Aslını tanımayanın eseri evrensel olabilir mi!

LEYLA İPEKÇİ

VAN 20.09.2014 11:47:22 0
Aslını tanımayanın eseri evrensel olabilir mi!
Tarih: 01.01.0001 00:00

Günün ilk ışıklarında dünya nasıl da masum. Bahçede yapraklar hışırdıyor. Kediler gurulduyor. Sabah rüzgârı kararsız. Serin bir sonbahar. Cevizler, narlar, elmalar toprağa düşüyor usul usul. Yağmur damlaları deryaya karışıyor. Her birimiz kendi sabahımızın masumuyuz.

Rüzgârın ateşi tutuşturması gibi, her şey neye vurgunsa onun cezbesine kapılıyor. Her birimiz kendi içimizdeki güzelliğin menbaına doğru hareket ediyoruz. Bazen en kötücül, en aşağılık yollardan da olsa.

İçerilerde bir yerde iradenin de kader olduğunu ve kaderini sevmenin bir katmanda farz olduğunu fark ediyoruz belki. Vuslat asli doğamızdan kaynaklanan bir arzu. Kavuşma olduğu için aşk var. Bu fıtrî yolculuk, tıpkı gökler ve yerlerin zorla değil isteyerek gelmeleri gibi, gönül ile gerçekleşiyor.

Sevmeden iyi bir sevgili olunamıyor. Veremiyorsun kendini. Ne var zaten kendinde canından başka sevdiğine verecek... Ki can da emanet, senin canın onun canı; bir. Bu sabah, kedi kuş selvi çam... Hepsi usul usul devrediyor toprağın ruhunda, seyrediyorum. Farklı yollardan hepimiz aynı yolculuğa çıkmışız.

Gelgelelim yolun evrensel niteliğini kaybediyoruz; yan yollara, ara yollara, çıkmaz yollara sapmaktan. Ve bu tali yollarda rızkımız bizi bekliyor diye koşturup duruyoruz. Bugünün küresel ölçekte kabul görmüş, benimsenmiş pek çok değerinin bu şekilde tali yola bizi saptırdığını fark edemiyoruz.

Bir önceki yazımda vereceğimi vaat ettiğim örneği bu vesileyle zihinsel dünyamızın yapı taşları üzerinden açmaya çalışacağım. Bir Heidegger ile Witgenstein tutturmuşuz sözgelimi. (Ki yanlış olmasın ikisinin de bugünün değerler havuzuna attıkları çok kıymetli yaklaşımları vardır.) Bu isimler bizim ve daha genç kuşakların en popüler düşünürlerindendir.

Yabancı okullarda okuduğum ve sosyolojiyi Habermas gibi, Baudrillard gibi isimlerden de güncelleme imkânı bulduğum için olsa gerek beni hayatın içinde daha fazla etkileyen okumadıklarım oldu sonradan. Doğuluyuz ama Batıyı da biliriz, Müslümanız ama küresel dünyanın sesine kapalı değiliz diyerek kendini Batı tasavvuruna beğendirme ve onaylatma gereği duyanlardan olmadım bu yüzden. Aksine insanlığın evrensel sesini Batılı postmodern eleştirmenlerden ötede büyük mutassavvıfların eserlerinde duymaya başladığımda otuz yaşımı devirmiştim.

Batıdan Doğuya bir hicret bizimkisi acizane. Hiçbir şeyi inkâr etmeden. Çünkü tecrübeyle öğrendim ki inkâr ettiği neyse bir başka bilgide yine kişinin karşısına geliyordu. Şunu da anlamıştım. Doğu Batı tasavvuru zihnimizi fazlasıyla bölüyordu. Farklılıkların altını çizmek bir gereklilikti belki. Doğunun daimi mazlumluğu da siyasetten öte vicdani bir duruşu da gerektiriyordu. Ama şu da vardı:

Hakikatin menşei bağımsızdır. Bugünün küresel çoğulcu dünyasında her şey iç içe geçtiğinde dahi Doğudan da gelebilirdi hakikat, Batıdan da. Kalbin putlarını kırmak ve onun evrensel / ilahi nefesinde olmak için her türlü sınırı ve kaydı silip atmak, yönsüzlüğe dönmek gerekiyordu. Kabe'yi tavaf ederkenki gibi. Bir sonbahar sabahının masumluğunda, düşecek toprağına hayran meyve gibi olgunlaşmak gerekiyordu dalında usul usul.

Geçen yazımda bir sempozyum vesilesiyle geldiğim geçmiş yüzyılların kültür havzası Elmalı'nın diriltici nefesinden dünyaya açılmanın fıtrî bir izlek çizdiğinden bahsetmiştim. Çünkü Niyazi Mısri'leri, Ümmî Sinan'ları, Vâhip Ümmî'leri yetiştiren bu toprağın diri dokusu ile yoğrulmak evrensel bir muştu idi nesillere. Bir Mısri ile toplumun ayağa kalkabilmesinin kodlarını keşfetmek isteyenlere pek çok şey vaat ediyordu Elmalı örneği.

Bu toprağın ruhundaki evrensel tını tali yollara saptırmadan çobanı da köylüyü de okumamışı da kâmil insana dönüştürebilmişti. Ve 

biz
 farkında olmasak da tenhalarda dönüştürmeye devam ediyordu. Nietzsche'lere Weber'lere Marx'lara sapmış ve bunların da kıymetini bilmiş biri olarak: Bir seyr ü süluk'tan geçmeden ana yolda seyretmenin mümkün olmadığına anladım. Kendi dil afetlerini yok etmeden insanlık adına yeni bir dil kurulamıyordu mesela. Geçici, arızî olanla evrenselliği kuşanamıyordunuz baştan aşağı. Her varlıkla var olmanın sırrını paylaşan bir dil konuşamıyordunuz.

Varoluş bilgisinin çekirdeğine yaklaştıkça kâinatın tek gönüle sığmasının anlam perdelerinin aralandığını... Hazreti İnsan mertebesine ulaştıkça güzellik medeniyetinin kendini inşa edeceğini... Bunları da acizane fark etmeye başladım her biri kendi silsilesiyle insanı başlangıcına dek bağlayan büyük mutasavvıfların eserleri vesilesiyle. Evet insan olmak için tatbikat gerekiyordu ve bunun hammaddesi aşk idi. Sevmek, vermek, kendini bir mürşid-i hakikî'ye teslim etmek gerekiyordu. Onun sûretine tapmak, onu putlaştırmak, onu kendine mal etmek için değil, mânâyı onda cem edebilmek için.

Elbet yukarıda ismini zikrettiğim düşünürlerle de yolculuk etmek mümkün, ama evrensel değerlerin tamamını baştan aşağı kuşanıp vücuduna geçirmek felsefeden sosyolojiden fazlasına talip olmayı gerektiriyor. Aslından uzak kalan insan evrensellik iddiası taşıyamaz. Aslını tanımayan kişi / toplum evrensel niteliğine kavuşamaz. İnsan olma yolculuğu zorla değil gönül ile davete icabet etmeyi gerektiriyor.

Elmalı'da olduğu gibi bu coğrafyada hemen her karış toprağı mayalamış aşk şahitlerinin bize bıraktığı canlı sözü bugünün diline tahvil etmek ve özlemini duyduğumuz o cevheri kendi içimizden çıkarmak elimizde. Çoğulcu ve büyük bir medeniyetin değerler ihyasında bizi daha fazla sorumluluk da bekliyor tabii: Bugünün ruhunda güzeli dirilten dili konuşmaya başladığımızda dünyanın çeşitli dillerine de bu evrensel tınıyı çevirmekten kaçınmamalıyız.

Kimileri Mısri'nin veya Vahip Ümmî'nin divanının batı dillerine çevrilemeyeceğini söylüyor. Evet kolay değil. Gelgelelim bu divanlar bizim bugünümüze de bir bakıma çeviriyle ve şerh ile gelebiliyor ancak. Şerh etme geleneği bir yanıyla sözü ilk haline, aslına; yani vahye dek götürüyor. Bir yanıyla da hakikatin evrensel dilini bugünün kelimeleriyle ifadeyi mümkün kılıyor. Evvelden ahire yolu kesintisiz sürdürüyor. Dil bazı coğrafyalarda yetersiz veya sekülerleşmiş olabilir ama Rabb'in dilini gönlünde kodlanmış olarak barındıran insan nerede yaşarsa yaşasın, bazen bir tek kelimeden de açılabilir hakikat denizine.

İbn Arabi'nin bazı eserlerini fransızca çevirisinden okumuş biri olarak, bunun mümkünlüğüne ve gönlü fethedişine bizzat şahitlik ediyorum. Doğu da Batı da, Kuzey ve Güney de hangi kültürden olursa olsun Rabb'çeyi anlama ve gönlüne indirme maharetine sahiptir. Bunun idrakı, kalpteki nurun kâmil bir imanı temsil edişine götürüyor bizi.

'Kendini bilenler' medeniyeti olabildiğimiz ölçüde evrensel güzelliğin kaynağından çekeceğiz ilhamı. Evet, bir sonbahar yaprağının toprak özlemi gibi, her şey neye vurgunsa bu yolculukta onun cezbesine kapılacak. Yollar farklı da olsa.