18 Nisan 1999 seçimlerinde nasıl bir tablo çıkmıştı ortaya...

Elif Çakır

VAN 12.05.2018 10:03:07 0
 18 Nisan 1999 seçimlerinde nasıl bir tablo çıkmıştı ortaya...
Tarih: 01.01.0001 00:00
 18 Nisan seçimlerine iki kritik hadise damgasını vurdu.

Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi

28 Şubat Süreci

Bu iki hadise seçimlerde seçmenin tercihini olumlu ve olumsuz yönde etkiledi.

Genel ve yerel seçimlerin birleştirildiği 18 Nisan 1999 erken seçimlerinin sonuçları, araştırma şirketlerinin tahminlerini de siyasi analizcilerin beklentilerini de altüst eden bir tablo ortaya çıkarttı.

1995 seçimlerinde aldığı yüzde 14.6 oy oranı ile TBMM’nin dördüncü partisi durumunda olan DSP’ye seçmen genel seçimlerde verdiği oy ile (yüzde 22.2) Meclis’te birinci parti durumuna yükseltirken, yerel seçimde ise yaptığı tercih ile  Fazilet Partisi’ni (yüzde 18.4) birinci parti durumuna yükseltmiştir.

1995 seçimlerinde aldığı yüzde 21.4 oy oranı ile TBMM’nin birinci partisi olan Refah Partisi (Fazilet Partisi), 28 Şubat post modern darbesinin muhatabı olmasına, partisinin kapatılması gibi mağduriyetlerle karşı karşıya kalmasına rağmen,  yeterli desteği bulamamıştır.

Seçmen, Fazilet Partisi’ne belediyelerdeki hizmetlerine devam et, hizmetlerinden memnunum dediği halde ülke yönetiminde verdiği desteği geri çekmiştir.

Peki, ama neden?

Temel hak ve özgürlükler konusunda ağır mağduriyetler yaşayan dindar kesimin temsilcisi durumunda olan, dahası hakkında kapatma davası açılan Fazilet Partisi’ne 28 Şubat’ın mağdur ettiği kitlenin bir kısmının dahi oy vermediği ortaya çıkıyor.

Soralım... Neden?

Şundan...

28 Şubat’ın mağduriyetini yaşayan kesim, karşılaştığı baskılar karşısında  Fazilet Partisi’nin mağduriyetlerin yeterince sözcülüğünü iyi yapamadığını, dirayetli ve arkasında durabileceği beyanlar yerine kaçamak açıklamalarla yetindiğini, kendisine oy veren kesimlerin hakkını yüksek sesle savunmaktan kaçındığını, yani yeterince dik duramadığına kanaat getirip, Fazilet’e olan inancı sarsıldı.

Fazilet Partisi ve tabanı arasında bir güven sorunu ortaya çıktı.

Algı böyleydi çünkü.

Fazilet Partisi kendisini, derdini iyi anlatamadı. Süreci iyi yönetemedi.

Süreci iyi yönetemeyince, kafası karışık olan dindar kesim oyunu Fazilet Partisi’nden sakındı.

Elbette ki tek sebep bu değil, büyük umutlarla oy verdikleri Fazilet Partisi’nin yereldeki gibi hükümette aynı başarılı performansı sergilememiş olmasını, genç seçmene ulaşamamasını, artık heyecan yaratmıyor olmasını da yenilgi sebepleri arasında sayabiliriz.   

28 Şubat iradesiyle karşı karşıya kalan ve karşılaştığı hadiseler karşısında zaaf gösteren Fazilet Partisini seçmen cezalandırmıştır. 

Öyle bir süreçti ki, hatırlayın, 19 Nisan’dan itibaren yapılan yorumlar şu minvaldeydi: 28 Şubatçılar ve 28 Şubatçılara karşı çıkanlar kaybetti. 28 Şubatçılar haklı!

Yerelde yüzde 15 oy alan DSP’nin, parlamento seçiminde sandıktan birinci parti olarak çıkmasının sebebi ise, seçimlerden kısa bir süre önce Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edildiği süreçte, Meclis’in aldığı erken seçim kararı ve Türkiye’yi seçime götürecek koalisyon hükümetinin ortağı olması.

Peki, bugün...

24 Haziran’da 18 Nisan seçimlerindeki gibi bir tablo nasıl ortaya çıkar?
Türkiye uzunca bir süredir olağanüstü bir süreçten geçiyor.

Ve 24 Haziran seçimlerine gidilmesinin ana gerekçelerinden birisi “sistem değişikliği”.

16 Nisan Referandumu ile Türkiye’de yönetim olarak Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçti.

16 Nisan referandumunda dahi gidilen anayasa değişikliğini, sistem değişikliğini iyi anlatamayan AK Parti bugün hala Cumhurbaşkanlığına dair sistemin ne olduğunu kamuoyuna iyi anlatabilmiş değil.

Hal böyle iken, referandumdan bu yana gelişen hadiseler bugün referandumda evet oyu veren seçmenin “sistem hakkında” kafasında sorulara oluşturmaya başladı.

2002’den bu yana yaptığı icraatlardan ve AK Parti’nin 17-25 Aralık, 15 Temmuz darbesi gibi karşı karşıya kaldığı antidemokratik kalkışmalardan dolayı destek ve hükümetteki çift başlılığın bitmesi için evet oyu veren AK Parti seçmeninin kafası karışık.

Çünkü, Cumhurbaşkanlığı Sistemin’in denetimsiz bir güç olduğunu düşünüyor.

15 Temmuz darbesi sonrası Türkiye’nin bekasını ilgilendiren FETÖ davasında oluşan hukuksuzlukları görüyor.

AK Parti’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemini iyi anlatamaması sonucunda, AK Parti tabanı oyunu Erdoğan’a verirken, sistemde bir denge denetim oluşsun diye parlamentoda başka bir tercihte bulunabilir.

Kaldı ki, AK Parti’ye yönelik pek çok eleştiri var. İtirazlar var. AK Parti’nin bugün en büyük dezevantajı bugün kendisiyle mukayese ediliyor olması.

Eski reformcu, demokrat, bütün kesimleri kucaklayan AK  Parti ve reformcu kimliğinden uzaklaşan AK Parti.

24 Haziran’da tıpkı 1999 seçimlerindeki gibi bir tablo ile karşı karşıya kalabiliriz derken bunu söylüyordum.

Bir dip dalga var. AK Parti eğer derinden gelen bu dip dalganın, beklentilerine cevap veremezse, zihinlerindeki karışıklığı gideremezse, o dip dalga akacak başka mecralar bulacaktır.

2 ay fena bir süre değil. AK Parti hamaset yapmadan, popülizme kaymadan, seçimi kazanmak için yapıyor algısına sebebiyet vermeden, samimiyetle pek çok şeyi değiştirebilir, olumlu adımlar atabilir.

Mesela, kendisine yakın medyada çıkan, Afrin Harekatında hayatını kaybetmiş acılı şehit aileleriyle “ben de oyumu Erdoğan’a verecem” röportajlarını yasaklatabilir.

Afrin Harekatı bu ülkenin bir meselesidir. Milli bir meseledir. Siyasete alet edilmemesi gerekir. Hele bu şekilde şehit aileleri hç kullanılmamalıdır.

 

“Önce siz kendi kitabınıza bakın”

Biliyorsunuz. Fransa’da aralarında eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de bulunduğu 300 hadsiz Kuran’ı Kerim’den “şiddet ve Yahudi karşıtı fikirleri yaydığı” gerekçesiyle bazı ayetlerin çıkartılmasını istedikleri bir bildiri yayınladılar ya...

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 300 hadsiz Fransıza, Sakarya’dan hem de İlahiyat Fakültesinde düzenlenen “Bilgiden Bilince Gençlerle Baş Başa” konferansından tepki göstermiş:

300 hadsiz Fransız’a  demiş ki:
“Önce siz kendi kitabınıza bakın..”

Görünce inanamadım. Yanlış okuyorum sandım. Tekrar tekrar okudum.

Yanlış mı anlıyorum deyip deyip tekrar okudum.

Gençlere sohbet ettiğiniz bir mekandan, ki o gençler yarın İlahiyat Fakültelerinde gençlerimize hocalık edecekler, camilerimizde halka vaaz edecekler, din adamlarımız olarak topluma rol model olacaklar.

Kutsal kitabımıza hakaret eden 300 Fransız hadsize had böyle mi bildirilir.

“Önce siz kendi kitabınıza bakın”.

Bir din adamına yakışan cevap bu mudur? Kendi kutsal kitabımızı savunurken “bizim kitabımız iyi sizin ki kötü” anlamında bir cevap mı verilir.

Ben, Diyanet Kurumumuzun başında olan, sırtında, bütün imamların başı anlamına gelen ağır cübbeyi giyen, başında sarık bulunan Ali Erbaş Hoca’dan, “kutsal kitapların önemini anlatan, ayetlerin çıkartılamayacağını, hükümlerin değiştirilemeyeceğini, hatanın kutsal kitaplarımızda değil, onların yorumlanmasında yaptığımız hatalardır” diyen şöyle bütün dünyaya ders niteliğinde bir manifesto yayınlamasını isterdim.

Bütün dillerde 300 Fransız’ın da düşünmesini, tefekkür etmesini sağlayacak mülakatlar vermesini isterdim.

Diyanet İşleri Başkanı’nın “önce siz kendi kitabınıza bakın” gibi oldukça tuhaf, yakışıksız cevap verdiği bir ülkenin cami imamları ne yapar ?