel ve öylesine söylenmiş bir laf değil. Diğer yandan cemaatin Kürt meselesinin çözümü noktasında farklı bir tarafta durduğu açık. Son sürecin başladığı günden bugüne dek kendi basın organlarından yaptıkları sert haberler ile bunu apaçık ortaya koyuyorlar zaten. Onu bırakın, televizyon kanallarında yayınladıkları “Şefkat Tepe” dizisi, onların yaklaşımı hakkında yeterince fikir veriyor olmalı.
MİT KONUSUNDA AKLİ, HİSSİ BİR KARMAŞA MI VAR?
MİT Kanunu görüşülürken BDP’li vekiller arasında bir polemik çıktı malum, Sırrı Sakık ve Pervin Buldan arasında. Barış görüşmelerini yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve ekibini kutlayıp kutlamamak konusunda. Süreç kapsamında görüşmeleri yürüten ve belli riskler alan “karşı taraf”a (PKK-BDP tarafı olmayan tarafa) fikri ve hissi olarak nasıl yaklaşılacağına dair bir karışıklık mı yaşanıyor siyasi Kürtlerde?
Sırrı Sakık’ın sözleri anlaşılmaz bir şekilde çarpıtıldı. Sakık’ık söylediklerinde hiçbir eksiklik veya yanlış ifade olduğunu düşünmüyorum. Sakık, barış görüşmelerini yürüten, çözüm sürecinin aktörlerinden olan MİT’i sadece bu çabaları nedeniyle tebrik ettiğini söyledi. Kuruma, ne bir kefalet verdi ne de geçmiş uygulamaları akladı. Evet, görüşmeler Hakan Fidan marifetiyle ve onun da yoğun emekleriyle devam ediyor. Bu, yadsınamaz bir gerçek. Ben, Pervin Buldan’ın Sakık’ın sözlerini yanlış anlamış olma ihtimalini daha yüksek buluyorum. Zira Sırrı Sakık’ın bu sözlerine karşı çıkmak, süreç içerisinde aktif olarak yer alan bir siyasi kanattaki, Öcalan görüşmelerine doğrudan katılan bir kişi tarafından pek mümkün gözükmüyor. Pervin Buldan, süreci reddeden dışlayan bir tutum sergilemediğine göre Buldan, MİT’in ve dolayısıyla Hakan Fidan’ın aktörleşmesinden rahatsızlık duyuyor diyemeyiz. Bu tip tartışmaların gündelik siyaset içerisinde krize dönmeksizin aşılması tüm sürecin selameti açısından mühim.
BDP HDP’NİN BİLEŞENİ OLAMAZ
Yerel seçimlerin ardından her parti kendi durumunu gözden geçiriyor. Geçen yıl Kürt siyaseti hareketinin omuz vermesiyle kuruldu, Kürtlerin oy vermesiyle hayat buldu HDP. Bugün de BDP’nin kendini fesh ederek HDP’ye katılması güncel bir mevzu. Ama hararetli tartışmalar da var neyin doğru olduğu hakkında?
BDP’nin HDP bileşeni olmasının oy aldığı ve temsil ettiği kişilere bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. HDP, oy oranı ve temsiliyet gücüyle BDP’nin oldukça altında ve gerisinde bir partiyken, böylesine güçlü bir partinin HDP parçası olması anlaşılır değil. Özellikle son yerel seçimlerde elde edilen sonuçlar da gösterdi ki BDP, Türkiye’nin en güçlü siyasi hareketlerinden biri. 30 Mart seçimlerinde aldığı oy, yürüttüğü siyasetin toplumsal karşılığını gösteriyor. Yani birtakım çevrelerin söylediği “BDP, Türkiyelileşmek için HDP bileşenlerinden biri olmak zorunda” gibi argümanlar reel anlamda bir yere tekabül etmiyor. BDP, zaten oldukça geniş bir halk tabanına sahip ve ürettikleri siyaset ile Türkiye siyasetinin en önemli aktörlerinden birisi. HDP’nin toplumdaki karşılığı ile kıyaslanamayacak kadar büyük ve önemli bir parti. Bu anlamda BDP, HDP bileşeni olarak değil, BDP olarak, belki politikasında çeşitlilik sağlayarak (ki ben bu konuda da oldukça başarılı olduklarını düşünüyorum) siyasi faaliyetine devam etmeli.
DEMOKRATİK İSLAM KONGRESİ İYİ BİR FİKİR
Son soru: Öcalan’ın da talep ve işaret ettiği Demokratik İslam Kongresi’nin 10-11 Mayıs tarihlerinde yapılacağı açıklandı. Nasıl bir ihtiyaca cevap verecek bu kongre sizce?
Bu aslında, kuşatıcılığı artırıcı bir faaliyet olarak görülmeli. Türkiye toplumunun tamamının içine alınmaya çalışıldığı süreçte bileşenleri çoğaltmak, farklı kimlikleri birlikte barındıran mümkün olduğunca geniş bir alan sağlamak gerekiyor. Demokratik İslam Kongresi de bu anlamıyla etnik siyaseti savunmayan Kürtlerle Türkiye’deki diğer dindar kitlenin de bu süreç içerisinde aktifleşmesini sağlayabilir. Sürecin geniş kitlelere yayılması, kolay hazmedilmesi ve reformların hızlandırılması açısından iyi düşünülmüş bir araç. Bu anlamda barışın yaygınlaşmasını sağlayacak her şeyin teveccühle karşılanması gerekiyor. Şu, hep aklımızın bir kenarında olmalı diye düşünüyorum; Belki barış için son şansımız olmayabilir evet. Ama böyle yaşamsal bir fırsatın içerisindeyken bunu kaybetme riskini göze alamayız. Etyen Mahçupyan yazmıştı “Tarih, önlerine çıkan fırsatı kullanmayanların fazla kısmetli olamayacağını gösteriyor.” Tüm aksaklıklarına rağmen içinde bulunduğumuz fırsatın kıymetini bilmek zorundayız.