Ahlak'ın Kökeni Meselesi

Nuri Celepci

VAN 21.04.2018 09:37:15 0
Ahlak
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Düşünce tarihine baktığımızda, ahlakın kökenine ilişkin genellikle iki yol gösterilmiştir. Birinci yol; ahlakı dine bağlayan ‘teolojik ahlak’tır. İkinci yol ise: Ahlakı insanlığın ortak tecrübelerine dayandıran ‘ahlaki teoloji’

Bu görüşlerden ilki ahlakı dine ( vahye ) , Allah’a dayandırırken,  ikincisi, ahlakı Allah’ın yarattığı bir varlık olan insana dayandırmaktadır.

Şöyle bir soruyla da konuyu ortaya koymak mümkündür: Acaba bir şey, Allah istediği için mi iyidir, yoksa o, iyi olduğu için mi Allah tarafından buyrulmuştur? (1) Kur’an-ın emir ve yasakları incelendiğinde görülecektir ki, Allah kullarına bir şeyi yasaklamış, bir şeyden alıkoymuş ise mutlaka o şey, ( yiyecek içecek, tutum ve davranış) insanın aklına, duygu ve düşüncelerine ve nihayetinde bedenine zararlı olduğu için yasaklamıştır. Öte yandan toplumun gelenine zaralı olan, toplumun huzur ve refahını bozan şeyler de yasaklanmıştır. İnsanın maddi ve manevi sağlığını bozmayan, toplumun düzenini ve sağlıklı işleyişine zarar vermeyen hiçbir şey ( yiyecek içecek, tutum ve davranış) yasak kapsamı içine alınmamıştır.

Bu gerçeği belirttikten sonra şunu söyleye biliriz; Bir nesnenin, olgunun, olayın,  fiilin, duygu ve düşüncenin iyi ,güzel,ahlaklı  olup olmamasını belirleyen Allah’tır. Hiçbir şey bu anlamda kendi kendinin ahlaklı olup olmamasını, iyi ya da kötü olup olmamasını belirleyemez. Başka bir ifadeyle ahlakın ontolojik kaynağı Allah’tır.

Batı filozoflarından ve Alman idealizminin kurucularından olan Kant’ın ifadesiyle söylersek: ‘bir eylem dışarıda bulunan bir sonuç yüzünden değil, ancak kendisine dayandığı ilke yüzünden “iyi” olur. Eylemin iyi olmasının ölçüsü, başardığı, gerçekleştirdiği şey olmayıp dayanağı olan ilkedir.” (2) Kant’ın ahlakı dayandırdığı ve adına “ilke” dediği Kur’an-ın Allah’ıdır. Allah için yapılan ahlaki bir davranışta niyet halistir. Allah temel referans alınarak yapılan ahlaki bir tavır ve davranış da menfaat değil sevgi ve merhamet esastır.

Bir çocuğun başını okşayan, bir yetimin bakımıyla ilgilenen bir insanın o anki davranışını hangi niyetle yaptığını bizler bilemeyiz. Ahlakta niyet önemlidir. Öyleyse bir davranışı ahlaki olma özelliğine yaklaştıran ana saiklerden en önemlisi davranış sahibinin “kalplerin özünü bilen Allah”inancına sahip olup olmamasıyla ilgilidir.

Örneğin bir hayrın Allah için yapılmasıyla, Allah dışında her hangi bir amaçla yapılması arasındaHalik ile mahluk arasındaki kadar büyük bir fark vardır.(3) 

Ahlakın kökenini insana,  dolayısıyla akla irca etmeye çalışmak, ahlaki zemini kaygan hale getirerek her türlü yan çizmelere zemin hazırlamak demektir. İşin esasına baktığımızda gerek bu hayatın gerekse öbür hayatın için de aklın yeri tanımlayan değil tanıyan konumundadır.

Akıl bir şeyi tanımlama kabiliyetinde değildir ancak o şeyi tanıya bilir. Örneğin akıl iyi ve kötüyü tanımlayamaz, ancak iyi ve kötüyü tanır. Eğer iyi ve kötüyü tanımak yerine tanımlamaya kalkarsa, dünyadaki insan sayısınca iyi ve kötü ortaya çıkar. Çünkü; “her akıl ,iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı,hak ve batılı, sahibinin zaafları, eğilimleri,tutkuları,korkuları ve beklentileri doğrultusunda tanımlayacaktır. Bu da ahlaki davranışın zeminini kaygan hale getirerek hakikate karşı laubali, müstehzi ve göreceli bir tavrı meşrulaştıracaktır.” ( 4)

Felsefe tarihine baktığımızda bunun sistematik olarak septiklerde görmekteyiz. .Birisinin ak dediğine diğeri kara, birisinin güzel dediğine diğeri çirkin diyebilmektedir. Bu ise, doğrunun, hakikatin izafiliği’ni ileri sürerek belli bir doğrunun olamayacağını söylemek anlamına gelir ki, belli bir doğru yoksa  herkes için genel geçer bir ahlak da yok demektir. Öyle ise herkes kendi arzu ve hislerine göre, bir ahlak anlayışı benimseyecektir.Batı aklının ortaya koyduğu bu durum haz ahlakı(hedonizm) nın  ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Beni mutlu eden, bana zevk veren he şey; ‘iyi, güzel, doğru’  bana zarar veren, acı çektiren her şey de, ‘kötü, çirkin ve yanlış’.

Modern batıda geliştirilen böyle bir ahlak anlayışında ahlak, mutlak değil izafidir. Bir Amerikalının bir Amerikalı ya gösterdiği ahlaki davranışı işgal ettiği Irak’ta bir Iraklıya göstermemektedir. Aynı ahlaksızlığı bir İngiliz bir Hintliye  göstermemiştir. Bu, hesaplı ahlak anlayışı dır.  “Ahlaki olan, hesabi değil hasbi olur. Bu ahlak anlayışı, İlahi formata göre hareket etmeyen insanların zaafları, çirkinlileri, günahları ve tutkularıyla oluşturdukları ahlak anlayışıdır. Böyle bir ahlak insanları ve hayatı inşa etmek yerine imha eder. 

 

Yukarıda sorduğumuz: “Acaba bir şey, Allah istediği için mi iyidir, yoksa o, iyi olduğu için mi Allah tarafından buyrulmuştur” sorunun cevabına gelecek olursak; İslam’a göre; iyiyi ve kötüyü tanımlamak Allah’ ; iyiyi ve kötüyü tanımak ise, Akla aittir. Allah bu tanımlamayı ya doğrudan eşyayı tabi kıldığı kevni yasalar yoluyla ya da, dolaylı olarak elçileri eliyle ilettiği şer’i yasalar yoluyla yapar. Bir üçüncüsü de iyiyi kötüden seçip ayıran, doğruyu yanlışı tanıyan aklın tabi kılındığı akli yasalarla yapar.

 Bunlara ek olarak Yaratıcı, aklı iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini,  Hayır ile şerri, faydalı ile zararlıyı tanıyabilecek bir kapasitede yaratığı gibi eşyaya da iyinin kötüden, doğrunun yanlıştan,  güzelin çirkinden,  hayrın şerden, faydalının zararlıdan ayırt edilebileceği işaretler yerleştirmiştir (5)

ALLAH’IN VARLIĞINA İNANMADAN AHLAKLI OLMAK MÜMKÜNMÜDÜR?

Eğer Allah’ın varlığına inanmadan ahlaklı olmak mümkün değilse kendisini ataist olarak gören ya da seküler bir hayat yaşamayı tercih edip de çevresine faydalı olan, hayır işleyen kişilerin durumunu nasıl izah etmeli? Bu soruya iki şekilde cevap vermek mümkündür.

1- Ahlaki ide ve ideallere sahip olan bir ataist her ne kadar inanmadığını söylese de kalbinin derinliklerinde bir yaratıcının varlığını kabul etmektedir. Çünkü; Allah, İnsanı fıtrat üzerine yaratmıştır. 

Fıtrat ise iyi ve güzeldir. Allah insanı daha yaratırken iyiliğe, güzelliğe ve doğruya yatkın olarak yaratmıştır ve adeta bu değerleri kalbine mühürlemiştir. Ataist istediği kadar inkar etse de, o mührü söküp atamaz. Bir film seyrederken hırsız bile yoksul bir yaşlının elinden parasını çalan başka bir hırsıza kızar. Bir zalim filmde seyrettiği bir zalime kızar onu kötüler. İşte bu tepkiler Allah’ın içimize koyduğu fıtrat tohumundan kaynaklanmaktadır.

Allah fıtrat altyapımızı en güzel şekilde inşa ettiği için yeri ve zamanı geldiğinde, sulanıp yeşertildiğinde Bu alt yapıdaki fıtrat tohumu yeşerip filiz verip üst yapıya ulaşarak olumlu değişimlere ve dönüşümlere imkan açabilmektedir.

Ataistin iyilik ve yardım severlik duygusu var olan bu fıtrat tohumunun eğitim, çevre gibi faktörlerin etkisiyle meyve vermesinden başka bir şey değildir.

2-  Ataistin ahlaklı davranması, bir takım psikolojik ve toplumsal nedenlere de dayanmaktadır. Ateistler de inançlı insanlarla aynı çevrede doğup büyümektedir dolayısıyla toplumun sahip olduğu birçok değeri böylece elde etmiş olarak büyümektedir. Ataistler’de kabul ederler ki topluma değerlerini veren en etkili kurum dindir.

Fransız, Sorbon Üniversitesi Felsefe Profesörü,  Emile Boutroux: “Din bütün-bütün ahlaki hayatın kaynağıdır”(6) diyerek Ahlakın dinden kaynadığını dile getirmiş olmakla birlikte bazı ateistler, dinin ahlak için yararlı olması şöyle dursun son derece zararlı olduğunu söyleyecek kadar ileri giderek şöyle demişlerdir: Dini ahlaka temel yapmak deney ve tecrübeye dayalı ve daima değişken bir alanı, değişmezliğine inanılan bir otoriteye bağlamak doğru değildir. Çünkü, ahlak gibi şimdi buradamızda olan bir beşeri tecrübeyi varlığı hala ispatlanamamış sallantılı bir temele dayandıramayız. (7) diyerek ahlakın temeline dini yerleştirmeye karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkış birçok alandan ahlakın dışlanmasına da zemin hazırladı. Siyasetten ekonomiye, ticaretten eğitime varıncaya kadar bu ahlaksızlığın anlamsızlığını dünya yaşamış hala da yaşamaya devam etmektedir. Laik ahlakın günümüz insanını getirdiği yer ortadadır. Vahye dayanan bir ahlaktan nasibini almayan her şey anlam ve amaç kaybına yol açtı. Bu kaçınılmazdı çünkü;   bir şeyi ahlakından soyutlayarak verirseniz insan eğitilmiş bir canavar oluverir. Ahlaksız güç kontrolsüz güçtür. Kontrolsüz güç ise, zulümdür.

Bu gerçeklerin yanında dini inanca sahip olmayan herkesin ahlaksız olduğunu söylemek gibi bir aşırılığa düşecek de değiliz. Biz, ahlakını inancından alan insanın bir tek davranışında çeşitli boyutları birlikte görebileceğini söylemeye çalışıyoruz. Bazı fiiller veya durumlar, bizi bir takım ahlaki davranışlara çağırdığı halde çeşitli sebeplerden dolayı üzerimize düşeni yapmaktan kaçına bilmekteyiz. İşte böyle durumlarda artı bir değer (hatta temel bir değer daha olan Allah inancı devreye girerek önce Allah sevgisi ile sonra sevap anlayışı ile üzerimize düşeni yapmamızı teşvik ederken bir yandan da, Günah kavramıyla da üzerimize düşeni yapmaktan kaçınmamızı zorlaştırır.

Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Yolun karşı tarafına geçmek isteyen ve bu konuda bizden yardım isteyen yaşlı bir insanın düşünelim. Ahlakı dine dayandırmayan bir insan bu durum karşısında şöyle düşüne bilir. Evet, sana insanlığımın gereği olarak yardım etmem gerekir. Doğru olan da budur diye düşüne bilir. Tamda bu noktada devreye birden insanın çeşitli zaafları, bahaneleri, hatta önemli mazeretleri olduğu aklına gele bilir. Örneğin: saatine bakar ki, eyvah işine geç kalmak üzere, ya da başka bir bahane… işte bu noktada yardım etmeyi, gerçekten  düşünmüş olsa da  çeşitli sebeplerden dolayı ( menfeati, çıkarı işe gecikmesi vs.) daha önem kazanır  ve yardım etmekten vazgeçe bilir.

Aynı olay karşısında eğer kişi Allah’a inanıyor ve kendisinden neleri yapması gerektiğini biliyorsa şu şekilde düşüne bilir: Karşımda duran ve benden yardım isteyen şu çaresiz insan yaşlı ve yardıma muhtaçtır. Bir insanlık borcu olarak, vicdani bir sorumluk gereği bu insana yardım etmeliyim. Buraya kadar ahlakını dine, dini inançlarına dayandıran bir şahsiyet ile Ahlaki davranışlarını dinin dışında başka sebeplere dayandıran bir kişi aynı düşünür.

Bu noktadan sonra iki yaklaşım arasındaki fark ortaya çıkar. Bu fark şudur. Ahlaki gücünü ve yaptırımını inancından alan şahsiyet; 1.  Bu insan benim yaratılışta eşim, dinde de kardeşimdir. 2. Beni yaratan,  benim ona yardım etmemi istiyor. Eğer ben ona yardım etmezsem hem bu yaşlı insanı hem de, Allah’ı gücendirmiş olurum. O halde kendi işimi, yararımı, dünyevi önceliklerimi vs. bir kenera bırakıp bu insana yardım etmeliyim 

Başka bir ifadeyle, dindar, karşılaştığı herhangi bir olayı bir de Allah’ın varlığı açısından yorumlar. 3.  Kendi hayatında  “kötü”ye “günah”ı, “iyi”’ye “sevab”’ı da ekleyerek düşünür. 

 

İşte bu şekilde düşünen bir insan için aynı olay başka bir boyut daha kazanmıştır ki,  o da,  İnanç boyutu’dur. (8) Görüldüğü gibi aynı olay karşısında,  ahlaki gücünü inancından alan bir kişi birkaç defa daha düşünmek durumunda kalıyor.

Kısaca aklını vahyin inşa ettiği bir Müslüman karşılaştığı olay ve olgular karşısında kendisini yönlendiren üç ahlaki yaptırımla karşı karşıya kalır. Birincisi: “İmana ve selim akla dayalı bilgi ahlakıİkincisi: Vahye dayalı yöntem ahlakı. Üçüncüsü de: Sünnete dayalı davranış ahlakı” (9) 

“Allah’ın otoritesi, yaptırımı olmasa da, iyi ve kötü vardır; fakat ‘buyurulan’ ve ‘yasaklanan’  bir şey yoktur. İşte dindar ahlaklı ile dinsiz ahlaklı arasında en azından bu kadar far vardır ve bu fark son derece de önemli bir farktır.” (10)

SONUÇ

Allah’ın otoritesi ile başka bir otoritenin, mesela, bir kişinin yahut sosyal veya siyasal bir kurun otoritesini, birbirine karıştırmamak gerekir. Allah’tan başka herhangi bir varlığın bir şeyi istemesi, o şeyin mutlaka iyi, doru, güzel olduğu veya mutlaka yapılması gerektiği anlamına gelmez.(11)

Modern! Dünya’nın modern bireyi her alanda olduğu gibi ahlak alanında da Allah’tan bağımsız bir alan tasarlamaya çalışmaktadır. İnsanın her alanda kendi kendine yettiğini ilan edeli hayli zaman olmasına rağmen bunun böyle olmadığını acı tecrübelerle elde ettik. 

Cenevreli Edebiyatçı ve profesör,  Henri-Frederic Amyel’ in dediği gibi “İnsan, kendi kendine kafi geleceğini sandığı zaman, cansız bir formalizme düşmüş olur ve kökünden kopmuş bir dal olur, büzülür ve kurur. İnsanın kuvveti ancak köke bağlı kalmakladır.” (12) 

O kök ise Allah’ın sapa sağlam ipi olan vahyidir. Ahlakın da, amelin de her şeyin kökeni orasıdır. 

Allah’la insanın ilişkisini koparan modern akıl, Allah’la ahlakın arasını da koparmış oldu. Böylece Allah’tan ve anlamdan arındırılmış bir hayat kurmaya kalkıştı. “ Batının bu cinayetini ünlü yazar Aleksandr Soljenistin  ‘Tanrı’nın aforoz edilmesi’ şeklinde dile getiriyordu.” (13) Tanrı’nın olmadığı hayatta her şey meşru sayılacaktı. Öyle de sayıldı zaten 

Yunan batı aklını temsil eden modern (!) İnsanların ahlakı, hazza ve çıkara dayalıdır. Başlangıç noktasına hazzı ve çıkarı yerleştiren ahlak anlayışı hayır getirmedi getirmeyecek de. Oysa ki, temelini vahyin inşa ettiği İslam ahlakı hayrı murat edip yaralıya çağırdığı için egoizmi ve şiddeti reddederek mahza hayrı hedeflemiştir. 

Laik ahlak anlayışı fertlerin tasavvurunu oluştururken insanlığın hayrı değil, fertlerin hazzını hedeflediği için bu yanlış tasavvur düşüncede bilgisiz ahlaka, eylem de ise çıkarcılığa dönüştü. Çıkarlarını elde etmek için de her türlü zulmü meşru görerek şiddete ulaştı.

Batıdaki ilmi, fiziki, biyolojik gelişmelerin temelinde yatan saik, hedonist arzularını tatmin etmektir. Telgraf ve telefon gibi iletişim araçlarının bulunmasından misket bombalarına varıncaya kadar… Misket bombalarını çocuklar misket oynasın, Telgraf’ı da bizler telgrafın tellerine türküsünü söyleyelim diye değil elbette. 

Aklını vahyin inşa ettiği Müslüman ahlakına sahip bir bilim adamı saati namazın vakitlerini ayarlamak için icat ederken, tasavvurunu dine dayanmayan bir ahlakın yönlendirdiği hedonistçi,  bundan saatli bombayı elde etti.

Şu bir hakikattir ki, ahlaktan söz edilen her yerde sorumluluktan da söz etmek gerekir. Ahlakın en yüksek gayesi Allah’a karşı duyulan sorumluluk bilincidir. Düşünün ki, insanlara bu sorumluluk binci verilmemiş ise, böyle bir insandan başkalarına karşı sorumlu olmasını bekleyemezsiniz. Allah’a karşı sorumluluk hissi taşımayan bir kimse başkalarına karşı sorumluluk hissi hiç taşımaz.

Bu anlamda aslında ahlakı kişinin Allah karşısında esas duruşa geçmesi olarak da tanımlaya biliriz. İnsan, duygu, düşünce ve eylemlerinde “Allah yokmuş gibi” (14) hareket ediyorsa orada ahlaktan söz etmek hayli zorlaşır. Çünkü; Allah’a karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen birisinden Allah’ın yarattığı her hangi bir canlıya karşı sorumluluk hissi taşımasını beklemek abesle iştiğaldir.

Ahlaki ilkelere uymada ya da ahlaklı davranmada vicdanımız bize yeter diyenler vardır. Oysaki bu da doğru değildir. Yalnızca sorumluluk ve vicdanımızca cezalandırma korkusu, insanları kötülükten men edip iyiliğe yaklaştırmaz. Ahlak söz konusu olduğunda vicdanın önemli bir yeri olduğu yadsınamaz. Ancak unutulmamalıdır ki, “bir çok sebep ve amiller, vicdani mahkememiz üzerinde tesir ederek, onun fıtri selametini bozuyor, tabii kabiliyetini söndürüyor. İnsan kabahat işleye işleye bütün vicdan azabını kaybeder ve bu sebeple, yaptığı kötülüklerden dolayı kendini vicdani sorumluluk karşısında hissetmez.”(15)

Sonucun sonunda Milli şairimiz M.Akif ERSOY’UN konuyu özetleyen şu mısralarına kulak verelim.

Ne irfandır veren ahlâka yükselik, ne vicdandır; 

Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfi Yezdan'ın...

Ne irfanın kalır te'sîri kat'iyyen, ne vicdanın.

nuricelepci@gmail.com.

1-Mehmet S. AYDIN, Din Felsefesi,Ankara,1992,s.296.

2- (Macit gök.s.407)

3- M. İSLAMOĞLU,’ www.İslamoğlu.com’ , 31/12/2006  tarihli İslam bir hayır medeniyetidir(2) adlı makale.

4- M. İSLAMOĞLU, Hayatın Yeniden İnşası, Denge Yay. İst.2002, s.83.

5- a.g.e, aynı yer

6-M. Rahmi BALABAN, İlim-Ahlak_İman, Ankara,5.baskı,s.144.

7-M.S.AYDIN,a.g.e s.302.

8- M.S.AYDIN,a.g.e, s.307.,,    Tanrı - Ahlak İlişkisi,Ankara,1991,s.190-194

9-Mustafa İSLAMOĞLU, Sözün Gücü mü? Gücün Sözü mü?, Dene yay, İstanbul,2005, s.138

10- M.S.AYDIN a.g.e,s.310.

11- M.S.AYDIN , a.g.e, s.301.

12- M. Rahmi BALABAN, a.g.e s.129.

13- Mustafa İSLAMOĞLU, Hayatın Yeniden İnşası İçin,Denge yay. İst.2002,s.23.

14- M. İSLAMOĞLU, Ayetlerin ışığında, Denge Yay. İst.2005.s.23.

15-Ahmet Hamdi AKSEKİ, Ahlak ilmi ve İslam Ahlakı,nur.yay.Ankara,1991.s.81.