ADAM İÇİN SÖZ, SÖZÜN ARKASINDA ADAM GEREKİR

HÜSEYİN BÜLBÜL

VAN 24.10.2014 11:54:16 0
ADAM İÇİN SÖZ, SÖZÜN ARKASINDA ADAM GEREKİR
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Bugünün insanı ise, sözün içerdiği manaya değil, sadece lafzına bakarak kelimeleri tekrar ediyor. Ömründe bir kere de olsa “Lailahe illallah” demişse,  onun için ölünceye kadar Müslüman olmasına yeterli sermayeyi kazandığını zannediyor. Birde haftada bir cuma namazına gidiyorsa daha has Müslüman’dır. Bunun yanında beş vaktini kılarsa artık kusursuz Müslüman’dır. Halkımızın İslam’dan anladığı zaten şartı beşe indirgenmiş bir İslam’dır. Bireysel anlamdaki bu ibadetlerini yaptıktan sonra onun başka ne sorumluluğu olabilir ki!?
 
İnsanlar Müslüman olmak için, “La ilahe illallah” diyerek Allah ile akitleşir ve derler ki: Yâ Rabbi! Bundan böyle yerde ve gökte senden başka ilah tanımayacağım. Sadece benim için sen varsın. Böyle anlayıp böyle kabul ettiğimi tüm dünyaya ilan ediyorum. Senden başkasını asla bu makama koymayacağım ve asla senden başkasına kulluk etmeyeceğim” diyen “antlaşma metninin” altına imzasını atar.
Bu kelimeye İslam’da “Kelime-i Tevhid” Allah’ı birleme kelimesi denmiştir. Kelime anlamı “Allah’tan başka ilah yoktur” demektir.
Bu ifadenin lügat anlamından başka birde İslam ıstılahındaki anlamı vardır. Bu ise daha kapsamlıdır. Bunu ilan eden insan, Allah’tan başka ilah tanımayacağını, her konuda ona itaat edeceğini, sadece O’na kulluk edip O’ndan yardım isteyeceğini, her işini onun adına yapacağını ve bunu canı pahasına da olsa devam ettireceğini herkese deklare ediyor demektir. Bu minval üzere hayatını devam ettirdiği takdirde; sözünün arkasında durduğunu göstermiş olur. Bundan sonra yaşadığı hayatı bu inanç çerçevesinde devam ettirerek, Kendini her hal ve karda Müslüman olarak ifade etmeye çalışır.                        
Ancak verdiği kararın arkasında onu uygulayacak insanın da olması gerekmektedir. Sözün arkasında insan olmaz ise verilen söz bir anlam ifade etmeyecektir. Tevhidi bir düşünceyi kabul eden insanı, ilk Müslümanlar da böyle tanımlıyorlardı. “Lailahe illallah” “Muhammedün Resulullah” sözünü söyleyen kimse Ebu Cehil’in yanından ayrılıyor, Muhammed (a.s)’ın saflarına katılıyordu. O günün Ebu Cehil’i kurulu düzeni yani statükoyu temsil ediyordu. Allah’tan başka ilah olmadığını, Muhammed (as) onun kulu ve elçisi olduğunu kabul eden bir kimsenin, bunu reddedenlerin yanında olması düşünüle bilir mi? Bunun ilk örnekleri başta Hz. Muhammed (as) ve arkadaşları olmak üzere böyle yaptıklarından dolayı, eski dinin mensupları korkuyorlardı. “Bundan böyle dinimizi terk eden insanların sayısı çoğalırsa bize yaşama şansı kalmayacak, taraftarlarımızı kaybediyoruz; ne yapıp edip bu duruma mani olmalıyız” diyerek saldırıya geçiyorlardı. Yani o gün söylenen sözün, verilen kararın arkasında onu uygulayacağından emin olunan insan vardı. Bu öyle laf olsun cinsinden söylenen bir söz değildi. O gün bu sözü söylemek canını pazara çıkarmak demek olduğundan faturası ağırdı. Bu nedenle Müslüman olduğunu açıklamak öyle her yiğidin karı değildi. Bir kere de kararını verdi mi, dünyayı karşısına almanın yiğitliğini gösteriyor, müşriklerin işkencelerine “Allah bir Muhammed onun kulu ve elçisidir. Biz ona iman ettik. Bu yolda ölürüz ama asla dönmeyiz” diyorlardı.
Bu ifadelerden sonra, eski dinleriyle bütün bağlarını kopartıyor. Küfürle ilişiğini kesiyorlardı. Artık malıyla ve canıyla Allah yolunda olup, Şeytanın tarafından Allah’ın tarafına geçiyorlardı. Küfür kan kaybederken İslam güç kazanıyordu. Saflar belirgin, taraftarlar tam bir ihlâsla inançlarına sahip, dinleri her şeyin önünde, onun için her şeyi feda etmeye hazır idiler. İşini, memleketini, malını ve canını dinini yaşama uğruna terk edebiliyor; Allah baki, her şey fani; “Her şeyimiz baki olan Allah içindir” demenin hazzını yaşıyorlardı. Bu konunun ilk örnekleri olan Habeşli bir köle olan Bilal’ın, Habbab bin Eret’in ve Yasir ailesinin verdiği mücadele hala hafızalarda bütün canlılığını korumaktadır.
Bugünün insanı ise, sözün içerdiği manaya değil, sadece lafzına bakarak kelimeleri tekrar ediyor. Ömründe bir kere de olsa “Lailahe illallah” demişse,  onun için ölünceye kadar Müslüman olmasına yeterli sermayeyi kazandığını zannediyor. Birde haftada bir cuma namazına gidiyorsa daha has Müslüman’dır. Bunun yanında beş vaktini kılarsa artık kusursuz Müslüman’dır. Halkımızın İslam’dan anladığı zaten şartı beşe indirgenmiş bir İslam’dır. Bireysel anlamdaki bu ibadetlerini yaptıktan sonra onun başka ne sorumluluğu olabilir ki!?
Yıllar önce Muhammed Esed Ezher üniversitesinin o günkü şeyhi olan Mustafa el Meraği’ye şöyle sorar: Kur’an’ı okuduğumda gördüm ki Allah, Müslümanları açıkça destekliyor, fakat halkı Müslüman olan ülkelerin hepsi başka ideolojilerin esareti altında. Bunun sebebi nedir diye merak ettiğimden; bu soruyu, Kızıldeniz’den Hindi kuş dağlarına kadar gezdiğim İslam coğrafyasında önüme gelen her İslam âlimine sordum. Fakat tatmin edici bir cevap alamadım. Aynı şeyi size de soruyorum, söyler misiniz hikmeti nedir? Meraği, o gün Ezher üniversitesinin bahçesinde gezen Mollaları göstererek:
“Şu “allameleri”! görüyor musun? İşte bunlar Hindistan’daki kutsal inekler gibi yazılı kâğıt cinsinden ne bulurlarsa onları ezberlerler/yalayıp yutarlar. Ama asla onları düşünmezler/ özümsemezler. İşte sebebi budur. Okudukları Kur’an’ı anlasalardı durum hiç böyle olur muydu?”
Bu nedenle diyoruz ki bugünün Müslümanları da “La ilahe illallah” demeyi Hz. Bilal gibi, Habbab Bin Eret gibi veya Hz. Ebu Bekir (r.a)  gibi anlasalardı dünyanın çehresi böyle olur muydu? Namazı beş vakit camide kılan, ayda bir hatim yapan, her yıl umresini ramazana dek getirip orucu Kâbe’de tutan nice din(i)darlarımız var ki, bir kez olsun bu kitap bana ne diyor diye merek edipte anladığı dilden okuma gereği duymuyorlar. Bu insanlar Allah’ın kitabını anlamak için okumayı bile gerekli görmüyorlar. “Türkçe okumanın sevabı olmaz, biz Kur’an’ı Arapça okuyarak sevap kazanmak istiyoruz” diyecek kadar kendilerini haklı görürler. Düşünmezler ki neyi nasıl yapacağını bilmeden, ayetlerin manasını ve bu ayetlerde yaratanın kendisinden ne istediğini bilmeden sevap kazanılabilir mi? Kaş yaparken göz çıkardığının farkında olabilir mi?
Bu günlerde diyanet İşleri başkanlığınca bir anket yaptırılmış. Türk halkından Müslüman olduğunu iddia edenlerinin yüzde 92 si bu güne kadar Kur’an’ı mealinden okumamış. Bu demektir ki okuyanın oranı yüzde sekiz!.. Allah aşkına! Yüzde doksan ikisi İslam’ı nereden öğrendiler dersiniz? Tabii öğrenmeye ihtiyaç duyan kaç kişi var da diyebilirsiniz?
Bu işe çanak tutanlar da yok değildir. Kitlelerin ağzına baktığı adı âlime çıkmış birçok insan: “Her okuyan Kur’an’ı anlayamaz onu ancak âlimler anlar, O sadece teberrüken okunur” derken; birileri de: “Kur’an o kadar yüce bir kitaptır ki biz onu hayatımıza tatbik ederek kirletemeyiz. Onu sadece teberrüken okur, yüksek yerlerde muhafaza ederiz” demektedirler. Bu anlayışların sahibi olan insanlar, Kur’an’ın şu ayetlerinden haberdar olmadıkları ne kadar da belli oluyor!..
” Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”(12/     
“Andolsun ki biz Kur’an’ı düşünüp öğüt alasınız diye kolaylaştırdık, öğüt alan yok mudur?”(54/17, 22, 32, 40)
Müslümanların bugünkü halini çağdaşımız olan İmam Gazali şöyle anlatıyor:
“Dünyanın her yerinde insanlar öğrenmek için okurlar, Müslümanlar ise Kur’an’ı sadece okumak için öğrenirler”. Yani anlamadıkları Arapça metini sadece okumak için Arapça okunuşunu öğrenirler. Bu kitap biz Müslümanlara gönderilmiş ne anlatmak istiyor bize diye insan merek etmez mi? Ne yazık ki bunu bile merak etmeyen bir toplumuz. İçimizden biri dilini anlamadığı bir kitabı alıp onun kelimelerini seslendirmek için okuyacak olsa, deli muamelesi yaparız. Ama biz Müslümanlar bunu bir ömür yaparız da akıllı mütedeyyin muamelesi görürüz. Hâlbuki kitap bir şey öğrenmek için okunur. Ne olur! Birazcık zaman ayıralım da, yapılan bu işi ciddiyetle düşünelim!… İngilizce bilmeyen birinin İngilizce bir kitabı alıp eline kelimelerini seslendirmek için okuduğuna şahit oldunuz mu? Eğer olsaydınız çok abes karşılayacağınızdan eminiz. Ama konu Kur’an olunca akıl, mantık, akletmek, fikretmek, fıkhetmek hepsi tatile çıkıyor. Onun kelimelerini seslendirmek için okumak asla okumak değildir. Bu işin böyle olmayacağını bizzat peygamberimizin bildirdiği ifade ediliyor: Her gece Kur’an’ı baştan sona okumaya çalışan Abdullah b. Ömer’i Peygamberimiz uyarır ve şöyle buyurur: “Kim üç günden kısa bir zamanda Kur’an’ı baştan sona okursa Kur’an okumuş olmaz”. Çünkü Rabbi ona şöyle öğüt veriyordu:
“Ey örtünüp bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku. Doğrusu biz sana taşıması ağır bir söz vah yedeceğiz. Şüphesiz gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir.”(73/1, 6)
Okumak yazılanı anlamak içindir. Anlamak, akletmek içindir. Akletmenin sonucu ise, anlaşılanı hayata geçirmektir. Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan biri akletmektir. “Hala akletmeyecek misiniz? “Hala düşünmeyecek misiniz”, “Akletmeyenler davarlar gibidir” ifadeleriyle akletmenin önemini vurgulamaktadır.
Akletmek, insanımızın o kadar muhtaç olduğu bir konudur ki, hava ve su gibi. Bu iki şey olmadan fiziksel varlığımızın devamına imkân olmadığı gibi; akletmek olmadan da dînî hayatımızın devamına da imkân yoktur. İnsanın en kıymetli eşyası elinden gitmiş olsa, aklederek onu yeniden kazanabilir. Fakat insan, aklını kaybederse onu geri getirecek akıldan yoksun olduğundan; aklını kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Akletmemek de, aklı geçici olarak devre dışı bırakmakta aynı noktada buluşmaktadır. Sonuç olarak ikisi de aynı kapıya çıkıyor.  Bu nedenle de en değerli hazinemiz elimizden çıkmış olduğu halde onu geri getiremiyoruz. Elimizin altında bulunan hazinemizden de, gereği gibi istifade edemiyoruz. Kur’an insanlığın en değerli hazinesi olmasına rağmen kaç kişi bundan aklederek istifade edebiliyor?
“Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerde olana bir şifa, inananlara bir rehber ve rahmet gelmiştir. De ki! Bunlar Allah’ın bol nimeti ve rahmetiyledir. Buna sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.”(10/57, 58)                 
“Ey Muhammed! “Biz düşünüp öğüt alasınız diye Kur’an’ı senin dilinde kolaylaştırdık. Sen bekle onlar da beklemektedirler.”(44/58, 59), (45/20), (6/55), (17/9, 10)
“De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Zaten batıl yok olucudur. Biz Kur’an’ı inananlara şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.”(17/81, 82)
“Hala Kur’an üzerinde gerektiği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulunurdu.”(4/82), (2/164), (3/118), 3/85)
İnsan hangi asırda yaşarsa yaşasın hata ile mualleldir. Kusurlardan kurtulmanın yolu Kur’anla hatalarımızı düzeltmek, cehaletimizi gidermekle mümkündür. Değer yargılarımızı Kur’an’dan alarak hayata bakmak bizleri doğru bir yargıya ulaştıracaktır. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kur’an’î olmayan düşünce ve davranışların Müslüman’a hiçbir getirisi yoktur. “Doğrusu bu Kur’an sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu tutulacaksınız. (Zuhruf 43/44) hükmünü yeniden-yeniden düşünmeliyiz!..
Allah indinde din İslam’dır. Müslim olmak için bilinmesi gerekli olan kitap Kur’an’dır. Müslümanlar ne dediklerini ne okuduklarını ve “Lâilâhe illallah” demenin bütün ilahlara, o ilahların ortaya koymuş oldukları hayat anlayışlarına, Rahiplere, Bilginlere, kendi hevasına ve başkalarının hevasından çıkan yaşama biçimlerine, sosyalizm’e, kapitalizme, faşizm’e ve bil umum İslam’dan geriye kalan ne varsa hepsine “Lâ” demek anlamına geldiğini bilmeli ve İslam’dan geriye kalanın küfür olduğunun farkında olmalıdır!.. Bu minval üzere zaman ve zemin farkı gözetmeden söylemimiz tevhit, eylemimiz ibadet olmalıdır…
.iktibasdergisi.